COVID-19 salgını ve sonucunda dünya ekonomisindeki çalkalanmalardan çok önce kapitalizmle ilgili soru işaretleri belirmeye başlamıştı.
Dizginsiz serbest piyasalar ABD’de gelir ve varlık eşitsizliğini aşırı derecede yüksek seviyelere çıkarmıştı. Pek çok zengin ülkedeki yavaş verimlilik artışı finansal fırsatları engellemişti. İşletmeler, küresel ısınmayı yavaşlatabilecek değişiklikler yapma konusunda yetersiz kalmış görünüyordu. Derken milyonların işlerini kaybetmesine neden olan salgın ve iklim değişikliğinin ateşlediği, ABD’nin Batı Yakası’nı boydan boya yakan orman yangınları geldi.
ABD’de ve Avrupa’da pek çok kişinin kapitalizmin temellerini, özellikle de serbest piyasalara olan adanmışlığını ve refah yaratmak ve sorunlarımızı çözmek için ekonomik büyümenin gücüne olan inancını sorgulamaya başlaması şaşırtıcı değil. Büyümeye karşı duyulan antipati yeni de değil. “Küçülme” terimi 1970’lerin başlarında ortaya atıldı. Fakat günümüzde eşitsizlikler ve iklim değişimi hakkındaki endişeler küçülmenin bir hareket olarak yeniden ortaya çıkışını teşvik ediyor.
İsveçli genç iklim aktivisti Greta Thunberg, geçtiğimiz yıl BM İklim Haftası’nda diplomatlar ve politikacılardan oluşan dinleyicilere, “Tek bahsettiğiniz para ve sonsuz ekonomik büyümeyle ilgili peri masalları. Buna nasıl cüret edersiniz!” diye feryat etmişti. Küçülme hareketinin temelinde kapitalizmin kendisinin bir eleştirisi yatıyor. Jason Hickel, “Less Is More: How Degrowth Will Save the World” (Azı Karar, Çoğu Zarar: Küçülme Dünyayı Nasıl Kurtaracak?) isimli kitabında, “Kapitalizm temel olarak büyümeye bağımlı” diye yazıyor. Bunun herhangi belli bir amaca yönelik bir büyüme değil, sadece büyümüş olmak için büyüme olduğunu söylüyor. Hickel ve küçülmeye inanan yoldaşları şuursuzca büyümenin hem gezegen hem de kendi ruh sağlığımız için çok kötü olduğunu iddia ediyor. Hickel “var olmaya dair yeni teoriler” geliştirmeye ve “yaşayan dünya”daki yerimizi yeniden düşünmeye ihtiyacımız olduğunu yazıyor.
Bir antropolog olan Hickel birkaç öneride bulunsa hiç büyüme olmayan bir ekonominin işlemesini sağlayacak pratik adımlar hakkında çok az bilgi var. Çoğu uzman bitkilerin zekâsı hakkında konuşmanın sorunları çözmeyeceğini, aç insanları doyurmayacağını veya iyi ücretleri olan işler yaratmayacağını da düşünüyor. Yine de küçülme hareketi bir konuda haklı: İklim değişikliği ve pek çok çalışanın finansal zorluklarıyla karşılaştığında kapitalizm bir işe yaramıyor.
YAVAŞ BÜYÜME
Küçülme yanlısı olmayan bazı ekonomistler bile, kapitalizme olan kör adanmışlığımızı sorguluyor. Bu ekonomistlerin inançlarını sarsan bariz bir faktör de büyümenin yıllardır kötü durumda seyretmesi. Özellikle de 2016 yılında çıkardığı “The Rise and Fall of American Growth” (Amerikan Büyümesinin Yükselişi ve Düşüşü) isimli kitabı birçok ekonomik içsel araştırmayı tetikleyen Robert Gordon, yavaş büyümenin dünyanın çoğu için bir aksaklık değil yeni normal olabileceğini söylüyor. 2019’da Zor Zamanlarda İyi Ekonomiler dalında Nobel Ödülü kazanan MIT’li ekonomistler Esther Duflo ve Abhijit Banerjee, OPEC petrol ambargosunun başladığı gün olan 16 Ekim 1973 yılında büyümenin bittiğine dikkat çekiyor. ABD ve Avrupa’daki GSYH büyümesinin bundan sonra asla tam olarak toparlanmamasına işaret ediyorlar. İkisi de elbette büyümenin sonunu belli bir güne indirgeyerek biraz alaycı davranıyor. Bahsettikleri daha geniş olarak güçlü büyümenin neredeyse bir gecede yok olması ve hiç kimsenin neler olduğunu bilmemesi. Duflo ve Banerjee bu durumu şöyle açıklıyor: “Sonuç olarak, ekonomistlerin nesiller boyu ellerinden geleni yapmalarına karşın ekonomik büyümenin mekanizmaları anlaşılmaz kalmaya devam ediyor. Ekonomileri nasıl canlandıracağımızı da bilmiyoruz. Ekonomistlerin büyümeye olan takıntısını terk etme zamanının gelmiş olabileceğini düşünüyoruz.”
Büyüme kapitalizmin kötü adamı değil, fakat en azından GSYH ile ölçüldüğü kadarıyla önemini kaybeden bir durum olarak görülüyor. Houston Üniversitesi ekonomistlerinden Dietrich Vollrath yavaş büyümenin, zengin ülkelerde endişe edilecek bir durum olmadığını söylüyor. Hatta Vollrath, yavaş büyümeye alışabileceğimizi söylüyor. Fully Grown: Why a Stagnant Economy Is a Sign of Success (Tam Gelişkin: Durgun Bir Ekonomi Neden Bir Başarı Göstergesidir) isimli kitabında da küçülme yanlısı tutumu dikkat çekiyor. Vollrath aslında büyümenin sona erip ermemesini umursamıyor. Tartışmayı, değişiklikler büyümeyi artırsa da artırmasa da, daha sürdürülebilir teknolojiler yaratmanın yollarına ve diğer sosyal amaçları elde etmeye kaydırmak istiyor. “Artık GSYH ve işlerin iyiye gidip gitmediği arasında bir bağ yok” diye konuşuyor.
DAHA İYİ YAŞAMAK
GSYH ile ölçüldüğü şekliyle ABD dünyanın en büyük ekonomisi. Yine de Washington’daki bir düşünce kuruluşunun yayınladığı Sosyal Gelişim Endeksine göre, çevresel performans ve kaliteli eğitim gibi göstergelerde yetersiz bir performans sergiliyor. Salgından önce yapılan yıllık derecelendirmede, ABD, GSYH büyüme oranları daha yavaş olanlar da dahil olmak üzere diğer zengin ülkelerin fazlasıyla gerisinde kalarak 28’inci oldu. Harvard İşletme Okulu’nda ekonomist olan Rebecca Handerson, “İstediğiniz kadar GSYH üretebilirsiniz, fakat intihar ve depresyon oranları artıyorsa ve dört yaşına gelmeden ölen çocukların oranı yükseliyorsa, bu inşa etmek istediğiniz türden bir toplum olmaz. Tamamen GSYH’ye güvenmeyi bırakmamız gerek” diyor.
Henderson’un söylediklerine göre sorunun bir parçası da “kapitalizmin farklı bir şekilde gerçekleşebileceğini ve gezegeni mahvetmeden işleyebileceğini hayal edememek.” Henderson’un bakış açısına göre ABD’nin büyümeyi iklim değişikliği üzerindeki etkisine ve sağlık hizmetleri gibi temel hizmetlere erişime göre ölçmeye ve değerlendirmeye başlaması gerekiyor. Bir başka MIT ekonomisti olan Daron Acemoğlu da en acil sorunlarımızı çözmek için ihtiyaç duyulan teknolojileri yaratmaya yönelik “yeni bir büyüme stratejisi” için çağrıda bulunuyor. Acemoğlu, bugünün büyümesini, kendini dijital teknolojilere, otomasyona ve yapay zekaya adamış büyük şirketlerin yönlendirdiği büyüme olarak tanımlıyor. Yeniliğin böyle birkaç baskın şirkette toplanması eşitsizliğe ve pek çokları için ücretlerin durgunlaşmasına yol açıyor. Acemoğlu, Silikon Vadisi’ndeki insanların çoğu zaman bunun bir sorun olduğunu kabul ettiklerini fakat “Teknolojinin istediği bu. Teknolojinin yolu bu.” dediklerini söylüyor. Acemoğlu buna katılmıyor; “Hangi teknolojileri icat edip kullanacağımız konusunda seçimler yapıyoruz” diyor. Acemoğlu büyümenin piyasa teşvikleri ve mevzuatla yönlendirilmesi gerektiğini de düşünüyor. Az sayıdaki kişiler için devasa kârlar yaratan teknolojilerden çok toplumun ihtiyaç duyduğu teknolojileri yaratıp kullanmanın en iyi yolu olduğuna inanıyor.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?