Tat Gıda Genel Müdürü Arzu Kesimer ile iş dışı hayatını ve porselen tutkusunu konuştuk...
Hande Yavuz
Tat Gıda Genel Müdürü Arzu Kesimer’in porselen tutkusu çocukluğundan geliyor. Babasının ticaretini yaptığı porselenlerin hikayesini yine babasından dinleyen, iyi bir porselenin nasıl olacağı konusundaki incelikleri de o yıllarda öğrenen Kesimer, bugün ciddi bir porselen koleksiyoncusu. Yıllardır gittiği her ülkede soluğu antika pazarlarında alıyor. En güzel parçaların peşinde kimi zaman müze müze geziyor, her bir parçanın geçmişinin izini sürerken, felsefesini araştırıyor. Kendisine babasından geçen bu tutkuyu çocuklarına da geçirmek isteyen Kesimer’in koleksiyonuna dair hayali ise bunu bir sosyal sorumluluk projesiyle birleştirmek. Tat Gıda Genel Müdürü Arzu Kesimer ile iş dışı hayatını ve porselen tutkusunu konuştuk:
Koleksiyon yapmaya zaman başladınız? Hikayesini anlatır mısınız?
Koleksiyon oluşturmaya çocukluğumda başladım. Babam mutfak eşyaları ithalatıyla uğraşıyordu. Benim ise işin porselen kısmı ilgimi çekiyordu. Bizim evde tabaklar sürekli ışığa tutulup bakılırdı. Evde de hep porselenin, camın özellikleri anlatılırdı. Babam işini çok severek yaptığı ve bu konundan her zaman şevkle bahsettiği için ben de merakla dinlerdim. Örneğin tırnağını porselene vurunca bir ses çıkar, o sesleri dinletirdi. Porselenin nasıl ses çıkardığı çok önemlidir, kalitesi oradan anlaşılır. Sesin devam ediyor olması tabağın kalitesinin bir göstergesidir. İnce porselenin sesi gerçekten kulağa müzik gibi gelir. Ayrıca eğer porselenin içi, arkası görülüyorsa bu da önemlidir. Dikkat ederseniz, orta halli restoranlarda porselen tabaklar çiziktir. Kalite ne kadar yüksek olursa çatal bıçak o kadar zor çizer tabağı. Bu bilgileri dinleye dinleye bir birikimim oldu.
Sonra bunlar nasıl hobiye dönüştü?
Meraklı olduğumun farkında değildim. Sonra yurt dışına gittiğimizde herkes müze geziyordu. Ben de illa içinde hanedanların porselenlerinin olduğu müzeleri gezmeye başladım. Örneğin bu konuda British Museum’u çok severim. Porselenle ilgili yerleri gözlerim parlayarak gezdiğimi fark ettim. Anneme gittikçe onların eşyalarını da almaya başladım. Biraz Feriköy pazarına gitmeye, eskilere, vintage’lara merak saldım. Babamın hikayesini anlattığı şeyler 40’lı-50’li- 60’lı yılların ürünleri. Dolayısıyla daha kaliteli olan ürünler. Feriköy pazarı ile koleksiyonuma alım yapmaya başladım. Daha sonra başka pazarlara da gittim. Örneğin Saray Bosna’nın çok güzel bir pazarı var. Atina’da, İran’da, Varşova’da çeşitli pazarlara gittim. Yani nereye gitsem antika pazarlarını gezmeye ve alım yapmaya başladım.
Aldıklarınızı kullanıyor musunuz?
Kullanıyorum. Arkadaşlarım bize geldiğinde, “Emin misin, kullanalım mı” diye sorar. Ben de “Evet, kırılacaksa da kırılsın” diyorum. Zaten kim bilir kaç kişi kullanmış, el değiştirmiş. En son Japonya’ya gittiğimde bu işin felsefesi olduğunu da öğrendim.
Nedir o felsefe?
Kintsugi diye bir sanat var. Japonya ile şirket olarak çok büyük bir iş birliğimiz var. Oraya ihracat yapıyoruz. Önemli miktarda domates hammaddesi yolluyoruz. Bu yüzden ben yılda 1 ya da 2 kez Japonya’ya gidiyorum. Onların deniz derya bir kültürü var. Çok da seviyorum Japonya’ya gitmeyi. Her gittiğimde bana “Ne yapmak istersiniz” diye sorarlar. 2 yıl önce Kintsugi atölyesine gitmek istediğimi söyledim. Kintsugi’yi bilmeme çok şaşırdılar ve sevindiler. Atölyeye de gittik. Kintsugi’yi şöyle anlatayım: 15’inci yüzyılda bir Japon komutanın çok sevdiği bir porselen demliği kırılıyor. Tamir edilmesini istiyor. Fakat tamir edilmiş halini hiç beğenmiyor. “Olmamış” diyor. Sonra bunun üzerine ülkedeki tüm zanaatkarları topluyorlar. Onlar da altın tozuyla çaydanlığı onarıyor. Altın tozu ile onarıldıktan sonra eskisinden bile daha çok seviyor. Ve sürekli onu kullanıyor, herkese gösteriyor. Bu daha sonra sanata zaman içinde de bir felsefeye dönüşüyor. Felsefenin de özü: “Kırıldığın zaman yok olmazsın. Aslında bu kırılma yeni bir başlangıçtır. Onarıldıktan sonra daha da güçlü olursun.” Bu felsefe çok hoşuma gitti. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra çok derinleşmiş bu felsefeyi , “Altın tozuyla sevdiklerini sarıp sarmalamak” sözcüğüyle de tanımlıyorlar. Birinin kalbi kırılmışsa, hayatta başına kötü bir şey gelmişse onu altın tozu ile onarırız, eskisinden bile güçlü ve daha güzel hale gelir. Yine Japonların Wabi-sabi diye bir felsefesi var. Bu felsefe “Her şey kusurlarıyla güzeldir” der. Batı kusursuzluğu kutsuyor ya, onlar da kusura tapıyorlar. Kusurlu olanı seviyorlar. Biraz derinliğine inince porselenin içinden felsefe de çıktı. Ben böyle şeyleri çok seviyorum.
Türkiye’de de porselen konusunda eğitimler var mı?
Türkiye’de araştırdım. Sadece cam ocakları var. Ben camı da çok seviyorum. Henüz bu eğitimlere gidip katılmadım ama porselenle ilgili Japonya’dakine benzer bir şeye rastlamadım. Japon Türk iş birliği ile keşke böyle bir eğitim de yapsak... Japonya porselende çok iyi. Camda İran ve Mısır iyi durumda. Aslında cam M.Ö 4 bin yılında Orta Doğu’da çıkmış. Orada camdan mutfak ev eşyası yapmaya başlamışlar. O yüzden İran’a gidince de cam almıştım. Onları arada sırada elime alıp seviyorum.
Porselen ya da camı kendiniz yapmayı denediniz mi?
Arkadaşımın kursu vardı ona gittim, fakat çok sabırlı biri değilim. Hemen bitsin istedim. 30 dakika geçti, olmayınca sabırsızlandım. Öğretmen bana, “Arzucum, senin normalde zaman nasıl geçmiş diye düşünmen gerekirdi” dedi. Fakat ben 4 saatlik kursta 30 dakika sonra bunaldım. Daha sabırlı biri olduğumda yapmayı çok istiyorum. Ben porselen yapmaktan çok toplamayı, hikayelerini okumayı seviyorum. Örneğin evde gördüğünüz bazı porselenler sınırlı sayıda üretimi olmuş, babamdan gelen porselenler ve benim için çok değerliler. Japon fincanı hiroma, çok değerli, altın tozu ile yapılıyor, elde boyanıyor. Bazı porselenleri ışığa tuttuğunuzda geyşa görürsünüz.
En sevdiğiniz, hikayesi olan porselenler hangileri?
Boston’da Harvard Business School’a gittim. Haftanın sadece bir günü boştu. “One Thousand Villages/Bin Köylü” diye bir KSS projesi vardı. Proje kapsamında dünyadaki çok fakir olan bin tane köyden köylülerin el emeği olan eşyalar satılıyordu. Doğal taşı, elle oyuyor, boyuyorlar. Örneğin evimdeki eşyalar Kenya’nın köyünden. Onları çok seviyorum, bana iyi enerji veriyor. Daha sonra “One Thousand Villages”ı okudum. Türkiye’de de yapılabilir mi diye baktım. Sonra gittim, Japonya’da da bu proje varmış, oradan da eşya aldım.
Böyle bir akım başlatmak ister misiniz?
Çok isterim. Şu an okuyorum. “One Thousand Villages” gibi el işi bir proje olursa ve bu projenin içinde sosyal sorumluluk da olursa neden olmasın. Biraz daha vakit kalınca yapmak isterim.
Başka nerelerden porselen topladınız?
Venedik, Viyana, Polonya, Saray Bosna, Tunus ve Münih pazarından aldıklarım var.
Gördüğünüz bir objenin nereye ait olduğunu, kaç yılında yapıldığını tahmin edebiliyor musunuz?
Araştırıyorum. Objelerin üzerindeki ipuçlarına bakıp okuyorum. Kız kardeşimin eşi sanat danışmanı, bu yüzden de şanslıyım. Ona bir şeyi beğendirmek çok zor oluyor ama objenin nereye ait olduğunu hemen ayırt edebiliyor.
Eski tarz ile yeni tarz arasında fark var mı?
Kalite farkı, el işçiliği, boyama farkı var. Her şeyimiz artık fabrikasyon.
Bu işte en iyi ülke Çin mi?
Evet. Porselen işi onların hanedanlarına yapılmak üzere başlanmış. Şimdi tüm dünyaya yaptıkları için kalite düşmüş ama bunu ilk ve en iyi yapan onlar. Hala öyle olduğunu düşünüyorum. Orada eski usul yapanlar da vardır. Ama Japonlar da iddialı.
Pahalı bir hobi mi?
Hayır kesinlikle pahalı bir hobi değil. Pahalı olanları babam bana hediye ettiği için çok değerli. Örneğin benim koleksiyonumda 100 Euro’dan daha pahalı bir parça yok. Ama doğru yerlere gitmek lazım. Ben porselenleri kaynağından topluyorum, açık pazarlara gidiyorum.
Mutlaka almak istediğiniz bir parça var mı?
Var. Almanların Bavyera’da yaptığı porselenleri çok seviyorum. Onun dışında da Limoge ve Sevre’lerden de biriktirmek istiyorum. Bavyera’dan hepsi birbirinden farklı yemek takımı biriktirsem diyorum. Limoge’un harika duvar tabakları var. Sevre’de daha vintage ürünleri var. Bu 3’ünü yapacağım inşallah.
Kimileri “Eski eşya kullanmayın enerjisi iyi olmaz” der. Ne düşünüyorsunuz?
Ona hiç takılmıyorum. Örneğin salonumdaki sehpa bir Ermeni ustanın yaptığı eski bir gardıroptu. Ben o gardırobu bozdurup kendime sehpa yaptırdım. Büfeyi de başka bir Ermeni usta yapmış. Onlar çok yetenekliymiş. Mobilyada da eskiye meraklıyım. Eski eşyaların enerjisinin güzel olduğunu düşünüyorum. Bugüne kadar gelmişse bana ulaşmışsa o şey, kesinlikle uğurlu bir şeydir. Yaşamış ve bir sürü de anı yaşatmış. Ayrıca eşyalar tekrar kullanılsın. Bu, dünyamız için de iyi bir şey. Keşke hepsini sirküle etsek, israf etmesek, her şeyin yenisini daha fazlasını tüketeceğimize eskiyi sevsek daha iyi olur. Çocuklarıma da bu şekilde anlatıyorum.
Çocuklarınızın bu hobinize ilgisi nasıl?
Seviyorlar. Bu pazarlara giderken hiç kimse ses çıkarmaz. İkisi de benimle gayet iyi geziyor. Küçük çocuğum daha çok merak ediyor. O, daha çok karıştırmanın peşinde. Onlar da bir gün bu eşyaları benden isteyecek diye umuyorum.
Bir aile geleneği olur belki...
Evet... Örneğin, evimdeki avize eşimin ailesine ait. 1940’larda onlara hediye gelmiş. Türkiye’ye iki tane gelmiş, bu da onlardan biri. Değer verip eve koyunca aile büyükleri de mutlu oluyor. Tamir ettik, astırdık ama orada anneannenin hatıraları var. Bizce çok değerli bir şey. Onlar da o avizenin ışığında oturmuşlar. Bir şeyler yaşamışlar. Hepsinin hikayesi var. Ben de kendi hikayelerimi yaratıp büyütmeye çalışıyorum o hikayeleri.
İleride bu hobinizi geliştirmekle ilgili ne yapmayı planlıyorsunuz?
Bunu koleksiyoner olarak devam ettirmeyi planlıyorum. Daha büyük alanlara bu objeleri koymak istiyorum. Porselenle ilgili Kintsugi gibi bir şey yapabilmeyi çok isterim. Sosyal sorumluluk fikriyle de bu hobimi birleştirmek amaçlarım arasında yer alıyor.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?