Muhteşem Küre Dağların'dan

Biyoçeşitlilik sözleşmesinin en önemli hedefleri ülkelerin 2010'akadar koruma alanlarını en az %10 düzeyine çıkarması

1.08.2010 00:00:000
Paylaş Tweet Paylaş
Muhteşem Küre Dağların'dan
Hiç gördünüz mü? Ne kadar kıymetli, belki de Avrupa’da eşi bulunmayan 65 milyon yıllık bir oluşum üstünde gelişmiş “yaşlı ve doğal orman”... Amazon ile eşdeğer. Milli parklar ve benzeri ‘doğa koruma alanları’, biyolojik çeşitliliği yerinde korumanın ve doğal ekosistemleri güvence altına almanın en etkili araçlarından biri. Yoğun kullanıma açık ormanlar, sulak alanlar, varlığını sürdürme şansı bulamayan türler için doğal sığınak işlevi gören koruma alanları, bulundukları yerde doğal evrimin devamına olanak sağlıyor. İnsanlar ise yabani türlerin genetik potansiyelinden, doğal ekosistemlerin temiz hava, temiz su, toprak koruma gibi çevresel hizmetleri ile rekreasyonel olanaklarından faydalanıyor. Türkiye’nin de taraf olduğu Biyoçeşitlilik Sözleşmesi’nin en önemli hedefleri, bütün ülkelerin 2010 yılına kadar koruma alanlarını en az yüzde 10 düzeyine çıkarması ve bu alanlarda etkili korumayı sağlaması. 1958 yılında ilan edilen ilk milli park ile başlayan Türkiye’deki süreçte, bugüne kadar değişik statüler altında (milli parklar, tabiatı koruma alanları, özel çevre koruma alanları gibi) yaklaşık 4 milyon hektar alan koruma altına alındı. Bu sayı, topraklarımızın yaklaşık yüzde 5’i.  Yasal statü vermek, koruma alanlarımızı etkili koruduğumuz anlamına gelmiyor. Hidroelektrik santralleri (HES), altyapı projeleri, madencilik, yasadışı avcılık gibi çok sayıda tehdidin koruma alanlarına etkileri, iklim değişikliğiyle birleşerek daha da artıyor. Örneğin madencilik mevzuatımız, korunan-korunmayan alan demeden her yerde maden arama ve işletme imkanı sağlarken yapımı planlanan 3. köprü ve bağlantı yolları, mutlak surette koruması gereken İstanbul ormanlarının sahip olduğu istisnai biyolojik çeşitliliği yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmakta. HES projelerinde, kantarın topuzunu o kadar kaçırdık ki koruma alanlarımız bile bunların kurbanı olmaktan kurtulamıyor. Bunun en son örneği, “dünyaya armağan” ettiğimiz Küre Dağları Milli Parkını bir kanser gibi saran HES projeleri. Küre Dağları, karstik jeolojik yapısına bağlı olarak ortaya çıkmış devasa kanyonları, mağaraları, doğal yaşlı ormanları, akarsu ekosistemleri ve yaban hayatı ile dünyaya mal olmuş bir doğa parçası... Alanın milli park ilan edilmesine giden süreçte uygulanan “katılımcı” yaklaşım, ülkemizdeki örnek uygulamalardan biri olarak kabul ediliyor. Bu milli parkın ilanı, WWF tarafından ülkemizin dünyaya armağanı olarak kabul edilmiş ve hak ettiği gibi korunması için gerekli hassasiyetin gösterileceği 1999 yılında bakanlıkça dünya kamuoyuna duyurulmuştu. Bugüne kadar bakanlığın yerel birimleri, yerel yönetimler, uluslararası kuruluşlar ve WWF-Türkiye işbirliğiyle gerçekleştirilen çalışmalarla yöre halkına sosyo-ekonomik fayda sağlarken doğayı korumanın mümkün olduğunu gösterme yolunda aşamalar kaydedildi. Milli parkın ilanından bu yana yapılan çalışmaların yöre halkı tarafından ne kadar takdir edildiğine, geçtiğimiz hafta bölgeye yaptığım ziyarette tanık oldum. Halen Birleşmiş Milletler desteğinde, bakanlık ve WWF-Türkiye işbirliğiyle yürütülen projenin amaçlarından biri de gerekli kriterleri yerine getirerek Küre Dağları’nı, vahşi yaşamı ve iyi yönetimiyle Avrupa’nın örnek milli parklarından oluşan PanParks ağına katmak. Bu vizyon gerçekleşirse Avrupa ve Türkiye’deki nitelikli ve doğa koruma bilinci yüksek ziyaretçilerin alana kanalize edildiği, bu şekilde turizm ve doğa korumanın birbirini karşılıklı olarak desteklediği bir model hayata geçirilmiş olacak. Benimsenen bu vizyona karşılık, milli parka hayat veren Devrekani ve Aydos çayları üzerinde, havzanın korunması gereken ekolojik bütünlüğünü bozacak HES projelerinin gündeme getirilmesi ise önemli bir çelişki. Türkiye’nin ekonomik gerçekleri ve enerji ihtiyacının karşılanmasında yenilenebilir enerjinin önemi elbette yadsınamaz. Bununla birlikte, görece küçük kapasiteli bu santrallerin kurulacağı yerler, yasalarla ve uluslararası sözleşmelerle korumayı taahhüt ettiğimiz ve toplam alanı ulusal yüzölçümümüzün yüzde 5’ini bile bulmayan böylesine istisnai koruma alanları olmamalı.~
Burada başvurulan taktiklerden biri, hukuki engeli aşmak için HES yapılarının, milli park sınırlarının hemen bir adım ötesinde tasarlanması. Bu, doğal ekosistemin kompleks yapısını ve havza bütünlüğünü göz ardı eden bir yaklaşım. Zira yer yer milli park sınırları içine girip çıkan Devrekani ve Aydos Çayları, onunla girift bir ilişki içinde. Karstik arazide açılacak iletim tünellerinin, bol kırıklı, çatlaklı, boşluklu, düdenli, obruklu bir yapı içerisinden geçmesi gerekiyor. Yapılacak patlatma ve kazıların ekolojik sistemde ciddi hasarlar meydana getirmesi, gözenekli zemindeki olası su kaçaklarının önlenmesi için boşluklara beton enjekte edilmesi gibi uygulamalarla yeraltı sularının hareketinde değişmelere yol açması kaçınılmaz. Oysa üyesi olmaya çalıştığımız AB’nin su ve doğa korumayla ilgili direktifleri, bütüncül havza yönetimini gerektiriyor. Görece küçük kapasiteli bu santraller için ödeyeceğimiz ekolojik bedel ayrı bir soru işareti.  Ülkenin yüzde 95’i dururken neden korunan yüzde 5’i bozuyoruz? Atılacak taş ürkütülecek kurbağaya değecek mi? Karar vericilerin, bir kez daha düşünmesi gerekiyor.

Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Yorum Yaz