IKEA’nın taşıma anlamına
gelen “frakta” isimli torbalarını
herkes bilir. İsveçli mobilya
perakendecisinin büyük, sağlam ve
temizlenmesi kolay olan efsanevi mavi
alışveriş torbalarına hemen her evde
rastlamak mümkün. Bu torbalardan
çamaşır sepeti, alışveriş torbası
hatta bavul olarak yararlananlar,
torbaları alışverişte hatta ev taşımada
kullananlar da var. Bu çok amaçlı
torbalar kısmen saf propolinden olan
petrol tabanlı plastikten yapılıyor.
Ancak bu durum çok yakında
değişecek.
IKEA 2020 yılı itibarıyla taşıma
torbalarından çocuk oyuncaklarına ve
saklama kutularına kadar ürettiği tüm
plastik ürünleri yenilenebilir ya da geri
kazanılmış malzemelerden yapabilir
hale gelmek istiyor.
Bu hiç de kolay bir iş değil. Gıda
ambalajı, özellikle çocuk oyuncakları
gibi hassas alanlara yönelik sağlık
koruma yönetmelikleri geri kazanılmış
plastiklerin bir seçenek olmayacağına
net bir şekilde gösteriyor. Burada çeşitli alternatiflere gerek var.
IKEA’da Malzeme İnovasyonları ve
Geliştirmeleri Lideri olan Puneet
Trehan, “Biz burada petrol tabanlı
plastiklerin yerine yenilenebilir
hammaddelerden yapılmış olanları
kullanmaya çalışıyoruz. Bu da yüzde
100 oranında polilaktik gibi biyotabanlı
malzemeler veya çeşitli biyotabanlı
malzeme kombinasyonları
kullanılması anlamına geliyor. Bazı
durumlarda olası ilk adım için
petrol tabanlı plastik karışımları da
kullanmak mümkün olabilir” diyor.
Ayrıca burada ilk hedefin yüzde 40
ila 60 arasında bir biyo-taban oranı
yakalamak olduğunu da ekliyor.
HAM PETROLE
TAMAMLAYICI ALTERNATİFLER
Petro yerine biyo; Kendini
biyo-tabanlı plastiklere adamış tek
şirket IKEA değil. Dünyanın ilk saf
sentetik plastiği bakalitin keşfinden
yaklaşık 100 yıl sonra bilim insanları
ve üreticiler, şimdi araştırmalarının
odağını yeni bir istikamete doğru
çeviriyor. Yarının ürünleri üstün kaliteli
olmalı, aynı zamanda da yenilenebilir
kaynaklar, bitkiler, organik atıklar
veya mikro-organizmalardan
yapılabilmeliler.
Örneğin oyuncak üreticisi LEGO
plastikten üretilmiş yapı taşlarını 2030
yılına kadar alternatif malzemelerden
yapmayı planlıyor. Şirket bunu
başarabilmek adına 2015 yılında kendi
Sürdürülebilir Malzemeler Merkezi’ni
kurmak için yaklaşık 135 milyon
Euro tutarında bir yatırıma gittiğini
duyurmuştu. Coca-Cola Company
2009 yılında kendi PlantBottleTM
teknolojisinin lansmanını yapmış
ve hemen ardından bu teknolojinin
lisansını ketçap üreticisi H.J. Heinz
ile Ford Motor Company’ye satmıştı.
Bu polietilen terefitalat (PET) şişeler
başlangıçta yüzde 30 oranında bitki
temelli malzemelerden yapılıyordu.
Ancak Coca-Cola PlantBottle’ı
tamamiyle yenilenebilir kaynaklar
kullanarak üretmeyi hedefliyor.
Gelecek 10 yıl içinde bütün PET
plastik şişeler bu şekilde üretilecek
ki bu rakam Coca-Cola’nın toplam
ambalajının kabaca yüzde 60’ını
temsil ediyor.
Plastik şişelerin yüzde
100 oranında yenilenebilir
hammaddelerden yapılmasına olanak
sağlayan bir çözüm de Synvina
şirketince sunuluyor. Geçmişte
BASF ile Hollandalı Avantium
şirketi tarafından kurulmuş bu ortak
girişim, kimyasal yapı taşı olan
furnadikarbokslik asiti (FDCA) meyve
şekerinden yapıyor. FDCA aslında
içecek şişeleri ve gıda ambalajlarının
imalatında faydalanılabilecek
polietilenfuranot (PEF) yapımında
da kullanılabiliyor. PEF şişelerin
birtakım eşsiz özellikleri var: Onlar
sadece yüzde 100 biyo-tabanlı
olmakla kalmıyor, aynı zamanda
PET’ten yapılmış şişelere kıyasla
karbondiyoksit ve oksijen gibi gazların
içine girmesine çok daha az imkan
tanıyarak ambalajlı içeceklerin raf
ömrünün uzatılmasına da yardımcı
oluyor.
Otomotiv endüstrisi de kendi
köklerine geri dönmeyi amaçlıyor:
Araba endüstrisi ilk günleri olan
1930’lu yıllarda kasası kenevir
bitkisinin liflerinden yapılmış ve
Henry Ford tarafından geliştirilmiş
bir arabanın gösterdiği üzere biyomalzemelerle
çalışırdı. Ancak
Birleşik Devletler’de 1937 yılında
çıkarılan Esrar Vergisi Yasası’ndan
sonra Ford’un üzerindeki bask��lar
olağanüstü boyutta arttı. Şirket de bu
yüzden kenevir bitkisi kullanmaktan
vazgeçti. Bugün kenevir, sisal,
kenaf ve aks gibi doğal malzemeler
kullanarak arabaların ağırlıklarını
azaltarak karbon salımlarını kısma fikri
yeniden gündeme gelmiş durumda. Bileşenler her geçen gün artarak
karbon veya cam elyafından yapılma
değil de göreceli olarak daha az
pahalı olan doğal cam plastiklerden
yapılıyor.~KARBON SALIMININ
DÜŞÜRÜLMESİ
Fosil-tabanlı ekonomi giderek
kendi sınırlarına yaklaşıyor. İklim
değişikliği ve ona neden olan
sera gazı salımlarının azaltılması
gereksinimi her şeyi yeniden
düşünmenin zamanının geldiğini
gösteriyor. Avrupa Komisyonu
Araştırma ve İnovasyon Genel
Müdürlüğü’nde Biyo-Tabanlı
Ürünler ve Süreçler Birimi Başkanı
Waldemar Kütt, “Şu anda tek
alternatif biyo-tabanlı ürünler. Biyoekonomi
olmaksızın G7 ülkelerinin
karbondiyoksit salımlarını yok
etmeye yönelik uzun vadeli hedefleri
muhtemelen tutturulamayacaktır”
diyor. Bunun nedeni ise bitkilerin
fotosentez yaparak havadaki
karbondiyoksiti emmesi. ABD’deki
Michigan Eyalet Üniversitesi’nde
Kimya Mühendisliği ve Malzeme
Bilimleri Profesörü olan Ramani
Narayan bu olguyu, “Biz kendi
ürünlerimizin imalatında bu bitkilerden
veya mikrobiyal biyokütlelerden elde
edilen karbonu kullandığımızda,
doğal biyolojik karbon döngüsüyle
uyumlu olarak doğadan CO2’yi
çıkarmış oluyoruz. Oysa milyonlarca
yıl boyunca yaratılmış ve CO2’nin
azaltılmasına hiçbir katkısı olmayan
petrolde böyle bir şey söz konusu bile
değil” diye açıklıyor.
Petrol kullanımı tamamiyle ortadan
kalkmayacak. Yine de onun yerini
tutabilecek malzemelerin kısmen
kullanılması bile kendi karbon
ayakizimizin azaltılması yönünde
atılacak önemli bir adım olacak.
Narayan, “Şayet dünya genelinde
şişe yapımında kullanılan yaklaşık
37,5 milyon metrik ton hacmindeki
karbonun sadece yüzde 20’sinin
yerine biyo-tabanlı karbon kullanacak
olsaydık bu sayede çevreden 17,2
milyon metrik ton CO2’yi çıkarmış
olurduk. Bu da yaklaşık 40 milyon
varil petrol tasarrufu yapmak anlamına
gelirdi” diyor.
BİYO-TABANLI ÜRÜNLERE
YÖNELİK ARTAN ÜRETİM
KAPASİTESİ
Biyo-plastikler söz konusu
olduğunda tüketicilerin karşısına
defalarca çıkan iki deyim var:
Biyo-tabanlı ve biyo-çözünebilir.
Biyo-tabanlı plastikler yenilenebilir
hammaddelerden yapılıyor, ancak
onların illa da biyo-çözünebilir
olması gerekmiyor. Hatta onlar
konvansiyonel plastikler kadar bile
uzun ömürlü olabiliyor. Diğer yandan
ham petrol ya da doğal gazdan
yapılan plastikler biyo-çözünebilir
olabiliyor. BASF’nin beyaz biyoteknoloji
araştırma birimini yöneten
PhD, Carsten Sieden, “Bizim yepyeni mikroteknolojiler
ve inovasyonlarla
yarattığımız biyo-tabanlı ürünlere
giderek artan bir talep olduğunu
görüyoruz. Biz aynı zamanda biyoçözünebilir
malzemeler portföyümüzü
de büyütüyoruz” diyor.
Şimdilik biyo-plastikler pazarın
halen çok küçük bir dilimiyle
temsil ediliyor. Dünya genelinde
her yıl üretilen 300 milyon metrik
ton hacimdeki plastikler içinde
yüzde 1’den daha az pay alıyorlar.
Ancak Avrupa Biyo plastikleri
Derneği’nin piyasa verilerine göre
bu rakam gelecek yıllarda sert bir
artış gösterecek. Şu anda (2015) 2
milyon metrik ton olan global üretim
kapasitesinin 2019 yılına gelindiğinde
yaklaşık dörde katlanarak 7,8
milyon metrik ton civarına ulaşması
bekleniyor. Burada aslan payını
ise biyo-tabanlı hammaddelerden
yapılan ama biyo-çözünebilir veya
gübreleşebilir olmayan biyo-plastikler
alıyor (yaklaşık yüzde 80). Biyoplastikler
diğer şeylerin yanı sıra
organik atık torbalarında ve tarımsal Örneğin BASF’nin gübreleşebilir
plastiği ecovio Çin tarım sektöründe
avantajını çok iyi ispatladı. Çin’de
biyo-çözünebilir olmayan polietilen
plastikten yapılma saman örtülerinin
kullanılmasına dayanan konvansiyonel
teknik yüzünden ortaya çok ciddi bir
çevre sorunu çıktı. Bu film, bitkilerin
toprağın sıcak ve nemli tutularak
büyümesini sağlıyor. Ancak filmin
tamamının sonrasında tarlada küçük
ve ince şeritler halinde kalmasıyla
sonuçlanıyor. Toprak sabanla
sürüldüğünde, plastik parçalar
köklerin büyümesini engelliyor ve
gelecekteki hasılatı düşürüyor.
Ecovio’dan yapılma biyo-çözünebilir
saman örtülerini kullanmaya
başlayan çiftçiler ise topraktan
elde ettikleri hasılatı artırabiliyor.
Bu ayrıca BASF’nin yıllardır yerel
ortaklar ve organizasyonlarla birlikte
yaptığı büyük ölçekli deneylerle
de ispatlanmış bir gerçek. Örneğin
Guangdong eyaletindeki bir patates
test tarlasında, hasılat yüzde 18
06 Akıllı Kimya
oranında artarken hasat maliyetleri de
yüzde 11 civarında azaldı.
POLİTİK STRATEJİLER
Kaynakların sınırlı olduğu göz
önüne alındığında, giderek artan bir
nüfusa gıda ve enerji gibi yeterince
günlük yaşamsal malzemeler nasıl
sunulabilir? Politika yapıcılar ve
endüstri, 21’inci yüzyılın bu kilit
sorusuna cevap bulmak için çözümü
biyo-ekonomide arıyor. G7 ülkelerinin
hepsi konuyla ilgili girişimler başlattı
ve içlerinden bazıları fevkalade kararlı
stratejiler benimsemiş durumda.
Örneğin ABD hükümeti 2012 yılında
biyo-bilimsel araştırmaları ve onların
ticarileştirilmesini Amerika’nın
ekonomik kalkınmasının “en önemli
payandası” olarak ilan ettiği Ulusal
Biyoekonomi Planı’nı yayınladı. Aynı
yıl Japonya ise net zaman çizelgeleri
ve hedeflerine sahip yedi girişimden
ibaret bir eylem planı olan Biyo-Kütle
Endüstrileşme Stratejisi’ni kabul etti.
Japonya’nın politikaları biyo-rafineri
teknolojilerinin yanı sıra mikro yosunlar gibi biyolojik kaynakların
da geliştirilmesinin ilerletilmesini
hedefliyor. Orta vadeli odakta yeni
endüstriyel teknolojiler varken kısa
vadeli öncelik ise biyo-tabanlı enerji
tedariklerinin güvence altına alınması.
Avrupa Birliği de bu paradigma
kaymasında aynı zamanda önemli
bir uluslar üstü oyuncu durumunda.
Yaklaşık beş yıl önce AB, Avrupa
biyo-ekonomisi için kendine ait biyoekonomi
stratejisi ve politika planı
sunumunu yaptı. İki yıl sonrasında
ise Avrupa Komisyonu 2014
yılında merkezi bir yatırım girişimi
olarak Biyo-Tabanlı Endüstriler
Ortak Girişim projesini başlattı.
Tarım, ormancılık, kimya ve enerji
sektörlerinden yaklaşık 70 şirket
teknoloji tedarikçisi ya da endüstri
ortağı olarak bu projeye katıldı. Hepsi
alt alta toplandığında bu girişimle yeni
biyo-tabanlı ürünlerin ve çözümlerin
ticarileştirilmesine 2020 yılına kadar
toplamda 3,7 milyar Euro tutarında bir
yatırım yapılacağı görülüyor.
Kısmi bir değişiklik planlayan
sadece önde gelen endüstriyel uluslar
değil. Yaklaşık 45 ülke de yenilenebilir
kaynaklara ve biyo-tabanlı süreçlere
sahip bir sisteme kısmi bir geçiş
yapılmasını sağlamak için şimdiden
farklı stratejiler geliştiriyor. Örneğin
Uganda yenilenebilir enerjiler, biyoteknoloji
ve biyo-kütle kullanımını
artırmaya çalışırken Malezya ise biyotabanlı
ürünlere geçmeye odaklanıyor.~SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK SORUNU
Bununla beraber biyo-ekonomiye
doğru atılan adımlar kritik tartışmalara
da konu oluyor. Toprak kullanımı
ve ona tekabül eden tarım için
kaynak girdileri ve adil çalışma
koşulları gibi başlıklar yenilenebilir
kaynaklar hakkında günümüzde
yapılan tarışmalarda merkezi bir
rol oynuyor. Şu anda yenilemeyen
hammaddelerden yapılmış ikincinesil
biyo-kütlenin giderek daha fazla
önem kazanacağının işaretleri geliyor.
Gerçi bu durum kanola (kanola yağı),
mısır ve benzerlerinin sonuçta ilk
nesil olarak ayaklarının kayacağı anlamına gelmiyor. EuropaBio’da
Endüstriyel Biyoteknolojiler Direktörü
olan Joanna Dupont-Inglis, “Biyoekonomi
ve biyo-tabanlı endüstrilerde
bizim ihtiyaçlarımızı karşılamaya
yetecek kadar gıda, tohum, elyaf ve
diğer malzemeler sunma potansiyeli
var. Ancak burada ‘her-bedeneuyan’
tek bir cevap olamaz; çünkü
biyo-ekonomi inanılmaz derecede
farklıdır ve bu yüzden de farklı
bölgelerde farklı uygulamalar için
farklı hammaddelere gerek olacaktır.
Bunun dışında biz hem atıkların
minimum seviyeye indirilmesi hem
de kaçınılmaz olanın nasıl daha fazla
kullanılacağına dair yeni çözümler
göreceğimizden eminiz” diyor.
Ahşaptan naylonlar, karahindibadan otomobil lastikleri,
devedikeninden madeni yağlar, yani
ikinci nesil biyo-kütleler artık ezici bir
çoğunlukla yenilemeyen bitkilerden,
organik atıklardan ve kalıntılardan
yapılıyor. Birleşmiş Milletler’e göre
bugün tarımsal küspe formunda yılda
yaklaşık 5 milyar metrik ton hacminde
biyo-kütle yaratılıyor. Bunlar
gıda olarak kullanılmaya müsait olmadıklarından onlardan hammadde
olarak faydalanılabilir.
FİYATIN DOĞRU
BELİRLENMESİ ŞART
Teorik olarak biyo-ekonominin
muazzam bir potansiyeli var. Kilit
bir teknolojiyle inovasyonlarda
patlama, çok daha iyi bir performans,
yeni iş imkanları ve daha düşük
karbondiyoksit salımları yaratmak
mümkün. Bununla birlikte aşırı da
abartmamak gerekiyor. Dupont-
Inglis, “Biyo-ekonomi sihirli değnek
ya da her sorunumuza bir çözüm
değil. Yine de onun sayesinde
yüzleşmekte olduğumuz en önemli
toplumsal ve çevresel meydan
okumalardan bazılarının üstesinden gelebiliriz” diyor ve şöyle devam
ediyor: “Bugün kullanılmakta olan
100 bin kimyasalın hepsi de teorik
olarak fosil karbon yerine yenilenebilir
karbon kaynaklarından yapılabilir.
Ancak bizim elbette ki geleceğin
biyo-ekonomisinin geliştirilmesinde
sürdürülebilirliğin üç payandasının
tümünü dikkate almamız gerekiyor.
Bu zorunluluk da her bir vakada işin
çevresel, toplumsal ve ekonomik
getirilerini ölçüp biçmemiz anlamına
geliyor.” BASF araştırmacısı Sieden
ise şöyle ekliyor: “Biyo-ekonomiyi
ilerletecek kaldıraçlardan biri
rekabetçi fiyatlardan yeterince
hacim sunmaktır. Ancak en önemlisi
güçlü bir biyo-tabanlı endüstrinin
inovasyonlar için çok önemli
fırsatlar yaratmasıdır. Biz kendi
araştırmalarımızda bu potansiyelden
bir kaldıraç olarak faydalanmak
istiyoruz.” Her geçen gün daha fazla
sayıda tüketici biyo-tabanlı ürün
istiyor. Sieden, “Bu bizim kendi
hammadde tabanımızı genişletmek
için müthiş bir fırsat. Ancak bu hemen
olacak bir iş değil” diyor.
Bas a succiniciproducens
bakterisinden üretilen suksinit asiti
ticari bir ürüne dönüştürmek için
beş yıldan uzun süren bir araştırma
ve geliştirme süreci gerekmişti. Bu
asit aslında şiltelerin, döşemelerin
ve araba koltuklarının imalatında
kullanılan biyo-çözülebilir plastikler,
kaplama malzemeleri ve poliüretanlar
açısından çok önemli bir bileşen.
BASF ile Hollandalı Corbion şirketinin
ortak girişimi Succinity ise dünya
pazarlarına sunduğu yıllık 10 bin
metrik ton biyo-tabanlı suksinit asit
kapasitesiyle İspanya, Montmelo’da
2014 yılından bu yana bir tesis
işletiyor.
IKEA yöneticisi Puneet Trehan’a
göre yeterince hacim olması da kilit
bir meydan okuma. Ancak o, kendi
sektöründe maliyet aşamasında
dahi ciddi ilerlemeler katedildiğini
düşünüyor. “Bizim deneyimimiz
gösteriyor ki eğer bir ortaklıkta değer
zinciri doğru bir şekilde organize
edilirse o zaman maliyetler de kesinlikle rekabetçi bir seviyede
olacaktır.” Onun görüşüne göre
her şeyden önemli tek bir şey var:
“Aynı hedefin altına imza atmış
ortaklara ihtiyacınız var.” Biyoekonomi
dünyasında alışılageldik
şirketler bir seçenek olamaz. Joanna
Dupont-Inglis, “Şu anda içinde kesinlikle rekabetçi bir seviyede
olacaktır.” Onun görüşüne göre
her şeyden önemli tek bir şey var:
“Aynı hedefin altına imza atmış
ortaklara ihtiyacınız var.” Biyoekonomi
dünyasında alışılageldik
şirketler bir seçenek olamaz. Joanna
Dupont-Inglis, “Şu anda içinde bulunduğumuz geçiş sürecinde
‘endüstriyel evrim’ belki de bir araç
olacaktır” diyor. “Yenilenebilir ve
kaynak etkini biyo-tabanlı çözümlerin
üretimine geniş bir endüstriler ve
sektörler yelpazesinde daha önce hiç
görülmemiş seviyede iş birliklerinin
dahil olacağını göreceğiz.”
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?