Ekonomi krizden nasıl çıkar?

5.12.2018 16:05:000
Paylaş Tweet Paylaş
Ekonomi krizden nasıl çıkar?

EKONOMİ KRİZDEN NASIL ÇIKAR?

Döviz kurlarında ağustos ayında gördüğümüz yüzde 30’u aşan sıçrama, 1994 ve 2001 krizlerindekine benzer nitelikteydi. Hükümetin geçen ay açıkladığı Yeni Ekonomi Programı (YEP), ekonomide bir kriz yaşandığını kabul ediyor. Bu kabulü yaptığımıza göre artık çözümü konuşma zamanı gelmiş bulunuyor. Yaşadığımız kriz, son dönemde yabancı yatırımcıların Türkiye’ye ilişkin risk algısının yükselmesinden ve ülkemizden elde ettikleri getirinin bu risk algısına göre düşük kalması nedeniyle de çıkışa geçmelerinden kaynaklanıyor. Bu çıkışı durdurmak için önce yabancılara sunulan getirinin risk algısıyla uyumlu hale getirilmesi sonra da bu risk algısının düşürülmeye çalışılması gerekiyor. Geçen ay para politikası faizini 625 baz puan artıran Merkez Bankası, bu adımlardan ilkini attı. İkinci adımı ise hükümetin hukuk, demokrasi ve uluslararası siyasi ilişkiler gibi konularda atması şart. 

Geçen ay bu sayfalardaki yazımıza “Ekonomide kriz korkusu” başlığını atmıştık. Döviz kurlarında büyük bir sıçramanın olduğu bir sırada kaleme aldığımız o yazıda, bu yaşananların 1994 ve 2001 krizlerinde yaşananları hatırlattığını ifade etmiş ve aynı duruma düşmemek için hükümetin acil önlemler alması gerektiğine değinmiştik. Maalesef korkulan başımıza geldi. Aşağıdaki kutuda da görebileceğiniz gibi hükümetin geçen ay yayınladığı Yeni Ekonomi Programı (YEP), ekonomide bir kriz yaşandığını kabul ediyor. Bu kabulü yaptığımıza göre de artık çözümü konuşma zamanı gelmiş bulunuyor. Tabii çözüme geçmeden önce krizin nereden kaynaklandığını iyice anlamak gerekiyor. Çünkü krizin nereden kaynaklandığını tam olarak anlamadan doğru tedavi yöntemini uygulamak mümkün değil. Yanlış teşhis konulması ve dolayısıyla yanlış bir tedavi uygulanmasının ise işleri daha da kötüleştirmesi ihtimali var. Bu nedenle isterseniz adım adım giderek krizin nerede kaynaklandığını anlamaya çalışalım.

RESESYONUN KAPISI ARALANDI

Yaşadığımız krizin görünürdeki nedenini döviz kurlarındaki sıçrama oluşturuyor. Döviz kurlarındaki sıçrama, hem enflasyonu yükseltmiş hem ekonomide bir resesyonun kapısını açmış durumda. Döviz kurlarındaki sıçramanın enflasyonu yükseltmesinin nedeni, Türkiye ekonomisinin ithalata aşırı bağımlı bir yapıya sahip olması. Üretimde çok fazla ithal girdi kullanılıyor ve bu da döviz kurları arttıkça maliyetlerin yükselmesine yol açıyor. Üreticiler de bu maliyetleri eninde sonunda fiyatlara yansıtmak zorunda kalıyor. Döviz kurlarındaki yükseliş hızlanınca bu yansıma da hem daha hızlı hem daha yüksek oluyor.

Döviz kurlarındaki yükselişin ekonomide bir resesyonun kapısını açmasının ise iki nedeni var. Birinci nedeni, döviz kurlarındaki sıçramanın enflasyonda yarattığı yükselişin halkın satın alma gücünü düşürmesi ve dolayısıyla iç talebi zayıflatması oluşturuyor. “Bilanço etkisi” adı verilen ikinci neden ise döviz kurlarındaki sıçramanın döviz borcu olan şirketlerin borç yükünü artırmasından kaynaklanıyor. Borç yükü artan şirketlerin bunu bazı yatırımlarını erteleyerek finanse etmek zorunda kalması da iç talebi zayıflatıyor. Bu şirketlerin borçlarını ödemeyez hale gelip iflas etmeleri durumunda ise işler iyice zorlaşıyor.

KURLAR NEDEN YÜKSELİYOR?

Ekonomideki krizin görünür nedeninin döviz kurlarındaki yükseliş olduğu yeterince açık. Peki döviz kurları neden yükseliyor? Bunun da görünürdeki nedenini, Türkiye’ye yabancı sermaye girişlerinin son dönemde tersine dönmesi oluşturuyor. Bu yılın ilk sekiz ayında yabancıların Türkiye’deki hisse senedi ve devlet iç borçlanma senedi (DİBS) yatırımlarında net olarak 2,2 milyar dolarlık çıkış yaşandı. Oysa geçen yılın aynı döneminde bu yatırımlarda net olarak 10,4 milyar dolarlık giriş vardı. Bu durum döviz piyasasındaki döviz arzının azalmasına ve dolayısıyla döviz fiyatının yani kurların yükselmesine neden oldu.

Ancak döviz kurlarındaki yükselişin döviz arzındaki düşüşten kaynaklandığını tespit etmek de soruna çözüm bulmak için yeterli değil. Çünkü bu sefer de döviz arzındaki düşüşün neden kaynaklandığını anlamak gerekiyor. İşte bu noktada siyasi faktörler devreye giriyor. Bu siyasi faktörleri herkes kendi düşüncesine göre tanımlayabilir. İsterseniz bunu Türkiye’ye yapılan bir saldırı olarak da yorumlayabilirsiniz. Ancak nasıl tanımlanırsa tanımlansın sonuç değişmiyor. Bizim düşüncemize göre, Türkiye’de bu yılın başlarından bu yana yaşanan siyasi gelişmeler, yabancıların ülkemize ilişkin risk algısını yükseltmiş bulunuyor. Türkiye’den elde ettikleri getiri bu risk algısıyla örtüşmez hale gelince de ülkemizdeki yatırımlarını azaltmaya başlamış durumdalar. Bize göre krizin kaynağında işte bu durum yatıyor.

YABANCILAR NASIL DÖNER?

Krizin kaynağında yabancı sermaye girişinin durması yattığına göre çözümün bu yabancı sermaye girişini yeniden sağlamaya yönelik olması gerekiyor. Bunun için ise atılması gereken iki adım bulunuyor. Bunlardan birincisi, yabancı yatırımcılara Türkiye’ye ilişkin yükselen risk algılarıyla örtüşecek daha yüksek bir getiri sunmak. Bu konuda atılması gereken ikinci adımı ise yabancı yatırımcıların risk algılarını düşürmeye çalışmak oluşturuyor.

Bu adımlardan ilki geçen ay atıldı. Merkez Bankası’nın Para Politikası Kurulu (PPK), 13 Eylül’deki toplantısında para politikası faizini 625 baz puan artırarak yüzde 17,75’ten yüzde 24’e çıkardı. Bu da bizim bu yazıyı yazdığımız ana kadar döviz kurlarındaki yükselişin önünü kesmiş gibi görünüyordu. Ancak bu adımın bir defalık bir şey olmadığını belirtelim. Yabancı yatırımcıların risk algısındaki yükseliş devam ettiği sürece Merkez Bankası’nın da yeni faiz artırımlarına hazır olması gerekiyor.

HÜKÜMET NE YAPMALI?

Fakat Merkez Bankası’nın yeni faiz artırımlarına hazır olması ülkemize yabancı sermaye girişinin yeniden başlamasına yetmeyebilir. Merkez Bankası’nın faiz artırımları sadece esas çözüm uygulamaya sokulana kadar zaman kazandırıcı nitelik taşıyor. Bu konuda esas çözümü ise ikinci adım��n atılması oluşturuyor. Bunu da hükümetin yapması gerekiyor.

Bize göre yabancı yatırımcıların Türkiye’ye yönelik risk algılarının yükselmesinin başlıca iki nedeni var. Birincisi, Türkiye’de son yıllarda hukuk sistemi ve demokraside geriye doğru atılan adımlar, Türkiye’deki yatırımlarının geri dönüşü konusunda yabancıların kafasında soru işaretleri yaratmaya başlamış bulunuyor. İkincisi, Türkiye’nin komşularıyla ve başta ABD olmak üzere Batı ülkeleriyle yaşadığı siyasi gerginlikler de yabancı yatırımcıların iştahını kaçırıyor. Dolayısıyla hükümetin Türkiye’ye yabancı sermaye girişinin yeniden başlamasını sağlamak için hem hukuk sistemi ve demokraside geriye gidişi durdurması hem de komşularıyla ve Batı ülkeleriyle siyası gerginlikleri sona erdirmesi şart görünüyor.

BÖYLE GİDERSE NE OLUR?

Maalesef Türkiye’nin “Yabancı sermaye gelmezse gelmesin” deme lüksü yok. Çünkü hem ödemesi gereken yüklü dış borcu hem de ekonomisini çevirmek için dış kaynak ihtiyacı var. Bu ihtiyacın karşılanmaması çok ciddi bir yoksullaşma anlamına geliyor. Bu nedenle öyle ya da böyle mutlaka bu yabancı sermaye girişi sorununun çözülmesi gerekiyor. Bize göre eninde sonunda da bu sorun yukarıda bahsettiğimiz siyasi adımların atılmasıyla çözülecek. Bu çözüm ne kadar çabuk gelirse ödenecek fatura o kadar düşük olacak. Çözümün gecikmesi ise ödeyeceğimiz faturayı giderek ağırlaştıracak.

YENİ PROGRAM “EKONOMİDE KRİZ VAR” DİYOR

Hükümetin her yıl sonbahar aylarında yayınladığı ve ekonomideki gelecek üç yıla ilişkin hedefleri içeren Orta Vadeli Program (OVP), bu yıl bir isim değişikliğiyle Yeni Ekonomi Programı (YEP) adıyla yayınlandı. YEP’deki 2018 yılına ilişkin gerçekleşme tahminleriyle 2019-2021 dönemine ilişkin hedefler hükümetin ekonomide bir kriz yaşandığını kabullendiğini gösteriyor. YEP bu krizin üç yılda atlatılmasını ve ekonominin yeniden hızlı büyümeye dönmesini öngörüyor. Ancak YEP’de bunun nasıl sağlanacağına ilişkin tatmin edici bilgiler yer almıyor.

YEP’deki temel ekonomik hedefleri yandaki tabloda görüyorsunuz. Bunlardan bazıları şu an için gerçekçi gibi görünürken bazılarının gerçekleştirilmesi ise bize kalırsa oldukça zor. YEP’deki nispeten gerçekçi hedefleri ekonomik büyümeye ve enflasyona ilişkin olanlar oluşturuyor. Ekonomi bu yılın ilk yarısını zaten yüzde 6,3 büyümeyle kapattı ve işler çok daha kötüye gitmezse bu yılı yüzde 3-4 arasında büyümeyle kapatması mümkün. 2019’un ikinci yarısında başlayacak bir toparlanmayla da gelecek yıl yüzde 2-3 arasında büyüme yaşanabilir. Enflasyonda da bu yıl sonu için yapılan yüzde 20,8’lik tahmin ekonomik kamuoyundaki beklentilerle uyumlu. Enflasyonun bu seviyeden yavaş yavaş düşüşe geçmesinin öngörülmesi de olumlu. YEP’teki işsizliğe, bütçe açığına ve cari açığa ilişkin hedefler ise pek gerçekçi değil. Türkiye’de işsizlik oranının sabit kalması için bile ekonominin yüzde 5,5-6 arasında büyümesi gerekiyor. Büyümenin bu seviyenin çok altında kalmasının beklendiği önümüzdeki üç yılda işsizlik YEP’de öngörülenin çok üzerine çıkabilir. Büyümenin yavaşladığı bir ortamda vergi gelirlerindeki artış da yavaşlayacağı ve bu sırada harcamaları tutmak ise pek mümkün olmayacağı için bütçe açığının gayri safi yurtiçi hasılaya (GSYH) oranını yüzde 1,7-1,9 arasında tutmak imkansız gibi. Cari açığın GSYH’ye oranına ilişkin hedefler de ekonomik büyüme hedefleriyle uyumlu görünmüyor.

YEP’in pek gerçekçi olmayan ve ekonomik kamuoyundan en çok tepki çeken bir yönü de dolar kuru varsayımları oldu. YEP’deki TL ve dolar cinsi GSYH hedeflerinden ortalama dolar kurunun 2018 yılı için 4,90 TL, 2019 yılı için 5,60 TL, 2020 yılı için 6,00 TL ve 2021 yılı için de 6,20 TL olarak varsayıldığı hesaplanıyor. Oysa biz bu yazıyı yazarken dolar kuru zaten 2021 yılı öngörüsü dolayındaydı. Bu dolar kuru varsayımlarına dayanan dolar cinsinden milli gelir hedeflerinin tutmasının da imkasıza yakın olduğunu söyleyebiliriz.

EKONOMİ VİTES KÜÇÜLTMEYE BAŞLADI

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2018’in ikinci çeyrek dönemine ilişkin gayri safi yurtiçi hasıla (GSYH) verilerini geçen ay yayınladı. Bu verilerin anlattıklarını şöyle özetleyebiliriz:

* Türkiye ekonomisi geçen yılın üçüncü çeyreğiyle bu yılın ilk çeyreği arasında epey hızlı büyümüştü. İkinci çeyrek döneme ilişkin veriler ise ekonominin vites küçültmeye başladığını gösteriyor. İkinci çeyrekte ekonomi geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 5,2 büyüdü. Yılın ilk çeyreğinde bu oran yüzde 7,3’tü. Ekonomi geçen yılın son çeyreğinde de yüzde 7,3 büyümüş, 2017’nin üçüncü çeyreğindeki büyüme ise yüzde 11,5’i bulmuştu.

* Ekonominin ilk çeyrekteki hızlı büyümesinin arkasında iç talepteki canlılık vardı. İkinci çeyrekteki hız kesme de iç talepteki yavaşlamadan kaynaklandı. İlk çeyrekte yüzde 9,3 olan hanehalkı tüketimindeki artış, ikinci çeyrekte yüzde 6,3’e inerken, bu kalemin büyümeye katkısı 5,8 puandan 3,8 puana geriledi. İlk çeyrekte yüzde 7,9 olan yatırım harcamalarındaki artış ikinci çeyrekte yüzde 3,9’a gerilerken, bu kalemin büyümeye katkısı 2,3 puandan 1,2 puana indi. Buna karşılık iç talebin bir diğer öğesi olan kamu tüketimindeki artış ilk çeyrekte yüzde 4,9 iken ikinci çeyrekte yüzde 7,2’ye çıktı. Ancak GSYH içindeki payı pek yüksek olmadığı için kamu tüketiminin büyümeye katkısı 0,7 puandan ancak 1 puana çıkabildi.

* İkinci çeyrekte büyümenin daha fazla düşmesini mal ve hizmet ihracatındaki artışın yükselmesi engelledi. İlk çeyrekte yüzde 0,7 olan mal ve hizmet ihracatındaki artış ikinci çeyrekte yüzde 4,5’e çıktı. Bu durum muhtemelen hizmet ihracatından kaynaklandı. Çünkü ihracat miktar endeksi verileri ikinci çeyrekte ihracatın reel olarak düştüğünü gösteriyordu. Hizmet ihracatındaki artış da turizmdeki güçlü toparlanmayla bağlantılı gibi. İlk çeyrekte 0,2 puan olan mal ve hizmet ihracatının büyümeye katkısı ikinci çeyrekte 1 puana yükseldi.

* İlk çeyrekte yüzde 15,4 olan mal ve hizmet ithalatındaki yıllık artış ise ikinci çeyrekte sadece yüzde 0,3 olarak gerçekleşti. Böylece ilk çeyrekte 3,6 puanı bulan mal ve hizmet ithalatının ekonomik büyümeye negatif etkisi ikinci çeyrekte 0,1 puana indi.

* İkinci çeyrekte stok değişimi de ekonomik büyümeyi olumsuz etkiledi. Önceki üç çeyrekte stoklarda artış olmuş ve bu da büyümeyi yukarı çekmişti. 2018’in ikinci çeyreğinde ise stoklarda erime yaşandı ve bu durum büyümeden 1,7 puanı götürdü.

* İkinci çeyrekteki ekonomik büyümeye sektörel bazda bakıldığında ise en büyük katkının yine hizmetler sektöründen geldiği görülüyor. Hizmetler sektörü ikinci çeyrekte yüzde 6,4 büyürken bunun ekonominin genelindeki büyümeye katkısı 4,3 puan oldu. Sanayi sektörü yüzde 4,3 büyümeyle ekonominin genelindeki büyümeye 0,9 puanlık katkı yaptı. İkinci çeyrekte sadece yüzde 0,8’lik büyüme gösterebilen inşaat sektöründen ise ekonominin genelindeki büyümeye ancak 0,1 puanlık katkı gelebildi. İkinci çeyrekte yüzde 1,5 küçülen tarım sektörü ise ekonominin genelindeki büyümeden 0,1 puan götürdü.

* İkinci çeyrekte döviz kurlarında yaşanan artışın faizlere yansıması dönemin ortalarına doğru başladığı için bunun bu dönemdeki büyümeye etkisi sınırlı oldu. Ancak üçüncü çeyrekte hem döviz kurlarında daha büyük bir sıçrama hem de faizlerde daha fazla artış gördük. Bu nedenle üçüncü çeyrekte ekonomide daha fazla yavaşlama çıkacak gibi görünüyor. Bu tablo dördüncü çeyrekte de süreceğe benziyor. Şu anda ekonomide bir resesyonun yaşanıyor olması bile mümkün.

ENFLASYON GİDEREK RAYDAN ÇIKIYOR

Temmuz ayında yüzde 15,8 olan yıllık Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) enflasyonu ağustos ayında yüzde 17,9’u buldu. Bu durum aynı ayda yaşanan döviz kurlarındaki yüzde 30’u aşan sıçramanın fiyatlara hemen yansımaya başlamasından kaynaklandı.

Kurlardaki sıçrama her zaman olduğu gibi Üretici Fiyat Endeksi (ÜFE) enflasyonuna daha fazla yansıdı. Temmuz ayında yüzde 25 düzeyinde bulunan yıllık ÜFE enflasyonu ağustosta yüzde 32,1’e fırladı. ÜFE’deki artış muhtemelen önümüzdeki aylarda TÜFE’ye yansıyacak. Dolayısıyla kurlar mevcut seviyesinde kalsa bile tüketici enflasyonundaki artış bir müddet daha süreceğe benziyor. Zaten bu nedenle 2018 sonu için enflasyon beklentileri yüzde 20 dolayına yükselmiş bulunuyor.

Enflasyonun giderek raydan uzaklaşması üzerine Merkez Bankası geçen ay para politikası faizinde daha önce hiç görülmemiş büyüklükte bir artış yapmak zorunda kaldı. 625 baz puanlık bu artışla bir hafta vadeli repo borç verme faizi yüzde 17,75’ten yüzde 24’e çıkarıldı. Bu faiz artışı yabancı yatırımcıya daha fazla getiri imkanı sunarak sermaye girişindeki zayıflamanın önüne geçmeyi amaçlıyor. Bu açıdan bir müddet işe yaraması mümkün. Ancak yabancı sermaye girişindeki zayıflama siyasi sorunlardan kaynaklandığı için esas çözüm yolu bu siyasi sorunların halledilmesinden geçiyor.

KÜRESEL TİCARETTEN KÖTÜ HABER VAR

Hollanda’da kurulu Centraal Planbureau (CPB) isimli kurumun verilerine göre, küresel ticaret bu yılın ikinci çeyreğinde yerinde saydı. CPB’nin mevsimsel düzeltilmiş verileri, ikinci çeyrekte dünya ticaret hacminde önceki çeyrek döneme göre artış yaşanmadığını gösteriyor.

Küresel ticaret 2008-2009 küresel krizinden sonra bir türlü önceki seviyesine geri dönemese de 2016’nın son çeyreğinden bu yana nisbeten iyi durumdaydı. 2016’nın son çeyreğinden bu yılın ilk çeyreğine kadar olan dönemde küresel ticarette yüzde 1,2’lik bir ortalama artış temposu vardı. Ancak ABD’nin başını çektiği ticaret savaşlarının sonucu olarak bu dönem geride kalmış gibi görünüyor. Üçüncü çeyrekte küresel ticaretten daha kötü haberler alabiliriz. Ticaret savaşlarının giderek kızışması, küresel ticaretteki durgunluğun yılın kalan döneminde de sürebileceğini düşündürüyor.

Türkiye’de ekonomik kriz dönemlerinde şirketler kurtuluşu genelde ihracata daha çok yönelmekte bulur. Mevcut krizde de aynı reçeteye sarılmaya çalışan birçok şirket var. İşte küresel ticaretteki durgunluk bu açıdan hiç iyi bir haber değil. Bu durgunluk şirketlerimizin işini iyice zorlaştıracağa benziyor.

Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Yorum Yaz