“Yeni Normal”e Alışma Zamanı

Küçülen ekonomiler, düşen hisse senedi fiyatları, batan bankalar, iflas eden şirketler… Sadece Türkiye değil, başta ABD olmak üzere bütün dünya ekonomisi zor bir dönemden geçiyor. Ancak, “en kötü g...

1.06.2003 03:00:000
Paylaş Tweet Paylaş
Küçülen ekonomiler, düşen hisse senedi fiyatları, batan bankalar, iflas eden şirketler… Sadece Türkiye değil, başta ABD olmak üzere bütün dünya ekonomisi zor bir dönemden geçiyor. Ancak, “en kötü günler geride” kalmak üzere… Büyüme ve iyileşme işaretleri geliyor. Buna rağmen yönetim danışmanları “Hızlı yükselme dönemi” başlamayacak uyarısında bulunuyor. Onlara göre, içinde bulunduğumuz dönemin “normalleri” farklı olacak. Şirket değerinden, eleman almaya; yeni iş kurmaktan, ücret yönetimine, artık herkesin bu “Yeni normal” yaklaşımına kendini alıştırması gerekiyor.  
 
“İş dünyasındaki insanlar yakın geçmişte yaşadıklarından dolayı şaşkın durumdalar. Parlak büyüme dönemlerinde tatlı hayaller kurdular. Ardından yaşadıkları çöküşte kayıplarının çetelesini tutmak zorunda kaldılar. Terör, savaş, ekonominin iki kez üst üste dip yapması (double deep) gibi tehlikeler nedeniyle onlarda gelecek korkusuna kapıldılar. Benim onlara bir tavsiyem var. Bundan sonrası için büyük şeyler beklemekten vazgeçsinler. Yeni bir döneme girdik. Bu dönemin adı ‘Yeni normal’…2003 yılı da bu dönemin başlangıcı”…  
 
Bu değerlendirmeler, ABD’nin önde gelen yatırım danışmanı ve fon yöneticilerinden Roger McNamee’ye ait. Ona göre,  “Yeni normal”, sizin bir sonraki parlak büyüme ve yükselişi bekleyeceğiniz bir dönem değil. Hayatın geri kalanı belki de böyle geçecek. Dolayısıyla, dünyanın dört bir yanındaki insanların buna alışması gerekiyor.  
 
ABD’li Integral Capital Partners’in ortaklarından Roger McNamee, bu görüşünde yalnız değil. ABD’den Avusturalya’ya, dünyanın dört bir yanında içine girdiğimiz dönemi ve sonrasını anlatmayı hedefliyor. Üstelik, Türkiye’de de ciddi taraftarları var. Yaşanan krizden sonra ekonominin, iş dünyasının, hatta günlük yaşamın da “Yeni normal” kurallarına göre işleyeceği görülüyor.  
 
İşin sırrı ise şöyle özetleniyor: “1990’lı yıllar artık bitti ve asla geri gelmeyecek”. ABD ekonomisinin 10 yıl boyunca sürekli büyüdüğü ve dünya ekonomisini de sürüklediği o güzel günler geçti. Asla o günlere dönüş yok. Geçtiğimiz 3 yıl boyunca da resesyon, dev uluslararası şirketleri iflasa sürükleyen skandallar yaşadık. Şimdi ise adeta teneffüs zili çaldı ve dinlenmek için kısa bir ara verildi.  
 
Aslında çok sayıda ünlü ekonomist aynı görüşte buluşuyor ve “En kötü zamanlar geçti. Ancak, hızlı yükselme döneminin başlayacağı anlamına da gelmiyor” uyarısında bulunuyor…  
 
Yani küçülme, daralma dönemi bitti ama ardından 1990’ların eski, parlak günleri de gelmeyecek. İnsanların bu gerçekle yüzleşmesi gerek.  
 
“Yeni normal” nedir?  
 
Çoğumuz belki farkında bile değiliz..Ama 2003 yılı, dünya ve Türkiye için yeni bir dönemin başlangıcı… Politik dengeler değişiyor, ekonomik ortamı ve iş yaşamını yönlendiren paradigmalar farklılaşıyor. “Berlin Duvarı”nın yıkılması ve Sovyetler Birliği’nin dağılması 1990’lara damgasını vuran olaylardı. Irak’taki yönetim değişikliği ve Ortadoğu’daki gelişmeler ise 21’inci yüzyılın ilk on yılını şekillendiren en önemli olaylar olacak.  
 
ABD ekonomisi için 1990’lı yıllar sürekli olarak 10 yıl üst üste büyüme sağlandığı güzel günlerdi. Ardından Amerikan borsaları Ocak 2000’de inişe geçti ve Ekim 2002’ye kadar yüzde 37 oranında düştü. Ardından endeks başını hafifçe yukarı kaldırdı…Ama işte o kadar.  
 
Artık yeni ve büyük şeyler beklemeyi unutmamız gerekiyor. Piyasaya  ne çok kötümser, ne çok iyimser yaklaşmalıyız. İkisinin ortası “normal” bir tutum izlememiz gerekiyor.  
Yatırımcılar bu dönemde ne aşırı muhafazakar ne de aşırı cömert davranmalı, orta yolu bulmalı.  
 
“Yeni normal” olarak tanımlanan bu dönemde geçtiğimiz 10 yıl boyunca kanıksadığımız birçok şeyi unutmamız gerekiyor. Zaman, para ve liderlik gibi kavramlar hakkındaki yaklaşımları değiştirme vakti geldi.  “Daha hızlı olmak daha iyidir” sözünü unutun gitsin.  
 
Sermaye ve para bulmak artık eskisi kadar kolay olmayacak. Yöneticiler ve girişimciler sadece liderlik yetenekleriyle değil, bilgi birikimi ve deneyimleriyle öne çıkabilecek.  
 
“Vizyon” sadece şirket duvarlarına çerçeveletilip, asılan üç –beş cümle olmaktan çıkacak ve anlamlı hale gelecek. “Sabır” iş dünyasında tekrar hak ettiği öneme kavuşacak.  
 
Hangi kavramlar etkilenecek?  
 
“Yeni normal” olarak tanımlanan bu dönemde borçlanmadan kârlılığa, şirket değerlemeden yönetici ücretlerine pek çok alanda ayağı yere basan, gerçekçi yaklaşımlar hakim olacak. İş modellerinden, yönetici ücretlerine; işe alımlardan, liderliğe kadar iş yaşamının her alanında daha akılcı, makul stratejiler geçerli olacak.  
 
Geçtiğimiz 10 yıllık dönemde şirketleri para kazanıp, kazanmadığına bakılmaksızın, büyüme hızı veya müşteri sayısının artışı gibi göstergelere bakılıyordu. Bu yaklaşım para kazanmayan, kâr etmeyen şirketlerin piyasa değerinin aşırı yükselmesine de yol açıyordu. Şimdi ise “gerçek değer” yaratmak ön planda olacak.  
 
1990’lı yıllardaki internet çılgınlığı ve patlama dönemine tekrar dönüş olmayacak ama 1980’lerin normalleri de geçerli olmayacak. Çünkü, teknoloji artık iş dünyasına ve sosyal dokuya işledi.  
 
Artık “iş modelleri” daha farklı kavramlar üzerine geliştirilecek. 1990’larda müşteriler bedelini tam olarak ödemedikleri çok sayıda ürün ve hizmetten faydalandılar. Bazı ürün ve hizmetlerin önemli bölümü müşteriler için “bedava”ya geldi. Oysa, günümüzde en iyi iş planları müşterinin kendi maliyetini karşıladığı, ödediği modeller.  
 
Kontrollü büyüme zamanı  
 
1990’lı yıllarda ABD ekonomisinin göz kamaştıran performansı nedeniyle ekonomi de, borsa da  “hızlı büyüme” arzusu baş gösterdi. Buna birde girişimcilerin ihtirası ve aşırı iyimserlik eklenince ortaya çıkan tempoya ayak uydurmak zorlaştı.  
 
Boston Consulting Group Türkiye’nin yönetici ortağı Muzaffer Egeli, “Her şirket agresif şekilde büyümek ister. Ancak, agresif büyüme kontrolden çıkarsa tehlikeli olur. Hiçbir şirket yapısı, kontrolsüz ve yüksek oranlardaki büyüme hızına ayak uyduramaz. Üstelik, kontrolsüz büyüme sistem tıkandığında küçülmeye yol açar. Bu da şirketlerin hisse değerlerinin düşmesine neden olur” diyor.  
 
Ulaş Bıçakcı, “Türkiye’de kendimi bildim bileli kimin işi kötüye gitse, ‘Hızlı büyüdük’ der. Oysa, ekonomik ortam istikrarlı olmadığı için hızlı büyüme Türkiye’deki şirketler için daha risklidir” saptamasını yapıyor.  
 
Adımlarını kontrollü, planlı-programlı ve uzun vadeye yayarak atan şirketler sonuçta daha başarılı oluyor. Günümüz yatırımcılarının agresif büyümeyi hedefleyenler yerine daha kontrollü büyüme taraftarı olan şirketleri tercih ettiğini söyleyen Muzaffer Egeli, bunun nedenini şöyle açıklıyor: “Bu temkinli yaklaşımı izleyenler ekonomik krizlerden daha az etkileniyor. Bu da yatırımcılara güven telkin ediyor.”  
 
Borç yiğidin kamçısı değil  
 
Birçok şirket büyümek için yakın geçmişte borçlanma konusunda sınırlarını zorladı. Türkiye’nin sayılı büyük firmaları bile 2001 krizi sonrasında bu borçları nedeniyle zor durumda kaldı. Dev holdingler bile ayakta kalabilmek için, “İstanbul yaklaşımı” kapsamında borçlarını yeniden yapılandırdı. Bundan sonra ise borçlanma konusunda daha temkinli olunacak.  
 
Yönetim danışmanı Ulaş Bıçakçı, “Temkinli borçlanma aslında yüz yıla yakın bir gerçek. Çok eskiden beri normal ve doğru olan bir yaklaşım. Normal olmayan, son zamanlarda uyanık geçinenlerin veya büyüme ihtirasına kapılanların borçlanma politikalarıydı. Şirketleri batıran nedenlerin en başında aşırı banka borçları gelir. Vehbi Koç ve Asım Kocabıyık gibi gerçek işadamları bu konuda hassas davranmışlardır. Asım Bey işi oğluna teslim ederken verdiği en önemli öğüt, ‘Borçla büyüme’ demek olmuştur” diyor.  
 
Ona göre, büyüme ihtirasıyla başını duvara çarpanlar, tekrar bu yüzyıllık gerçeğin farkına vardı ve borçlanma konusunda geçte olsa doğru yol bulundu.  
 
Asıl olan gerçek değer!  
 
İnternet ve teknoloji şirketleri ile ilgili gelecek beklentilerinin aşırı şişirilmesiyle birlikte bazı dengeler sarsıldı. Şirketlere değer biçerken kâr yerine gelecek beklentileri çok fazla ağır bastı. Yöneticiler gerçek değer yaratma konusunu ihmal edip, şirketin piyasa değerini yükseltme gayreti içine girdiler.  
 
Süperstar teknoloji yatırımcısı Roger McNamee internet zamanında  “eski normal” adını taktığı koşullar ile “yeni normal” i şöyle kıyaslıyor:  
 
“İnternet şirketleri göz açıp, kapayıncaya kadar geçen zamanda kurulup halka açılıyordu. Sermaye ve para bulmak kolaydı. Kâra değil, hızla büyüyen ziyaretçi, tıklama veya müşteri sayısına bakılarak bu şirketlere para yatırılıyordu. Piyasa değerinin büyümesi öne çıkmıştı. Şimdi ise sermaye bulmak zorlaştı. Gerçek değer yaratmak önem kazandı. Şirketler bu gözle değerlendiriliyor. Yatırımcılar daha akılcı davranıyor. Sadece titiz, dikkatli biçimde hazırlanmış bir iş planı olan ve kısa vadede pozitife geçebilen girişimciler para bulabiliyor.”  
 
Yönetim danışmanı Ali Nail Kubalı da benzer görüşler dile getiriyor: “E-business işinde bir dönem ‘ortaklara değer yaratma’ denilen şey sadece şirketin hisse değerinin artırılması olarak görüldü. Şirketlerin temel değer yaratma yönteminin kâr olduğu unutuldu. Örneğin, dünyanın önde gelen bir meşrubat şirketinin değeri sattığı meşrubat kasasına endekslendi. Böylece değeri şişirildi. Oysa, bu doğru değil daha çok satmak her zaman daha kârlı çalıştığınız anlamına gelmez.”  
 
Türkiye’ye nasıl yansıdı?  
 
Gerçek değerin tekrar “normal”e dönüşmesi ve öne çıkması Türkiye’ye de yansıdı. İnternet servis sağlayıcıları (İSS) pazarında yaşanan konsolidasyon bu yaklaşımın bir uzantısı. Bir zamanlar Türkiye’deki İSS şirket sayısı 60’ın üzerine çıkmıştı. 2001 yılındaki kriz konsolidasyonun başlamasında ve ölçek ekonomisinin oturmaya başlamasında etkili oldu.  
 
Borusan Teknoloji Genel Müdürü Burak Gökmen, “Kriz öncesinde İSS şirketleri fizibilite yapmadan ve gelecekte kâr edeceği beklentisiyle kuruluyordu. Artık bu tür bir yaklaşımı benimsemek mümkün değil. Konsolidasyon sürecinin önümüzdeki dönemde de devam edeceğini tahmin ediyorum” diyor.  
 
Uluslararası yönetim danışmanlığı şirketi McKinsey& Company’in hazırladığı “Türkiye’de Verimlilik ve Büyüme Atılımının Gerçekleştirilmesi” adlı araştırmaya göre, telekomünikasyon sektörünün verimliliğinin ABD’nin yüzde 64’ü düzeyinde. Bu verimsizliğin en önemli nedenlerinden biri, sektörün liberalleştirilmemiş olması. Verimsizlik yeni dönemde asla “normal” kabul edilemeyecek bir durum. Zaten anlaşma gereği 2004’e kadar TT’un özelleştirilmesi kaçınılmaz hale geldi.  
 
Gerçekçi muhasebe sistemi  
 
Bundan sonra yaşamımız “iyi yönetim”, “maliyet hesabı” ve “gerçek değer” gibi ayağı yere basan kavramlar üzerine konulacaksa planlarımızı buna göre yapmalıyız. Öncelikle enflasyon muhasebesi uygulaması “norm” haline gelmeli, tüm şirketler bu uygulamayı benimsemeli ki sanal kârlar ile gerçek kârlar birbirinden ayırt edilebilsin.  
 
Ali Nail Kubalı, “Enflasyon muhasebesi uygulanmadığı için enflasyon kârlarını gerçek kâr zannediyoruz. Onların üzerinden vergi alıp, şirketlerin sermayelerini zayıflatıyoruz. Politikacıların bol keseden yaptığı harcamaları finanse edebilmek için enflasyon muhasebesinden kaçınıldı” diyor.  
 
Her türlü mantığı bir kenara bırakarak, enflasyon muhasebesini uygulamamakta direnmenin sonucu ortada. Kubalı bu ironik durumu şöyle ifade ediyor: “Bilançosu kâr gösteren bankalar ve şirketler gümbür gümbür battı.” Onun tabiriyle; “Artık deniz bitti.”  
 
Türkiye’de temelde büyük bir reform yapıp, mantık ve muhakeme ile barışmamız, enflasyon muhasebesi, kamuda devrim, kurumsal yönetim gibi uygulamaları bir an önce hayata geçirmek gerekiyor. Dünyadaki yeni düzen bunu gerektiriyor. Aksi takdirde Türkiye’nin yabancı yatırımcı ve sermaye çekme şansı yok.  
 
Ücretlerde yeni normal ne?  
 
1980’lerin sonunda Türkiye’deki deneyimli, yetişmiş yöneticilerin sayısı talebi karşılayacak düzeyde değildi. Bu durum yönetici ücretlerini de yükseltti. Buna bir de kârlı olmayan şirketlerin muhasebe marifetiyle kârlı gibi gözüküyordu. Kâr ettiği düşünülen bu şirketlerin başındaki yöneticilerin ücretleri, yan hakları da yükselmeye devam etti. Bankacılık ve bilişim sektörlerinde orta kademelerde bile ‘dudak uçuklatan’ rakamlar normal sayılma başlandı. Bankaların şube müdürlerinin astronomik ücretlerle transferleri hiçte şaşkınlık yaratmıyordu.  
 
2001 krizinde ise şirketler 2001 yılında kriz nedeniyle performans primi, otomobil ve benzeri yan haklarda kısıtlamaya gittiler Yöneticilerin ücret paketlerinde kısıtlamalara gidildi.  Profil Danışmanlık’ın yönetici ortağı Ayşe Öztuna bu konuda şu değerlendirmeyi yapıyor:  
 
“O zaman herkes ‘Bir süre sonra her şey normale dönecek’ diye düşünüyordu. Ama öyle olmadı. 2003’e geldiğimizde bu durum yavaş yavaş norm olmaya başladı. Yeni iş arayan insanlar büyük beklentilerden vazgeçmek, ayakları yere basan taleplerde bulunmak zorunda kaldı”.  
 
Bundan sonra yönetici ücretlerinde “ayakları yere basan”, makul paketler ve performansa dayalı ücret sistemi kabul görecek.  
 
İşe alımda yeni dönem  
 
Krizler ve işten çıkarmalar, Türk şirketlerine çok önemli bir şey öğretti. Eleman sirkülasyonu, yetişmiş bir elemanın şirketten ayrılması da bilançoya zarar olarak yansıyabiliyor. Bir elemanın işten ayrılmasının şirkete maliyeti, onun 1 yıllık ücretinin 1,5 katına ulaşabiliyor.  
 
Bir yöneticinin işten ayrılması ise şirketi o kişinin yıllık ücretinin 2,5 katı zarara uğratıyor.  
Doğru pozisyonda doğru kişiyi çalıştırmayan şirketler ise verimli olamıyor. Verimliliğin bu derece önemli olduğu bir dönemde şirketler işe alımlarda ince eleyip, sık dokuyor. Eleman seçimlerinde çok titiz davranılıyor. Türkiye’nin önde gelen kuruluşlarından birinin genç bir mimarı işe almak için yaptığı görüşme sayısı 7-8’e çıkabiliyor.Ayşe Öztuna, işe alımlardaki yeni yaklaşımı şöyle anlatıyor:  
 
“Artık bir kişiden daha fazla verim bekleniyor. Bir adayı işe alırken bir değil, birçok yöneticinin uzlaşması gerekiyor. Yöneticilerin hiçbiri ‘Bu adamı beğendim. İşe alalım’ diyerek, riski tek başına üstlenmek istemiyor.”  
 
İşe alımlardaki bu titiz yaklaşım beraberinde yeni uygulamaları da getirdi. Artık pek çok şirket “değerlendirme merkezi” (assesment center) yönetimini kullanarak adayları inceliyor ve buradan çıkan sonuçlara göre karar veriyor. Değerlendirme merkezlerinde adaylar kendilerine verilen bir proje veya problem üzerinde çalışıyor, sunumlar yapıyorlar. Bu yöntemde iş ortamının bir nevi simülasyonu oluşturuluyor. Adayların tutum ve davranışları, kişilik yapıları, takım çalışmasına yatkın olup olmadıkları gözlemleniyor. Ayşe Öztuna, “Bu yöntemi kullanan 3-5 şirket vardı. Şimdi ise çok sayıda firma bu yöntemi kullanmak istiyor. Hem ilgi hem de talep gözle görülür biçimde yükseldi” diyor.  
 
CORE BUSINESS’A DÖNÜŞ OLACAK  
 
Türkiye’nin önde gelen grupları, 1990’lı yıllarda olumlu ekonomik koşulların da etkisiyle, karşılarına çıkan her iş fırsatını değerlendirmeye yönelik bir yaklaşım sergilediler. Boston Consulting Group’tan Muzaffer Egeli, “Birçok holding ve şirket yepyeni iş alanlarına ve sektörlere girdi. Fakat bu adımlar, her zaman genel şirket stratejileri ile uygunlukları tartılarak atılan adımlar değillerdi. Dolayısıyla, rekabetin artması ve ekonominin inişli-çıkışlı bir döneme girmesiyle çoğu başarısızlıkla sonuçlandı” saptamasını yapıyor.  
 
SANAYİ İLK SIRADA  
 
Türkiye’de şirketlerin iş yelpazesini çeşitlendirmesi, 1980 öncesi kapalı ekonomi dönemine dayanıyor. Yönetim danışmanı Ali Nail Kubalı, Türkiye’deki şirketleri kök işlerine (core business) odaklanmaya zorlayan koşulların gelişimini şöyle aktarıyor: “Kapalı bir ekonomide riske dağıtmanın tek yolu farklı sektörlere girmekti. 1980’li yıllar öncesinde Koç, Sabancı ve Yaşar Holding çeşitli iş kollarına ve sektörlerine yatırım yaptı. Türkiye 1994’te Avrupa ile Gümrük Birliği anlaşmasını yaptı ve o zamandan beri en azından sanayi sektörlerinde dünyaya entegre oldu. Artık iş alanlarını çeşitlendirmeye (diversification) gerek yok.”  
 
GEÇ Mİ ANLAŞILDI ?  
 
Koç Topluluğu, 1990 yılında danışman firmalarla birlikte “2000’li yıllar” adında bir proje geliştirdi. Sabancı da benzer bir hazırlık yaptı ve stratejik sektör ve işlerini belirledi. Böylece önde gelen firmalar “kök işlere” dönüş için ön hazırlıklarını uzun zaman önce başlattı. Ancak, Türkiye’deki diğer firmalar bu konunun önemini çok daha geç kavradı.  
 
Ali Nail Kubalı, “Gümrük Birliği anlaşması geliyorum diyordu. Ama çoğu patron son güne kadar bekledi ve elini yaktı. Büyük holdingler core business stratejisini uygulamaya başlayınca, diğer patronlarında gözü açıldı” saptamasını yapıyor.  
 
NASIL UYGULANACAK?  
 
“Kök iş” tanımı da değişiyor, daha akılcı bir yaklaşımla biçimleniyor. Boston Consulting Group’tan Muzaffer Egeli, odaklanma stratejinin yenilenen temel felsefesini “Bu alanlar ille de şirketlerde en büyük ciro payına sahip oldukları iş alanları olmayabiliyor. Şirketler iç ehliyetlerini ve tecrübelerini en iyi kullanabilecekleri, stabil, yeterli kârlılık ve gelecek vaat eden alanlara odaklanmayı seçiyor” diyerek özetliyor.  
 
Egeli, önümüzdeki günlerde şirketlerin odaklanma stratejisini kullanmaya devam edeceğini söylüyor.  
 
“MEVCUT BANKALARIN DEĞERİ ARTACAK AMA BANKA SAHİPLİĞİ CAZİP OLMAYACAK”  
 
Hüsnü Özyeğin /Finansbank
 
 
Finansbank Yönetim Kurulu Başkanı Hüsnü Özyeğin’de “banka sahibi olmanın cazibesi kalmayacak” görüşünde. Özyeğin, konuyla ilgili sorularımızı şöyle yanıtladı:  
 
Bankacılık sektöründe hep söylenen ama gerçekleşeceğine olasılık vermediğimiz olaylar yaşandı. Sizce değişim devam edecek mi? Banka sayısında ideal sayısına gelindi mi?  
 
Evet, çok sağlıklı şeyler oluyor. Ama bankacılık sektöründe daha verimli çözümler aranacağına inanıyorum. Türkiye’de kriterler değişiyor. Kredi kartı veren banka sayısı 5 yıl sonra belki 10’a, 10 yıl sonra ise belki de 5’e gerileyecek. Bu tür değişiklikler olacak. Bazıları kredi kartı verme işinden çıkacak, bazıları kurumsal bankacılıktan, bazıları ise bireysel bankacılıktan çekilecek. Bu tür değişikler olacak. Bu türden konsolisdasyon yaşanacak. Butik olarak 2-3 şubeli, kurumsal altyapı bankacılığı yapacaklar.  
 
Her bankanın bence faaliyet alanı daralacak ve bir de 4-5 büyük universal banka olacak. Bu bankalar her şeyi yapmaya devam edecek.  
 
Banka sahibi olmak çok cazipti. Bir lisansa 60-70 milyon doların ödendiği bir dönem oldu  
 
O dönem çok farklı motifler vardı ve şu anda bu yapı ortadan kalktı. BDDK’nın kriterleri belli ve o tür motiflerin olmazsa, böyle şeyler olmaz. Bankalar yeniden prim yapacak. Enflasyon düştüğü zaman, 2005-2006’da bu olacak.  
 
Mevcut bankaların değeri artacak ama eskisi gibi banka sahibi olayım cazibesi olmayacak. Mevcut bankaların değeri artacak ama artık dünyada da “benim bankam olsun” anlayışı olmadığına göre, Türkiye’de de geri dönüşü olmayan bir şekilde kalkmış vaziyette.  
 
OTOMOBİL SEKTÖRÜNÜN “YENİ NORMAL”İ  
 
Aşırı beklentilere yer yok
 
 
1998-2000 yıllarında yapılan gelecek projeksiyonlarına baktığımızda günümüz koşullarında hayli iddialı kaldıklarını görüyoruz. O yıllarda otomobil, cep telefonu ve internet aboneliği ile ilgili satış beklentileri yüksekti ama bu beklentiler gerçekleşmedi.  
 
Örneğin, iç pazarda her yıl 450-500 bin otomobil satılabileceği ön görülüyordu. “Bu tahmin aslında o günün koşullarında garipsenecek bir rakam değildi” diyen Tofaş Dış İlişkiler Grup Direktörü Nezih Sözen şunları söylüyor:  
 
“1989-1993 yılları arasında otomobil satışları 118 binden 442 bine çıktı. Türkiye yılda ortalama yüzde X hızla büyüyordu. O ortamda yılda ortalama 450-500 bin otomobil satışı tahmini hiçte garipsenecek bir rakam değildi. O tarihler için normal bir rakamdı”.  
 
Sözen’e göre kişi başına milli gelirin düşüklüğü ve gelir dağılımındaki bozukluk, orta vadede otomobil pazarının önündeki en büyük engeli oluşturuyor. Bu nedenle yüksek satışlar da beklemiyor. Sözen, “Önümüzdeki 5-6 yıl boyunca iç pazarda yılda 250 -300 bin otomobil satılacak. 2000 yılı seviyesini yakalamak en az 6 yıl alır” diyor.    
 
2000 yılında Turkcell Genel Müdürü Cüneyt Türktan, Türkiye’de cep telefonu sahipliğinin 2005’te yüzde 50’ler seviyesine ulaşacağını, yani abone sayısının 35 milyonun üzerine çıkacağını söylemişti. Oysa, şu anda abone sayısı 24 milyon civarında ve 2 yıl içinde 35 milyona ulaşması kolay değil. Ancak, biraz daha uzun vadede bu rakama ulaşılabilir.  
 
İnternet kullanımı ile ilgili de abartılı beklentiler vardı. Türkiye’de internet penetrasyonunun yüzde 10’a ulaşacağı düşünülüyordu. Oysa, şimdilik sadece kentsel bölgelerde bu düzeye ulaşıldı, kırsal alanda intenet penetrasyonu hala çok düşük.  
 

Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Yorum Yaz