İşte bu sorunun yanıtını, sizlerden gelen yanıtlar, CEO’lardan aldığım
görüşlerle ortaya koymaya çalışacağım. Katkıda bulunmak için bana
yazın ya da www.gelecek500.com sitesine girin.
Uzun yıllar boyunca şirketin adını Apple
Computer olarak bildik. iPhone henüz piyasaya
sunulmadan, Ocak 2007’de şirketin adındaki
Computer kelimesi atıldı ve Apple adı kullanılmaya
balandı.
Bundan 1 yıl önce de aynı yoldan Fuji Photo Film
şirketi gitmişti. Onlar da fotoğraf film işini satmaları
nedeniyle ve odaklanma stratejilerinin sonucu olarak
şirket adını değiştirmeye karar vermişlerdi. Şirketin
yeni adı FujiFilm olmuştu.
Hatırlarsanız, 2000’lerde, Enron skandalından
sonra Arthur Andersen’ın batışı ile birlikte, Andersen
Consulting adlı şirket, değişim kararı almıştı. Hem
yanlış algıdan kurtulmak hem de gelecek vizyonunu
ortaya koymak için Accenture adını seçmişti.
Değişimi yapan şirketlerin ortak hedefinde ise şu
strateji vardı: Bu köklü değişimle birlikte hem bizim
kendimizi nasıl gördüğümüzü ortaya koyalım hem de
dışarıdaki algımızı şekillendirelim. Çünkü, Apple,
artık bir bilgisayar üreticisinden öte işler yapıyordu
ve öyle de bilinmeyi istiyordu.
Türkiye’de ise şirket isimleri birkaç nedenden
gerçekleşiyor:
1. Özellikle gruplar, tek çatı altında anılma
gayesiyle, örneğin kurucunun soyadını tercih
edebiliyorlar. Yaysat’ın Doğan Dağıtım olarak
değişmesi ve Çarşı mağazalarının Boyner adına
yönelmesi bunun bir örneği olabilir.
2. Satın almalar sonucu doğal isim değişiklikleri
de olabiliyor. Telsim’in Vodafone’a dönüşmesi gibi…
3. Bazen de daha yenilikçi ve işe uygun isimler
için değişime gidilebiliyor. 1990’ların sonunda
kurulduğunda Teknosa’nın ilk adı KLİK idi. 2001’de
Teknosa adı seçildi ve yola böyle devam edildi.
“The Soul of the Corporation” (Şirketin Ruhu)
kitabının yazarı, Wharton Business School’dan John
R. Kimberly, şirketin özünde, kimliğinin çok merkezi
bir rol oynadığına dikkat çekiyor ve ekliyor: “Bu,
yöneticilerin karar almasına da rehberlik edecek
niteliktedir.”
Kimberly’e göre güçlü marka
ismi süreklilik ve sağlamlık
stratejisi oluştururken, şirketin
önündeki fırsatları
önceliklendirmesine de katkıda
bulunur.
Bazen de öyle oluyor ki,
güçlü şirket ismi ve algılaması,
sorunlar yaratabiliyor. Bunun en
iyi örneğini de Polaroid şirketi
oluşturuyor. Anlık fotoğraf
alanıyla adını özdeşleştiren
şirket, teknik ekipman ve dijital
fotoğraf işinde yenilikler
sunmasına rağmen, ismi
nedeniyle sıkıntılar yaşadı ve
iflas masasına gitti. Belki de
zamanında bir değişiklik, bir
ölçüde bu şirkete katkıda
bulunabilir, “isim tuzağına”
düşmesini engelleyebilirdi.
~ İmalat sanayinde şirket ölümü daha yüksek
Dünyada ilk tekstil makinelerinin kullanımı yoşun olarak İngiltere’de görülmüştü. Sektörde büyük bir üretim
artışına ve verimlilişe neden olan bu gelişme, uzun süre İngiltere’yi tekstil sektörünün önemli ülkelerinden biri yaptı.
Ancak, sonraki yıllarda ortaya çıkan yeni teknolojiler ve
sektörler tekstil sektöründeki iş modellerini deşiştirdi. Bu
nedenle tekstil ve giyim sektörünün Batı’dan Doşu’ya göçü
de başladı. Üretim yavaş yavaş İngiltere’den Fransa, İspanya, İtalya’ya kaydı. Bu ülkelerden de özellikle işgücü
maliyetleri ve şirketlerin başka
alanlara odaklanma stratejileriyle,
daha Doşu’ya doşru yöneldi.
Türkiye, 1970’lerden, özellikle
1980’lerden sonra bu alanda
güçlendi. Son yıllarda ise “Tekstilden
çıkmalı mı” soruları gündeme
getiriliyor. Çünkü tekstilin Batı’dan
Doşu’ya doşru göçü devam
ediyor, Çin’in yanı sıra Pakistan,
Hindistan ve Bangladeş gibi ülkeler
öne çıkıyor.
Bu büyük “deşer göçü”
sırasında, bazı imalat şirketleri iş
alanını deşiştirirken, bazıları zora
giriyor, bir bölümü de yok oluyor.
Bu imalat sanayindeki zorlu
tablonun bir bölümü… Başka
alanlarda da işgücü, çevre ve odaklanma stratejileri
nedeniyle büyük bir göç yaşanıyor. Bu da beraberinde bazı
sektörleri zora sokuyor, o sektörlere yönelik üretim ve tedarik
yapanları zorluyor.
OECD’nin girişimci/şirket doşum ve ölüm rakamları da
“imalat sanayinde” ayakta kalmanın ne kadar zor olduşunu
gözler önüne seriyor. Çünkü, rakamlar, “ölüm oranının”,
doşumdan daha yüksek olduşunu gösteriyor.
Tabloları görüyorsunuz… Yeni girişimlerin, en az 1 kişi
çalıştıran toplam girişimci sayısına
oranı ile ölen şirketlerin aynı rakama
oranıyla bulunan rakamlar, özellikle
gelişmiş ülkelerde ayakta kalmanın
giderek zora girdişini gösteriyor.
Gelişmekte olan ülkelerde ise
doşum oranı, ölümden yüksek
seyrediyor.
Buna karşılık hizmetler
sektöründe, yeni girişim oranı,
ölümlerin üzerine çıkıyor. Özellikle de İsrail, Bulgaristan gibi ülkelerde oranı,
ölümün çok üstünde…
Sadece gelişmekte olanlarda
deşil, gelişmişlerde de girişimcilik
ruhu ve yeni fırsatların doğuşu
nedeniyle, ölüm oranı daha düşük
seyrediyor.
Bazen “orada olmak” da gerekli!
“Orada olmak”, iş dünyası açısından çeşitli anlamlara gelebilir.
Birinci anlamı, günlük hayatta sık duyduşumuz “Gezen kurt aç
kalmaz” sözünü hatırlatabilir. Sürekli sahada olan, yiyeceşini arayan
kurt, ceza sahası içinde hareket halinde olan Tanju örneşinde
olduşu gibi, bazen “beleş” gibi görünse bile çok sayıda gol atabilir.
Tabii bazen “orada” olduşu halde, gol atamayanlar da var. Tıpkı
Fenerbahçeli Guiza gibi…
~ Bazen "orada olmak" da gerekli!
“Orada olmak” sözünün anlam bulduşu bir başka kullanım
yeri ise büyük ölçüde şansı ifade eder. Örneşin, bir sektörün ve
alanın büyüme dönemine denk gelmişsinizdir. Teknoloji işi
patlamıştır, telekom sektörü yeniden doşmaktadır. Böyle bir
ortamda, yeni kurulan bir şirketin, örneşin Turkcell’in genel
müdürlüşünü üstlenen bir yönetici, vasat bir performansla bile
başarılı algı oluşturabilir. Ortada yeni bir teknoloji, hızla gelişen bir iş
alanı ve ekonomik büyüme vardır. Şirketin büyümemesi için ise
yöneticilerin ve patronun ciddi hatalar yapması gerekmektedir.
Başarıya Yürüyenler Yarışması’nın jüri toplantısında, genç genel
müdürleri deşerlendirirken, “Orada olmak” faktörünü bir kez daha
ele aldık. Jüri üyelerinden, TÜGİAD Başkanı Lütfü Küçük,
“İngiltere’de eşitim sonrası iş deneyimim olmuştu. Sadece orada
olduşum için 19 yaşında patron oldum” diye anlatmıştı.
Hasan Subaşı’nın anlattıkları daha etkileyici idi. Hasan Subaşı,
1983 yılında Arçelik’in genel müdürü olmuştu. O tarihte, kendi
anlatımına göre şirketin cirosu 100 milyon TL idi. 1991 yılında genel
müdürlükten ayrıldışında ise 1,5 milyar TL’ye ulaşmıştı. Hasan
Subaşı’nın Arçelik dönemi, 1991-2003 arasında yönetim kurulu
başkanlışı ve yönetim kurulu üyelişi ile devam etti.
Subaşı, kendi deneyimi, yönetim kalitesi, Koç Ailesi’nin rolü ve
şirketin gücüyle birlikte, “Orada olmak” faktörünü anlatırken,
şunları aktarıyordu:
“Benden önceki genel müdür Ünsal Anıl idi. Bence çok şansız
idi. Çünkü, 1970’lerin sonu ve 1980’lerin başında görev yapmıştı.
Dışa kapalı ve siyasi istikrar sıkıntısının olduşu bir dönemde şirketi
yönetiyordu. Ben geldişimde Özal’ın dışa açılma politikası
başlamıştı. Dışa açılma rüzgarıyla birlikte şirketi yönetmek benim
için büyük bir şans oldu.”
İşin özü, bazen “yönetici şansı” da gerekiyor. Saha, hakem ve
hava koşulları yerinde, futbolcuların motivasyonu yüksek olsa bile,
şans faktörü sonucu belirleyebiliyor. “Orada olmak” da öyle bir
şey…
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?