Enerjik Bakış

“Dünyanın ekonomik ağırlık merkezi son 3 bin yıldır birkaç kez değişti. Şimdi Çin yeniden uluslararası eksenin tam ortasına oturmak üzere.”

27.08.2015 12:34:290
Paylaş Tweet Paylaş
Enerjik Bakış
Dünyanın ikinci büyük ekonomisi olan Çin, gezegenimizdeki her 5 kişiden birini barındırıyor. Bu dev ülkenin, ekonomik açıdan pek yakında dünyada ilk sırayı alması neredeyse kesin diye düşünülüyor. Günümüzün en büyük taciri olan Çin, en fazla doğrudan yabancı sermaye çeken ve gönderen ülkelerin başında geliyor. Yerkürenin en fazla enerji tüketen, en fazla karbon emisyonu salan ülkesi. Bilim ve teknoloji AR-GE’sine OECD dünyasından bile fazla kaynak ayırıyor. Nüfusunun eğitim kalitesi sürekli artıyor. Avrupa-Asya-Afrika kıtalarını birbirine bağlayan “One Belt-One Road” gibi devasa ekonomik koridorlar inşasına yüz milyarlarca dolar taahhüt ediyor. Egemen servet fonları ve döviz rezervleri trilyonlarla ölçülüyor. ABD’den sonra savunma harcamalarına en fazla bütçe ayıran ikinci ülke. Dünyanın geleceğini şimdiden şekillendirmekte olan bu ülkede diplomatlıktan, OECD yöneticiliğine ve işadamlığına kadar uzaktan menzilde son 30 yılımı geçirdim. Her yıl birkaç kez Çin yolcusuyum. Bu defa, hem konuşmak hem iş müzakereleri için 3 hafta içinde 2 kez ziyaret etmem gerekti. Hatıralarım gözümün önünde canlandı. Orta Krallık’a ilk kez 5 Mayıs 1989’da 27 yaşında genç bir diplomat olarak ayak basmıştım. Yakın Çin tarihinde dönüm noktası olan Tiananmen ayaklanmasına, onun şiddetle nasıl bastırıldığına, sonraki dönemde de Batı’nın yaptırımlarına tanıklık ettim. Sadece dünyanın değil benim de hayatımın akışını değiştirdi bu ülke. Ülkemizde Çin üzerine bilincin artmasına katkı sağlamak için “Yeni Ekonomik Süper Güç Çin ve Türkiye” (TÜSİAD, 1994) ve “Geleceğimiz Asya’da mı?”(Milliyet, 1988) kitaplarını kaleme aldım, dersler verdim, projelere Çin finansmanı ayarladım. Hala da köprü rolünü elimden geldiğince sürdürmeye çalışıyorum.
GÜÇ KAYMASIYLA MERKEZ DEĞİŞİYOR
Dünyanın ekonomik ağırlık merkezi son 3 bin yıldır birkaç kez değişti. Önceleri merkez Mısır, Yunan ve Roma medeniyetlerinin deniz ticareti sayesinde müreffeh ekonomiler kurdukları Akdeniz havzasıydı. Daha sonra uluslararası ticaret ve yatırımlar Çin, Hindistan ve Ortadoğu’yu o zamanki dünyanın 19’uncu yüzyıla kadarki en önemli servet ve güç merkezi yaptı. 1492’de yeni kıtanın keşfinden sonra İngiltere, Hollanda, İspanya ve Portekiz gibi büyük tüccar ulusların yükselişiyle Atlantik yeni merkez oldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD öncülüğünde dünyanın ekseni Pasifik’e doğru kaymaya başladı ve şimdi kartlar yeniden karılıyor. 2 yüzyıl sonra Çin yeniden uluslararası eksenin tam merkezine oturmak üzere. Yeni küresel sistem, aynen 1944’te yaşanıldığı gibi, yeni ve esnek bir model arayışı içinde. Çin son 30 yıllık süratli kalkınmasıyla hepimizin bakışını radikal şekilde değiştirdi. Kimimiz dünyanın başına “sarı felaket” geleceğinden kaygı duyuyoruz. Kimimiz ise bu ülkeyi dünyanın yeni “ekonomik süper gücü” olarak görüyoruz. Uzun zamandır “Washington konsensüsü” geçer akçe değil. Yerine “Pekin konsensüsü”nün geçtiğini ileri sürenler var. Yalnızca şişkinlik yaratacak büyümeye ve dış borçların aksamadan geri ödettirilmesine değil, koordine edilmiş, meyveleri toplum içinde yaygın bir biçimde dağıtılan ve aynı zamanda, toplumsal koşulları ve çevre sorunlarını da göz önüne alan büyümeyi hedefliyor. İster Hongxiao’daki porselen satıcısı olsun ister Rusya ile sınır ihtilaf görüşmelerini yapmış üst düzey Çinli diplomat, masaya oturduğunuzda Çinlilerle müzakerenin farklılığını mutlaka görüyor, hiç aceleye getirilmeyen stratejik yaklaşımı ensenizde hissediyorsunuz. Çin’in Amerikan Hazine bonolarındaki 1 trilyon doların üzerindeki tasarrufunu çekmesi Washington’u tepe-taklak edebilir. Ekonomisindeki yavaşlama ile yine dünya dengeleri değişebilir. “Yeni normal” yüzde 7’ye düşmüş olsa da dünyada son 30 yıldır kesintisiz ortalama yüzde 10 büyüyen başka bir ülke yok. İklim değişikliğine karşı mücadele Pekin olmadan hiçbir yere gitmez. Görkemli Pekin Olimpiyatları sırasında “yeşil kalkınma”, “ileri teknoloji” ve “halk egemenliği” temalarını ön plana çıkartarak 19 gün boyunca bizlere muazzam bir şölen izletmişti. Hayran olduk o teknolojiye, düzene, renk cümbüşüne ve Çinli sporculara. Ülkenin 21’inci yüzyıldaki yeni çehresini gördük. Uluslararası sistemde yaşanmakta olan güç kayması, Çin’de genç kuşak liderlerin iktidara yürüdüğü bir dönemde meydana geliyor. Gençler, binlerce yıllık medeniyetin imbiğinden süzülmüş, sessiz derinden ve düşük profilli çalışma anlayışına pek aşina değil. Yaşlanan nüfus nedeniyle simdi değişim sürecine girmiş olan “tek çocuk” politikası nedeniyle bencil, kendisini dünyanın merkezi gören ve dış dünyanın bakış açılarına büyük ölçüde duyarsız bir gençlik var. Bu düşünce yapısının Çin’de iç sorunlarla boğuşmaya, komşularla ve diğer başlıca güçlerle jeopolitik mücadeleye ve ekonomik refahın ortaklaşa paylaşımına fazla olumlu katkısı olmayacağı hissediliyor. Cumhurbaşkanı Xi Jinping, Çin tarihine Mao ve Deng Xiaoping ağırlığında damga vuracak gibi görünüyor. Başta gelen hedef büyümenin kalitesinin artırılması, işsizliğin azaltılması, ülkenin her yanına sinmiş ve kalkınmayı köstekleyen yolsuzluk ve kayırmacanın önüne geçilmesi. Ayrıca karadan ve denizden yeni ekonomik koridorlar yoluyla Asya ve Avrupa’ya en süratli ve etkin şekilde enerji, iletişim ve ulaşım hatlarıyla bağlanılması da hedefleniyor. Jinping, hem Komünist Parti polit bürosunda hem hükümette hem de Halk Kurtuluş Ordusu’nda hükümranlığını pekiştirdi. Yolsuzluğa bulaşmış KİT yöneticilerinin, eyalet valilerinin çoğunun kellesini aldı. Bazı gözlemciler onu “Çin’in yeni imparatoru” olarak tanımlıyor.
MADALYONUN ÖBÜR YÜZÜ
Çin’in “kâğıttan kaplan” olduğunu, istatistiklerinin abartıldığını, önümüzdeki on yıl içinde hem bölgesel dengesizlik hem varsıl-yoksul uçurumunun artacak olması hem de komşularıyla yaşadığı ihtilafların yakın gelecekte ülkeyi istikrarsızlığa sürükleyeceğini söyleyenler var. Bu kehanete inanlar bankacılık sisteminin çöküşünün ve ülke içi etnik/dini başkaldırıların yaygınlaşmasının da senaryoya ekleneceğini düşünüyor. Çinliler de “tek çocuk” politikasının insani yönünün dramatik olduğunu kabul ediyor. Erkek- kadın dengesi kadınlar aleyhine bozulmuş. Evlenecek kız bulmakta kentlerde çekilen güçlük nedeniyle iyi eğitimli, varlıklı damat adayları köy kızları bulma peşinde. Evlenmek istediği halde bekar kalan azımsanmayacak sayıda erkek Myanmar, Kamboçya ve Vietnam gibi çevre ülkelere uzanıyor. Çin Ulusal Kalkınma ve Reform Komisyonu, hem artan refah hem nüfus dengesinin bozulması nedeniyle artık önümüzdeki dönemde daha büyük aile modeline geçmeyi amaçlıyor. Aslında tek bir Çin yok; 38 eyalet birbirinden farklı. Doğudaki kıyı eyaletleriyle iç bölgeler arasında büyük kalkınma uçurumu göze çarpıyor. Buna karşın etnik ve dini bakımdan önemli ölçüde homojen olması, dünyada giderek daha iyi eğitilen her beş kişiden birisine ev sahipliği yapması, teknoloji liginde üst sıralara tırmanması, süratle geliştirdiği ekonomik, diplomatik ve askeri kasları Çin’i, 21’inci yüzyılın en önemli gücü yapacak.
HİTAYLAR İLE TÜRKLER
Üç bin yıldır kah savaşarak kah işbirliği yaparak ilişkide olduğumuz Çin’e ilişkin bizim vizyonumuz ne yazık ki 20 milyar doların üzerinde ticaret açığı verdiğimiz için “Ticari tehdit mi fırsat mı” tartışmasının ötesinde yeterince ağırlık kazanamıyor. Aynı Türkiye de Pekin’in radarında yeni yeni ciddi bir ortak olarak belirmeye başladı. Değişen güç dengesi ve buna uygun yeni konumlanma gereği, zamanında ısrarla ortaya attığımız “stratejik ortaklık” artık bir ütopya değil. Eski İpek Yolu hem enerji hem ulaşım hem iletişim hem de finans güzergâhı olarak Çin’in lokomotif rol üstlenmesiyle yeniden canlanıyor, kıtalararası ekonomik koridorlar açılması hedefi rüya olmaktan çıktı, hakikate dönüşüyor. Uygur ayrılıkçı hareketi, ticaret uyuşmazlıklar gibi bazı pürüzler sürekli gündemde. Çin ile ilişkilerimizde karşılıklı güvene dayalı stratejik ilişkilerin tesisi Sincan özerk bölgesiyle ilgili yanlış anlamaların giderilmesine, bölgedeki Uygur soydaşlarımızın “yaşayan köprü” olarak konuşlandırılmasına ve ilişkiler yelpazesinin geniş tutulmasına bağlı. İyi ilişkiler kurabilmek için belirlenecek geleceğe dönük stratejinin etkin şekilde uygulanması ve en üst düzey siyasi liderlikçe takip edilmesi de gerekiyor. Demiryolu, liman, maden, nükleer dahil elektrik santralları, bankacılık, savunma sanayi en önemli işbirliği alanları. İkili ilişkiler nalıncı keseri gibi bugüne kadar olduğu gibi genellikle Çin’in menfaatine çalışmaya devam etmiş, biz konuşmuşuz onlar yapmış. Bölük pürçük, birbirinden kopuk çabalarla mevcut görünümün fazla değişmeyeceğini şimdiden söyleyebiliriz. Nihai analizde, devlet bürokrasisinden ziyade, özel sektörün “Çin Seddi”ni aşmayı hedef edinmesi, devletin de ekonomik diplomasi yoluyla destek sağlaması başarının ön koşulu. Ayakları yere basan, Çin’in ve ülkemizin öncelik ve pratik koşullarından hareket eden uygulanabilir bir strateji geliştirmek zorundayız. Sadece ekonomik ilişkileri değil aynı zamanda siyasi, askeri, teknolojik, enerji ve kültürel boyutlarını da kapsamayı ihmal etmemeliyiz. THY’nin İstanbul-Pekin hattında Çince konuşan hostesler, Çin üniversitelerinde okuyan yüzlerce Türk öğrenci, her eyalette iş yapmaya çalışan müteşebbislerle karşılaşmak bu yöndeki umutlarımı yeşertti. Gerçek anlamda “stratejik ortaklık” için iki tarafın da akıllıca stratejiler geliştirmesi, icra etmesi gerekiyor.

Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?


YAZARIN DİĞER YAZILARI TÜMÜNÜ GÖRÜNTÜLE

Yorum Yaz