Biçer, “Sumi-e’nin felsefesiyle iş ve özel yaşantımda çok rahat ediyorum” diyor...
Nil Dumansızoğlu
Çok genç yaşta iş yaşamına başlayan Arnica Yönetim Kurulu Başkanı SENUR BİÇER’in Japon kültürü ve sanatına olan hayranlığı 20’li yaşlarda yaptığı Uzak Doğu seyahatlerinde başladı. Uzun yıllar bu kültürle kendini besledi, her çizgiden ilham almaya çalıştı. Ancak 40 yaşında geçirdiği hastalığından sonra bir aydınlanma yaşadı. İçinde kalan sanat tutkusunu harekete geçirdi ve bir Japon mürekkep sanatı olan Sumi-e’yle yolları kesişti. Şimdi ikinci kariyeri olarak bahsettiği bu sanatta kendini bulduğunu anlatan Biçer, “Sumi-e’nin felsefesiyle iş ve özel yaşantımda çok rahat ediyorum” diyor.
Çocukluğundan beri babasının etkisiyle sanayiyle iç içe büyüyen Arnica Yönetim Kurulu Başkanı Senur Biçer’in hayatı, 40 yaşında geçirdiği kanser hastalığından sonra başka bir yola yöneldi. Hastalığından sonra kendine, “Ben kendim için niye bir şey yapmıyorum” diye soran Biçer, içinde ukde kalan güzel sanatlara yöneldi. Gençlik yıllarında babasıyla yaptığı iş seyahatlerinde başlayan Uzak Doğu hayranlığı, onun içindeki sanat aşkını keşfetmesini sağladı. Çeşitli eğitimler aldıktan sonra başarılı bir Sumi-e sanatçısı oldu. Öyle ki üstatları tarafından çok değerli bir isme layık görüldü: Bai-Kou. “Bu, Tanrısal bir yaratıcılığı olan, erik çiçeği gibi sağlam biri anlamına geliyor. Bu ismi alınca çok şaşırdım. İki yıldır bunu taşımayı öğrenmeye çalışıyorum” diyen Biçer, Sumi-e’nin kendisi için anlamını şöyle özetliyor: “Bu sanat bana kendimi hatırlattı, kendimi buldum.” Sumi-e, 7’nci yüzyılda Çin’de ortaya çıkan bir resim sanatı. 14’üncü yüzyılda Zen rahipleri vasıtasıyla Japonya’ya yayılıyor. Bir mürekkep sanatı olarak bilinen Sumi-e, kelime olarak da Japonca’da mürekkep anlamındaki “sumi” ve resim anlamındaki “e”den meydana geliyor. Bu tarzda amaç, en az fırça vuruşuyla istediğin şeyi anlatmak. Bu sanatla tanışmak Senur Biçer’e çok iyi gelmiş. Gözleri parlıyor, etrafına neşe saçıyor. “İkinci kariyerim” olarak tanımladığı bu büyük tutkusunu paylaştığı sohbetimizin devamı şöyle:
Sumi-e sanatından kısaca bahseder misiniz?
Ben aslında Uzak Doğu sanatlarına Şodoo ile başladım. Sonra ona göre daha ince karakterli olan Sumi-e’ye devam ettim. Bu, Şodoo’ya göre daha ince karakterli bir sanat. Mürekkebi sulandırarak grinin tonlarına göre yapıyorsunuz, çok az renk katıyorsunuz. Zaten Türkçesi de mürekkep resmi. Bir objeyi minimum fırça darbesiyle izleyiciye sunuyorsunuz. Burada önemli olan sizin o objeyi nasıl gördüğünüzü aktarabilmek. Aynı vazoda bir çiçeği 10 kişi farklı resmedebiliyor.
Sanata olan merakınız nasıl başladı?
Ben iş hayatına çok erken yaşta başladım, çünkü aile işiydi. Babam işe evde de devam ederdi. Renk ve form yakalamak için tasarımcı, heykeltıraş, ressamlarla çalışırdı. Bunu da evde yapardı. Ben de küçük yaşlardan itibaren bu sanat camiasıyla haşır neşir oldum. Aslında güzel sanatlar okumak istedim ama rahmetli babam karşı çıktı. Sayısalım çok iyiydi, “Neden ziyan edeceksin” diyordu. Ben ailenin büyük çocuğuyum. O dönem hiç dillendirmedi ama planının bana şirketi devretmek olduğunu çok sonra anladım. Boğaziçi Üniversitesi Kimya Bölümü’nü severek okudum ama güzel sanatlar da içimde ukde kalmıştı. Ben seçmeli derslerimin hepsini sanat üzerine aldım. Resim ve seramik derslerine girdim. Çok keyifliydi, öyle ki hatıralarımda hiç kimya bölümünden bir anı yok, aklımda hep bu sanat derslerindeki anılar kalmış.
Okul bitince ne oldu?
Okul devam ederken de aslında şirkette çalışıyordum. Babam işleri öğrenmemi istedi. Beni tamamen cinsiyetsiz büyüttü. Hiçbir zaman “Bu kız çocuğudur” demedi, bana çok güvendiğini yıllar sonra anladım. Fabrikada her yere girdim, çıktım. Ağır sanayinin her kolunu gördüm. Okul da bitince yoğun iş hayatına başladım. Babam bir insana çok zor güvenirdi. O yüzden her yere beni yanında götürüyordu. Yurt dışı gezilerinde tercüman olarak ona eşlik ediyordum. Tabii Türkçesini bile bilmediğim terimler, kalıplar, makine kullanımları söz konusuydu. Bunları öğrenmek için sabahlara kadar çalışırdım. Meğer babam beni böyle böyle yetiştiriyormuş. Uzak Doğu seyahatlerim de bu yurt dışı gezilerinde, 20’li yaşlarda başladı. Eskiden Uzak Doğu uçuşları her zaman yoktu. Bir gidersiniz 2-3 hafta sonra dönebilirsiniz. Dolayısıyla boş zamanlarımız çok oluyordu. Ben de sık sık gidince workshop’lara katıldım, nasıl yapılıyor merak ettim. Çok kendimi verebildiğim verimli dönemlerimdi. Ama evde ya da iş yerinde yapmadım o dönem. Bardağımı doldurduğum yıllardı. Her yerden bir şey öğrenmeye çalışıyordum.
Sonrasında profesyonel olarak bu sanatla ilgilenmeniz nasıl oldu?
40 yaşında yumurtalık kanseri geçirdim. Aynı dönemde annem de akciğer kanseri tedavisi görüyordu. Ah vah etmek bana göre değil, bununla yaşamayı öğreniyorsunuz. Hastalığım sırasında, “Benim hayatta yapmadığım neler var” diye bir muhasebe yaptım. Hayatım iş ve çocuklardan ibaretti, kendime zaman ayırmaya karar verdim. İçimde ukde kalan sanata yöneldim.
Eğitim aldınız mı, kendiniz mi başladınız?
2011-2012 arası Londra’dan Uzakdoğu fırça sanatı üzerine eğitim aldım. Derslere her gün git-gel şeklinde değildi. Ödev gönderiyor, teknolojinin avantajlarını kullanıyordum. 2013’te bitirdim. Sonra kendi yolumu seçtim. Londra’da çok tatlı bir hocam var, bu işin felsefesini akademik olarak ilk ondan öğrendim. Sonra yolum Türk-Japon Kadınları Derneği’ne düştü. Çok tatlı hanımların olduğu, en gencinin ben olduğum, yaş ortalaması yüksek, Japonların olduğu bir ortam. Hocam 83 yaşında. Onlardan teknik öğrenmedim. Felsefeyi, Japonların dünyaya ve sanata bakış şekillerini öğrendim. Bu, ruhunuzla yaptığınız bir resim, duygularınızı döktüğünüz, bir meditasyon gerektiriyor. Sonra onlar beni Japonya’da bir Sumi-e ve kaligrafi okuluna, uzaktan eğitim şeklinde kayıt etti. Biz her ay ödev gönderiyoruz hocamıza, o da Japonya’ya gönderiyor. Böyle 6 yıldır devam ediyorum kaligrafi eğitimime.
Bu okuldan biraz bahseder misiniz?
Orada geleneksel ekoller var. 1.000-1.500 yıllık köklü okullar, bu da onlardan biri. Kampo Harada diye bir üstadımız var, onun oğlu devam ettiriyor ama çok yaşlı o da. Bize ayda bir şiir yolluyorlar, onu anlamak zaten çok uzun sürüyor. Ondan sonra da ona göre eser ortaya çıkıyor. Bana 4’üncü yılın sonunda bir sanat ismi ve mührü verdiler. Ben hep ışıkla ilgili bir şey olacak diye düşünüyordum ama anlamı ağır olan bir isim verdiler: Bai-Kou.” Tanrısal bir yaratıcılığı olan, erik çiçeği gibi sağlam biri” anlamına geliyor. Erik çiçeği onlarda karlar altında bile sağlam duran bir çiçekmiş. Ben bu ismi alınca çok şaşırdım. İki yıldır bunu taşımayı öğrenmeye çalışıyorum. Sadece mühür basıyorum, adımı yazmıyorum. Her sanatçının Uzak Doğu’da böyle bir ismi var. Derdiniz kendinizi anlatmak değil, doğayı nasıl gördüğünüzü anlatmak.
Size verilen isim için süreç nedir? Kaç yılda bu isim alınıyor?
Onun zamanı yok. Siz her ay düzenli olarak eser gönderiyorsunuz. Onlar da bu eserlerden sizin karakterinizi okuyor. 6 yıllık geçmiş vardı, ellerinde yaptığım 72 eser var. Ama benim Türkiye’deki hocama yaptığım başka eserler olup olmadığını sordular. O da benim 7-8 eserimin resmini gönderdi. Onun üzerine 3 ay çalıştılar, sonra bu ismi verdiler.
Kısa zamanda güçlü bir isim almışsınız…
Evet, 3 ayda böyle bir isim verilmesine hocam da çok şaşırdı. Bunu ömür boyu taşıyacaksın dedi. Bundan sonra benim kendi hocam püf noktaları da paylaşmaya başladı. Bana sanki ben onun hocasıymışım gibi davranmaya başladı. Bir de bana “Japonları gözle bakalım ne yapacaklar mührü görünce” dedi. Çok şaşırıyorlar. Anlamı onlarda ne kadar güçlü ki hepsi çok şaşırdılar.
Mühür verilen başka sizin gibi yabancı uyruklu kişiler var mı?
Sayısı az. Beni kendilerine yakın gördüler sanırım. Belki de o yüzden böyle bir isim verdiler. Sanırım eserlerimi içselleştirdiler. Beni nedense daha yaratıcı bulmuşlar. Çünkü çok tutucular, kapalı bir kültür. Herkes sıkı bir eğitimden geçiyor. Onların güzel sanatlar bölümü son derece ağır. İmkanım olsa giderdim. Buradaki düzeni devam ettirmek zorundayım.
Sergilere de katılıyorsunuz. Bunlardan bahseder misiniz?
Kişisel 2 sergim oldu. Karma sergileri dahil edersek 30’u buldu. İyi yerlerde eserlerimi sergiledim. Mührümü kimse anlamadığı için kim olduğum bilinmeden, eser beğenildiği için orada sunuluyor, bu çok anlamlı. Kişisel sergilerimden biri Büyükada’da biri de Japonya’da oldu. Büyükada çok enteresan bir yer. 2012’de bir karma sergiye katılmıştım, çok sevgili bir dostum bunları insanların görmesi lazım dedi. Her şeyi ayarladılar. Çok sevdiğim bir atmosfer oldu. Yeşillikler içinde hem resimlere uygun bir konsept oldu. Gelenler de hep sanatçı kesimdi. Bu yıl Japonya’da kişisel sergimi açmak başka güzeldi. Metropolitan Müzesi’nde 2 yıldır sergiye katılıyordum. Aslında parasını verip her yerde sergi açarsınız ama bana açmam için teklif onlardan geldi, bu çok gurur verici. Karma sergiler arasında ise Londra’da katıldığım sergi çok özeldi. 2 eserle katıldım. Uzakdoğu’da 500 tane Buda var. Bunlardan tek biri Buda’nın kadın görünümü, adı Guanyin. Bir de 2 tane de turna kuşumun olduğu eserim vardı. Aslında farklı zamanlarda yaptım. Ancak Turna kuşları evliliği, Guanyin de üretkenliği temsil ediyor. Örneğin çocuğu olmayan biri Guanyin’e gidip dua ediyor. Bu ikisinin tesadüfen bir araya gelmesi çok anlamlı oldu.
Sanatınızda nasıl bir tarz yakaladınız?
Ben çiçek böcek hastasıyım. Lotus çalışmayı çok seviyorum. Lotus benim için çok anlamlı, bataklıkta yetişen bir güzellik. Kutsal bir yanı da var. Ama hep de lotus çizmiyorum. Belki hala arayıştayım. Gördüğüm şeylerdeki çizgileri insanlara anlatmak istiyorum. Eserlerimde saf altın kullanıyorum. Altın, kağıt halinde satılıyor. Alıyorsunuz, parmağınızla ezerek boya haline getiriyorsunuz. Ya da toz haline getirip hayvan jelatininden yapılan yapıştırıcılarla boyalara bağlayıcı olarak kullanıyoruz. Onları hazırlamak da ritüel.
Son olarak bu sanatın size ne kattığını düşünüyorsunuz?
Sumi-e sanatının beni yonttuğunu düşünüyorum. Gençliğime bakıyorum, bir insan niye 24 saat çalışır ki? Demek ki bir şeylerin hırsını yapmışım. Bu sanat bana biraz daha kendimi hatırlattı, kendimi buldum. Çok güzel bir çevrem de oldu. Orada sanatçı kimliğimle var oluyorum. Genel müdür olduğumu bilmiyorlar. Verdikleri saf değeri hissediyorsunuz. Sanatın bana verdiği en güzel duygu bu. Benim aynı zamanda geleneksel Türk sanatlarına da ilgim var. Topkapı Sarayı’nda iki yıl tezhip bölümüne gittim. Hikmet Borçagil’den de ebru sanatı üzerine ders aldım. Japonya’daki kişisel sergimde Sumi-e ile bizim geleneksel sanatımızı birleştirdim. Ebrulu zemin üzerine, fırça sanatımı yaptım.
Bir bütünün parçasıyız Sumi-e’nin felsefesinde, doğayla bir bütünsünüz, dolayısıyla ona saygı duyarak birlikte yaşamayı öğrenmeniz gerekiyor. Buna göre siz tek değilsiniz, bir bütünün parçasısınız. Japonlar, hayata böyle baktıkları için birlikte yaşamayı daha kolay becerebiliyor. Beni en çok mutlu ve motive eden şey, bireysellik olmaması. İŞ HAYATINA KATKISI Bu felsefeyle iş ve özel yaşantımda çok rahat ediyorum. Çalışanlar, her ne kadar beni liderleri de görse ben yine onlarla birlikte bütünün bir parçasıyım. Dolayısıyla benim temel vizyonum, aslında o organizasyonu birlikte ileri taşımak için neler yapabileceğim üzerine kurulu. Ben üretken olmayı onun sanayici arkadaşlarından ve sanatçılardan öğrendim. |
Gençler bizi geçmek zorunda Kızım Yasemin 22, oğlum Oğuz 20 yaşında. İkisi de Kanada’da öğrenci. Kızım makine mühendisliği, oğlum tasarım okuyor. Aile şirketinde çalışma konusunda seçimi onlara bırakıyorum. Babam büyük bir iş insanıydı, tesis yatırımı yaptı. Ona da markayla ilgili bir yatırım yaptıramazdınız. Reklama para vermek yerine makine almayı tercih ederdi. Markalaşma, biz 2’nci kuşakla birlikte oldu. ÇOCUKLARDAN NE BEKLİYOR? Benim çocuklarım da eğer şirkette çalışacaklarsa bizi geçmek zorunda, yeni bir şeyler katmalılar. Yeni neslin artık yeni projelerle şirkete gelmeleri lazım. Onlar bize projelerle gelecek, biz de o projelere sponsor olacağız. Gel o departmandan başla demek artık mümkün değil. Yeni kuşağı bizim çalıştığımız gibi çalıştıramazsınız. |
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?