Cari Açığın Finansmanı

Türkiye’de her hızlı büyüme döneminde görülen olgulardan biri, büyümeyle birlikte cari açığın da yükselmesidir. Bunun nedeni ekonomimizin ithalata aşırı bağımlı bir üretim yapısına sahip olması. Tü...

1.08.2004 03:00:000
Paylaş Tweet Paylaş

Türkiye’de her hızlı büyüme döneminde görülen olgulardan biri, büyümeyle birlikte cari açığın da yükselmesidir. Bunun nedeni ekonomimizin ithalata aşırı bağımlı bir üretim yapısına sahip olması. Türkiye’de daha fazla üretim ithalatın da artması anlamına geliyor. Çoğunlukla ihracat buna ayak uyduramadığı için de sonuçta hem dış ticaret açığı hem de cari açık yükseliyor.  
hed

 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 

Türkiye ekonomisinin bir başka özelliği, cari açığın yükseldiği bu dönemlerden ekonomide yumuşak inişi sağlayarak sıyrılmayı pek başaramaması. 1994 ve 2001’de gördüğümüz gibi, genellikle sonuç yüksek bir devalüasyon ve ekonominin krize yuvarlanması oluyor. İşte bu nedenle ekonominin hızlandığı ve cari açığın büyüdüğü dönemlerde iktisatçıların çoğu endişelenmeye başlıyor. Tıpkı bugünlerde yaşandığı gibi.  
 
Yavaş büyümek çözüm mü?  
 
hedBazı iktisatçıların bu sorun karşısında önerdikleri çözüm, ekonomide yavaş büyüme hızlarına razı olmak. Örneğin Ercan Kumcu, yüzde 2-4 arasında bir büyüme hızının hedeflenmesi gerektiğinin söylüyor (Hürriyet, 21 Temmuz 2004). Kumcu’ya göre, bu büyüme hızı ile cari açık 1-3 milyar dolar arasında kalacak ve ekonominin ikide bir tökezlemesi olasılığı da ortadan kalkacak.  
 
Ancak Türkiye’nin ihtiyaçları bu kadar düşük büyüme hızlarıyla giderilebilecek gibi değil. Yapılan çalışmalar, her yıl işgücü piyasasına giren gençlere istihdam olanağı sağlanabilmesi için büyüme hızının en az yüzde 6 olması gerektiğini gösteriyor (TÜSİAD, Türkiye’de İşgücü Piyasası ve İşsizlik, Aralık 2002). Aksi takdirde işsiz sayısının sürekli artması ve sonuçta toplumsal sorunlarla karşılaşılması olası.  
 hed

Ayrıca cumhuriyetin kuruluşundan bu yana temel hedefimiz olan “muasır medeniyet seviyesine yükselmek” için de hızlı büyümeye mecburuz. Gelişmiş ülkelerle aramızdaki refah farkını makul bir sürede kapatmak için her yıl en az yüzde 7-8 büyümemiz gerekiyor. Yüzde 2-4 arasındaki büyüme oranlarıyla, bu ülkelere yetişmemiz yüzyıllar alır.  
 

Yabancı Sermaye İhtiyacı  
 
Hızlı büyümeye mecbur olduğumuza göre, bu büyümenin yol açacağı cari açığı finanse edecek yöntemler bulmak zorundayız.  
 
1989’dan bu yana yaptığımız gibi kısa vadeli yabancı sermaye girişleri ile cari açığı finanse etmek çok riskli. Bu tür yabancı sermaye, kriz endişesine kapıldığı zaman bir gecede ülkeyi terk etme olanağına sahip. Bu ise normalde çıkmayacaksa bile krizin çıkması sonucuna yol açıyor.  
 
Ancak doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını çekmeye başlayabilirsek durum değişecek. Bu tür yabancı sermayenin, makroekonomik gelişmeler karşısında ne kadar endişeye kapılırsa kapılsın, kurduğu fabrikaları ve işyerlerini kısa sürede tasfiye edip ülkeden çıkıp gitmesi kolay değil. Zaten bu nedenle, Konjonktür’ün ikinci sayfasındaki kutuda da okuduğunuz gibi, cari açığın sürdürülebilirliği hesaplarında direkt yabancı sermayenin özel bir yeri var.  
 
Komşuda Korku Yok  
 
Doğrudan yabancı sermayenin bu özelliği, bu tür sermayeyi yüksek oranda çekebilen ülkelerin yüksek cari açıkları sorunsuzca sürdürebilmesini sağlıyor.  
 
Biz cari açığın milli gelire oranı yüzde 3.5’i aştığı zaman endişeye kapılırken, örneğin komşumuz Bulgaristan’da 1999’dan beri yüzde 5’in üzerinde olan cari açık/milli gelir oranları bir endişe yaratmıyor. Çünkü bu açıklar milli gelire oranı yüzde 6’yı aşan direkt yabancı sermaye girişleriyle kolayca finanse ediliyor.  
 
Aynı şekilde Çek Cumhuriyeti de, son yıllarda milli gelire oranı yüzde 5’i aşan cari açıklarını, milli gelire oranı yüzde 10’u aşan doğrudan yabancı sermaye girişleri sayesinde sorun yaratmadan finanse ediyor.  
 
Türkiye’de ise maalesef yıllık doğrudan yabancı sermaye girişi, 2001’deki Aria yatırımı gibi özel olaylar bir tarafa bırakılırsa, milli gelirin yüzde 1’ini bile bulmuyor. Bu durum cari açıkta kırılma düzeyinin çok daha düşük seviyede kalmasına yol açıyor.  
 
İstikrarsızlığın Maliyeti    
 
Komünist Çin’i bile adeta istila eden yabancı sermayenin ülkemize neden bu kadar az ilgi gösterdiği yıllardır çözemediğimiz bir sorun. Yabancı sermaye çekebilmek için her gelen hükümet kafa patlatıyor ve yeni düzenlemeler yapıyor. Fakat yine de bir türlü yeterli yabancı sermaye gelmiyor.  
 
Önümüzdeki yıllarda yabancı sermaye girişini artırabilmek için şu önlemlerin alınması gerekli gibi görünüyor: 
 
hedYabancı sermayenin ülkemize çok az ilgi göstermesinin bir numaralı nedeni, ekonomik ve siyasi istikrarın bir türlü sağlanamaması. Yabancı yatırımcılar, 30 yılı aşkın süredir devam eden yüksek enflasyonun geleceği görmeyi engellediği bir ülkeye parasını uzun vadeli olarak bağlamaya doğal olarak yanaşmıyor. Siyasetçilerin iktisadi mantığa aykırı hareketleri ve hükümetlerin sık sık değişmesi de aynı sonucu yaratıyor. Esasında bu faktörler yerli yatırımların da yetersiz kalmasına yol açıyor.  
 
Enflasyonu Tek Hanede Tutmak Şart  
 
Son 3 yıldır uygulanan istikrar programı, ekonomik istikrarın sağlanması konusunda epey yol almamızı sağladı. Enflasyon nihayet tek haneye düştü. Enflasyonu yaratan kamu açıklarının kontrol altına alınması konusunda da gidişat iyi.  
 
Önümüzdeki yıllarda yabancı sermaye girişini artırabilmek için enflasyonu yüzde 5’in altına kalıcı olarak indirmek zorundayız. Bunun için de kamuda mali disiplinden hiç taviz vermememiz şart.  
 
2002 seçimlerinden sonra tek parti iktidarının kurulması nedeniyle, siyasi istikrarın sağlanması konusunda da eskiye göre daha iyi durumdayız. Bu konuda daha fazla yol alabilmemiz için ise siyasetçilerimizin gerginlik yaratmaya dayalı negatif siyaset yöntemlerinden vazgeçmeleri gerekiyor.  
 
Yasalarla Oynamamak Gerekli  
 
Daha fazla yabancı sermaye çekebilmek için, ekonominin işleyişiyle ilgili yasalarda sık sık değişiklikler yapmamak gerekiyor. Çünkü bu yasaları inceledikten sonra yatırım kararı alan yabancı şirketler, yapılan değişikliklerle birden hesaplarının bozulmasıyla karşı karşıya kalıyor. Ayrıca yasaların birtakım yöntemlerle by-pass edilip keyfi kararlarının alınması da aynı sonucu doğuruyor. Bu nedenle her işin hukuka uygun olarak yapılması gerekiyor.  
 
Yabancı sermaye girişini artırmak için etkili teşvikler verilmesi de yararlı olacak. Bu çerçevede yabancı yatırımcıların en büyük sorunu olan arazi teminini kolaylaştırıcı tedbirler alınabilir. Halen yabancı yatırımcılara kamu arazisi tahsisi yapılıyor ama bunun için gerekli formaliteler çok uzun zaman alıyor. Ayrıca vergi mevzuatının da yabancı yatırımları teşvik edecek şekilde düzenlenmesi gerekli gibi görünüyor.  
 
Avrupa Birliği’ne (AB) üyelik konusunda çabalarımızı yoğunlaştırmamız şart. Çünkü AB üyeliğin gerçekleşmesi konusundaki şüpheler ortadan kalktığı takdirde, Türkiye’ye yabancı sermaye girişinin hızlanması olasılığı oldukça yüksek. Bu durumda hem AB ülkelerinden hem de AB pazarına hitap etmeyi düşünen üçüncü ülkelerden yatırımcılar ülkemizle ilgilenmeye başlayacak.  
 
Alternatif Yol Var mı?  
 
Yeterli miktarda doğrudan yabancı sermaye çekmeyi başaramazsak, ekonomide hızlı büyüme imkanını da elde edemeyeceğiz. Hızlı büyümeye çalıştığımız her dönemde, yükselen cari açıklar elimizi kolumuzu bağlayacak. Bu açıklara aldırmayıp ekonomiye gaz vermeyi sürdürmemiz halinde ise krizler kapıyı çalacak.  
 
Tabii cari açık vermeden hızlı büyümek için ekonominin üretimde ithalata bağımlılığını azaltmak da düşünülebilir. Esasında uzun vadede bunu gerçekleştirmeye çalışmamız da şart. Ancak bunu başarmak yabancı sermaye çekmeye çalışmaktan çok daha zor. Bunun için ara malı üreten sektörlerin geliştirilmesi gerekiyor. Bu sektörlerin geliştirilmesi için gerekli yatırımların da yine büyük ölçüde yabancılar tarafından finanse edilmesini sağlamak gerekecek.  
 
Cari Açık Sürdürülebilir Düzeyde mi?  
 
Giderek yükselen ve ilk 5 ay sonunda 8.8 milyar dolara ulaşan cari açık, iktisatçılar arasında endişe yaratmaya devam ediyor. Bu gidişle bu yıl cari açığın milli gelire oranı yüzde 4’ü aşacak gibi görünüyor. Bu oranın yüzde 3.5’i aştığı her dönemin genelde krizle sonuçlandığını bilenler, endişeye kapılmaktan kendilerini alamıyor. Şunu hatırlatalım ki, 1994 krizinden önce 1993 yılında cari açığın milli gelire oranı yüzde 3.5, 2001 krizinden önce 2000 yılında cari açığın milli gelire oranı ise yüzde 4.9 olmuştu.  
 
Ekonomi literatüründe sürdürülebilir cari açık düzeyinin hesaplanması konusunda yapılmış çeşitli çalışmalar var. Biz bu konuyu işleyen bir makaleye, Türkiye Ekonomi Kurumu’nun (TEK) geçen ay elimize geçen bir yayınında rastladık. “GAP Bölgesinde Dış Ticaret ve Tarım” başlığını taşıyan kitap esasında, başlığından da anlaşılacağı gibi, GAP (Güneydoğu Anadolu Projesi) bölgesini konu alıyor. Ancak kitapta yer alan ve TEK Başkanı ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi olan Prof. Dr. Ercan Uygur’un imzasını taşıyan “Türkiye’de Cari Açık Tartışmaları” adlı makale, Türkiye genelini ilgilendiren bir konuyu işliyor.        
 
Uygur’un Hesapları Ne Diyor?  
 
Cari açıktaki yükseliş konusunda hayli endişeli olan Ercan Uygur, ilgili literatürü taradıktan sonra çeşitli varsayımlar altında Türkiye için sürdürülebilir cari denge düzeyini hesaplama yoluna gitmiş. Yalnız birazdan ayrıntılarına ineceğimiz bu hesapta kullanılan cari dengenin bildiğimiz cari denge tanımından biraz farklı olduğunu belirtelim. Uygur’un hesapladığı cari denge, faiz ve kâr gibi net dış varlıkların net gelirini içermiyor. Uygur, bu şekilde hesaplanan cari denge düzeyinin milli gelire oran olarak 2001 yılında yüzde 5.79, 2002 yılında yüzde 1.65, 2003 yılında ise yüzde -0.58 olduğunu belirtiyor. Aynı yıllarda bildiğimiz cari denge düzeyleri ise sırasıyla yüzde 2.4, yüzde -0.8 ve yüzde -2.8 olmuştu. Bu durumda Uygur’un hesaplamaları sonucu bulunan cari denge değerlerinden bildiğimiz cari denge değerlerine, 2-3 puanlık bir indirim yaparak ulaşılabileceği ortaya çıkıyor.  
 
Uygur, dış borcun milli gelire oranının yüzde 60, reel dış borçlanma faizinin yüzde 7, reel kur değerlenmesinin sıfır, ekonominin büyüme oranının yüzde 4 ve direkt yabancı yatırım girişinin sıfır olduğu temel senaryoda sürdürülebilir cari dengeyi milli gelirin yüzde 1.8’i olarak hesaplamış. Yukarıdaki bilgilere dayanarak, bu şartlar altında bildiğimiz cari dengenin yüzde -0.2 ile yüzde -1.2 arasında olmasının sürdürülebilir olduğu sonucuna varabiliriz.  
 
İyimser senaryoda, reel kurun yüzde 1 değerleneceği, büyüme oranının 1 puan daha yüksek olacağı ve milli gelirin yüzde 2’si kadar bir direkt yabancı sermaye girişi olacağı varsayılmış. Bu durumda hesaplanan sürdürülebilir cari denge düzeyi yüzde -1.4 çıkıyor. Buna göre bildiğimiz milli gelirin yüzde 3.4 ile yüzde 4.4’ü arasındaki bir cari açığın sürdürülebilir olduğunu söyleyebiliriz. Bu ise cari açığın bugün ulaştığı düzeyi gösteriyor.  
 
Bu hesaplamadan, bu yıl milli gelirin yüzde 2’si kadar bir doğrudan yabancı sermaye çekebilirsek cari açığı finanse etmekte sorun yaşamayacağımız sonucunu çıkarabiliriz. Ancak gidişat yabancı sermaye girişinin bu yıl da milli gelirin yüzde 1’ini aşmayacağı yönünde.  
 
hedUygur’un, dış borç oranında artışı, dış borçlanma faizinde yükselişi, devalüasyonu ve büyüme oranında düşüşü kapsayan kötümser senaryosuna göre ise, bildiğimiz tanıma göre sürdürülebilir cari denge yüzde 1.9 ile yüzde 2.9 arasında çıkıyor. Yani bu durumda cari açık değil ciddi bir cari fazla vermemiz şart oluyor.  
 
İlk Çeyrekte Rekor Hızla Büyüdük  
 
Geçen ay “Konjonktür” sayfalarında ekonominin çok hızlı büyüdüğüne değinmiş ve gaz kesme zamanının geldiğini belirtmiştik. Bu yazıyı yazarken ilk çeyrek için büyüme tahminimiz yüzde 8-10 arasındaydı. Devlet İstatistik Enstitüsü’nün (DİE) dergimiz piyasaya çıktıktan sonra yaptığı açıklama ise ilk çeyrekte büyüme oranının yüzde 12.4’ü bulduğunu gösterdi. Büyümenin bu kadar yüksek olması analizimizi biraz daha güçlendirdi.  
 
hedİlk çeyrek için açıklanan büyüme oranı, üç aylık milli gelir verilerinin hesaplanmaya başladığı 1987 yılından bu yana gerçekleşen en yüksek üçüncü oranı oluşturuyor. En yüksek oran 1990 yılının ikinci çeyreğinde yüzde 14.9 olarak gerçekleşmişti. İkinci en yüksek oran ise yüzde 12.6 ile 1995 yılının ikinci çeyreğine ait. Ancak bu yüksek oranlar önceki yıllardaki küçülmelerin üzerine gelmişti. Bu yılın ilk çeyreğindeki büyüme ise 2003’ün aynı dönemindeki yine yüksek sayılabilecek bir oranın (yüzde 7.4) üzerine geldi.  
 
Sektörel Gelişmeler  
 
İlk çeyrekte ekonominin rekor hızla büyümesinde en büyük rolü ticaret sektörü oynadı. Bu sektördeki büyüme oranı yüzde 16.3’ü buldu. Ticaret sektöründeki bu hızlı büyümede firmaların fiyat indirimleri yaparak sürümden kazanma yoluna gitmelerinin önemli katkısı oldu. Nitekim bu sektörde cari fiyatlarla büyüme oranı (yüzde 15.9) sabit fiyatlarla büyüme oranının altında kaldı. Bu ise ilk çeyrekteki fiyat düzeyinin 2003’ün aynı dönemine göre yüzde 0.3 oranında gerilediği anlamına geliyor.  
 
İlk çeyrekte sanayi de ekonominin hızlı büyümesine katkı yaptı. Sanayideki büyüme oranı yüzde 10.3 olarak gerçekleşti. Hem ihracatın sürmesi hem de iç piyasada canlanmanın başlaması, sanayicilerin üretime önceki yıllara göre daha fazla hız vermelerini sağladı.  
 
Tarımda ise ilk çeyrekte küçülme yaşandı. Tarımdaki tek yıl-çift yıl olgusu, bu sektörde ikinci çeyrekten itibaren büyümenin başlayabileceğini düşündürüyor. Ancak bu yıl tarımsal üretim çok yüksek bir artış göstermeyebilir. Nitekim rekolte beklentileri de çok iyimser değil.  
 
İlk çeyrekteki olumlu gelişmelerden biri, 2001’den bu yana küçülen inşaat sektörünün nihayet büyümeye geçmesi oldu. Aynı durumdaki finans sektöründe ise küçülme durdu.  
 
Harcamalarda Durum  
 
Harcamalar yöntemiyle hesaplanan milli gelir verileri, ekonominin talep cephesiyle ilgili bilgi veriyor. Bu verilere göre, ilk çeyrekteki hızlı büyümede özel sektörün tüketim ve yatırım talebinin çok büyük etkisi söz konusu.  
 
İlk çeyrekte özel nihai tüketim harcamalarında yaşanan artış yüzde 10.6 düzeyinde. Bu artış büyük ölçüde dayanıklı tüketim malı harcamalarının yüzde 49.7 gibi rekor bir yükseliş göstermesinden kaynaklanıyor. Diğer harcama kalemlerinde bu ölçüde bir yükseliş yok. Dayanıklı tüketim malı ticareti dışındaki işlerle uğraşanların “Büyümeyi hissedemiyoruz” demelerinin nedeni de bu.  
 
Uygulanan istikrar programı nedeniyle kemer sıkma durumunda olan kamunun yatırım harcamaları ilk çeyrekte yüzde 11.3 geriledi. Buna karşılık özel sektörün yatırım harcamalarında yüzde 60.6 oranında artış yaşandı.  
 
Yalnız özel sektör yatırım harcamalarında artışın neredeyse tamamı makine ve teçhizat alımlarından kaynaklandı. Makine ve teçhizat alımlarındaki artış yüzde 89.6’yı bulurken, bina inşaatı harcamalarındaki artış yüzde 5.1’de kaldı. Bu durum özel sektör yatırımlarının büyük ölçüde verimliliği artırmaya yönelik olduğunu, yeni tesis yatırımının fazla olmadığı gösteriyor. Ekonomideki hızlı büyümeye rağmen istihdamın artmamasının nedenini de bu durum oluşturuyor.  
 
Sanayi üretimi, kapasite kullanım oranı, otomobil ve beyaz eşya satışları gibi veriler, ikinci çeyreğin de ilk çeyrekteki gibi hızlı bir büyümeyle kapandığı sinyalini veriyor. Bu durumda 2004 yılı büyüme oranı hükümetin yüzde 5’lik hedefinin çok üzerine çıkacak. Ancak bu durum ekonomideki dengeleri epey zorluyor.  
 
Büyümenin İstihdama Faydası Yok  
 
Normalde ekonomideki büyüme oranıyla istihdam arasında pozitif bir ilişki vardır. Çünkü daha fazla üretim yapmak için daha fazla işçiye ihtiyaç duyulur. Nitekim Türkiye ekonomisi için yapılan bazı hesaplar, ekonomideki her yüzde 1’lik büyümenin 80 ile 100 bin arasındaki kişiye iş olanağı sağladığını gösteriyor.  
 
Ancak son 3 yıldır büyüme ile istihdam arasındaki bu ilişki kaybolmuş durumda. Firmaların verimliliği artırmaya yönelik yatırımlara giderek mevcut işgücü ile daha fazla üretim yapmaya başlaması, ekonomi hızlı büyüdüğü halde istihdamda yaprak kımıldamamasına neden oluyor. Devlet İstatistik Enstitüsü’nün (DİE) verileri, 2002 ve 2003 yıllarında görülen bu olgunun 2004’e de sarktığını gösteriyor.  
 
Önceki sayfadaki kutuda ilk çeyrekte ekonominin yüzde 12.4 büyüdüğünü yazmıştık. Bu rekor büyümeye rağmen, aynı dönemde istihdamda artış değil düşüş oldu. İşsiz sayısı önceki yılın aynı dönemindeki düzeyine göre fazla değişiklik göstermedi. İşsizlik oranı da geçen yılki düzeyine çok yakın gerçekleşti.  
 
İstihdamda Gerileme Var  
 
DİE’nin verilerine göre, ilk çeyrekte istihdam edilenlerin sayısı 19 milyon 902 bin kişi olarak gerçekleşti. Bu sayı 2003’ün aynı dönemindeki istihdam sayısından 342 bin kişi düşük. Esasında bu dönemde sanayi ve inşaat sektörlerinde istihdam arttı. Ancak tarımda ve hizmetler sektöründe çalışanların sayısında gerileme yaşandı.  
 
Hemen belirtelim ki, tarımdaki gerileme normal kabul edilse de, çalışma iktisatçıları hizmetler sektöründeki gerilemeye bir anlam veremiyor. Avrupa Birliği’ne uyum çerçevesinde anket yapılan hanehalkı sayısının artırılmasının bir sapmaya yol açmış olabileceğini düşünenler var. Kısacası zaten yıllardır pek güvenilir bulunmayan işgücü piyasası verileri üzerinde yine kuşku bulutları dolaşıyor.  
 
DİE’nin verilerine göre, ilk çeyrekte işsiz sayısı ise 2 milyon 830 bin kişi oldu. Bu sayı 2003’ün aynı dönemindeki işsiz sayısının sadece 14 bin kişi altında. Yani işsiz sayısında ancak devede kulak olarak nitelendirilebilecek kadar bir gerileme var.  
 
Bu arada işgücünde de biraz düşüş olduğu için işsizlik oranında ise bu kadar bile gerileme yaşanmadı. Tam tersine işsizlik oranında 0.1 puanlık bir artış oldu. İlk çeyrekte işsizlik oranı yüzde 12.4 olarak gerçekleşti. 2003’ün aynı döneminde bu oran yüzde 12.3’tü.  
 
İlk çeyrekte eksik istihdamda olanların oranı da geçen yılın aynı dönemine göre biraz yükseldi. 2004’ün ilk çeyreğinde işgücünün yüzde 5.2’si eksik istihdamdaydı. 2003’ün aynı döneminde bu oran yüzde 5 olarak hesaplanmıştı.  
 
DİE’nin işsizlik verilerinin gerçeği yansıtmadığını düşünen bazı çalışma iktisatçıları, eksik istihdamı da buna ekleyip atıl işgücü adını verdikleri bir oran hesaplıyor. Bu tanım esas alındığında ilk çeyrekte atıl durumda bulunan işgücü oranı yüzde 17.6 olarak hesaplanıyor. Bu oranın 2003 yılının ilk çeyreğine göre 0.3 puan arttığı görülüyor.  
 
Ekonomideki büyümenin istihdama yansıması için işgücü ihtiyacı doğuracak yeni yatırımların yapılması gerekiyor. İlk çeyrek döneme ait milli gelir verileri ise yatırımların hala verimliliği artırmaya yönelik olduğunu gösteriyor. Bu durumda işsizlik oranları bir süre daha yüksek kalacak gibi görünüyor.  
 
Konut İnşaatında Canlanma Başladı  
 
Konut inşaatı sektöründe işler 1999 yılındaki büyük depremden bu yana pek iyi gitmiyordu. 1990’lı yılların ortasında bir yılda inşaatına başlanan konut sayısı 400 bini aşarken, bu sayı 2002 yılında 162 bine kadar inmişti. Geçen yıl ise hafif bir toparlanma yaşanmış ve 203 bin konutun yapımına başlanmıştı.  
 
Devlet İstatistik Enstitüsü’nün (DİE) verileri, bu yılın ilk çeyreğinde ise sektörde işlerin açılmaya başladığını gösteriyor. İlk çeyrekte inşaatına başlanan konut sayısı, geçen yılın aynı döneminde gerçekleşen sayıyı ikiye katladı. Söz konusu dönemde 52 bin 619 konutun inşaatına başlandı. 2003’ün aynı döneminde bu sayı 26 bin 162 olarak gerçekleşmişti.  
 
Yalnız ilk çeyrekte yaşanan bu olağanüstü artışta, mart ayında yapılan yerel seçimler öncesinde belediyelerin işi gevşek tutmasının etkisinin de bulunduğu iddiaları var. Yerel seçimler gerçekten de konut inşaatı sektörüne ivme kazandırmış olabilir. Fakat ilk çeyrekteki artışın tamamını bu etkiye bağlamak doğru olmaz. Konut inşaatında gerçekten bir canlanma olduğunu kabul etmek gerek.  
 
Konut inşaatındaki canlanma, sadece bu sektör için değil birçok yan sektör için de iyi haber. İnşaatların temelinin atılmasıyla önce kum, çimento, demir gibi ürünlere talep oluyor. Kaba inşaat yükselmeye başlayınca devreye tuğla, seramik, elektrik malzemesi, cam gibi ürünlere olan talep giriyor. İnşaatların tamamlanıp konutların iskana açılması aşamasında ise bu kez mobilya, mefruşat gibi sektörler bu işten ekmek yemeye başlıyor.  
 
İlk çeyrekte yapımı tamamlanıp iskana açılan konut sayısında da artış görüldü. Söz konusu dönemde 42 bin 458 daire için iskan izni alındı. 2003’ün aynı döneminde bu sayı 36 bin 759 adet olmuştu. Buna göre ilk çeyrekte iskana açılan konut sayısında yüzde 15.5 oranında artış yaşandı.          
 
Hızlı Büyüme Girişimciyi Cesaretlendirdi  
 
Ekonomik konjonktürün her döneminde yeni bir şirket kurarak iş hayatına atılmak isteyen insanlar bulunur. Ancak geleceğe güvenin azaldığı iniş dönemlerinde doğal olarak bu insanların sayısı çok azdır ve bu nedenle kurulan şirket sayısı da azalır. Konjonktürün yükseliş dönemlerinde ise geleceğe güven düzeyinin artmasıyla daha çok insan iş hayatına atılma cesaretini gösterir. Böylece yeni kurulan şirket sayısı da artar.  
 
hed
Ekonominin üst üste krizler geçirdiği geçtiğimiz son 5 yılda yeni kurulan şirket sayısı, 1990’lı yılların ortasındaki düzeylerine göre neredeyse yarı yarıya azalmıştı. 1990’lı yılların ortasında 50 binin üzerine çıkan bir yılda kurulan şirket sayısı, 1999-2003 döneminde 25 bin ile 35 bin arasına sıkışıp kalmıştı. Son 2 yılda ekonominin hızlı büyümesi de girişimcileri harekete geçirememişti.  
 
Ancak hızlı büyümenin üçüncü yıla sarkmasıyla birlikte bu tablo değişmeye başladı. Yılın ilk yarısında yeni kurulan şirket sayısının epey yükseldiği görülüyor. Kriz sonrasında bir ayda kurulan şirket sayısı genelde 2 binli düzeylerde seyrederken, şubat hariç bu yılın ilk altı ayında bu sayının 3 binin üzerine yükseldiği dikkati çekiyor. Hatta haziran ayında yeni kurulan şirket sayısı 4 binin de üzerine çıkmış durumda.  
 
Yılın ilk yarısında kurulan toplam şirket sayısı 21 bin 425 adet oldu. Bu sayı geçen yılın aynı döneminde kurulan şirket sayısını yüzde 31.8 oranında aşıyor. Önümüzdeki aylarda olağanüstü gelişmeler olmaz ve ilk yarıyıldaki şirketleşme eğilimi devam ederse, bu yıl yeni kurulan şirket sayısı 40 binin üzerine çıkacak gibi görünüyor. Bu sayı 10 yıl öncesine göre düşük olsa da son 5 yıldaki kısırlığın ortadan kalkması açısından önemli bir düzeyi oluşturuyor.  
 
Bütçede İlk Yarı Performansı Çok İyi  
 
hedUygulanmakta olan istikrar programının en önemli ayaklarından biri olan bütçede yılın ilk yarısı oldukça iyi bir performansla geçildi. Maliye Bakanlığı’nın verilerine göre, ilk yarıyılda bütçede yaşanan gelişmeler şöyle:  
 
İlk 6 ayda bütçenin verdiği açık, geçen yılın aynı döneminde verilen açığın yüzde 41.1 altında. Ocak-haziran döneminde bütçe açığı 14.6 katrilyon lira olarak gerçekleşti. Oysa 2003 yılının aynı döneminde 24.8 katrilyon liralık açık söz konusuydu.  
 
Bütçenin en çok ilgi çeken kalemi olan faiz dışı dengede de ilk yarıyılda yaşanan gelişmeler olumlu. 2004’ün ilk 6 ayındaki faiz dışı fazla tutarı 15 katrilyon lira. Bu tutar 2003 yılının aynı dönemindeki faiz dışı fazla tutarını yüzde 49 aşıyor. 2003’ün ilk yarısında elde edilen faiz dışı fazla tutarı 10.1 katrilyon liraydı.  
 
Bütçede yaşanan bu olumlu gelişmelerin altında yatan en önemli faktör, ilk 6 ayda faiz ödemelerinin geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 25.1 oranında azalmış olması. 2003 yılının ilk yarısında faize ödenen para 34.9 katrilyon lira iken, bu yılın aynı döneminde ödenen para 26.1 katrilyon lirada kaldı. Geçen yılın ikinci yarısından itibaren iç borçlanmanın daha düşük faizlerle yapılmaya başlamış olması, bu yılın ilk yarısında faiz ödemelerinin gerilemesini sağladı.  
 
İlk yarıyılda bütçe uygulamasının başarılı olmasını sağlayan bir faktör de tahsil edilen gelir miktarının epey yüksek olması. Özellikle vergi gelirlerindeki artış sayesinde, toplam gelirlerde yaşanan artış yüzde 22.4’ü buldu.  
Yılın son aylarında doğru ödeneklerin serbest kalmaya başlaması, bütçedeki bu olumlu tabloyu biraz bozacak. Ancak öyle görünüyor ki ekonomideki olağanüstü bir gelişme yaşanmadığı takdirde bu yıl bütçe hedeflerini tutturmak zor olmayacak.  
 
Kredi Talebi Maliyete Duyarlı Değil  
 
Normalde bankacılık sektörünün işlevi tasarruf sahipleri ile yatırım yapmak için krediye ihtiyaç duyan girişimciler arasında köprü olmaktır. Ancak Türkiye’de bankacılık sektörü topladığı kaynakları yatırımcıya değil kamuya aktarıyor. Bunun temel nedeni büyük açıkları nedeniyle sürekli kaynak ihtiyacında olan kamunun yüksek faizler vererek fonları emmesi. Tabii bunun dışında bazı ikincil etkenler de mevcut.  
 
hed
Son yıllarda popüler olan bir görüşe göre, bu etkenlerden biri kredi kullanımı esnasında alınan yüksek vergiler. Bu görüşe göre bu vergilerde indirim yapıldığı takdirde özel kesimin kredi kullanımında artış olacak. Bu da ekonominin daha hızlı büyümesini sağlayacak.  
 

Sabancı Üniversitesi’nden Hasan Ersel ile Alpay Filiztekin’in yaptığı bir çalışma, bu görüşün doğru olmadığını ortaya koyuyor.  
 
Ersel ile Filiztekin, bu görüşün doğru olabilmesi için kredi talebinin maliyet esnekliğinin yüksek olması gerektiği fikrinden yola çıkmış. Bu nedenle ekonometrik yöntemler kullanarak bu esneklik katsayılarını tahmin etme yoluna gitmiş.  
 
1993:1-2003:3 dönemine ait üçer aylık verilerle ve 24 banka için yapılan regresyon analizi, negatif işaretli olması gereken maliyet esnekliği katsayısını pozitif olarak veriyor. Bu sonucun hem 2001 krizi öncesi hem de 2001 krizi sonrası için geçerli olduğu görülüyor.  
 
Bankaların menkul kıymet yönelimli ve kredi yönelimli olarak ayrıştırılmasından sonra analizin tekrarlanması da sonucu fazla değiştirmiyor. Kredi yönelimli bankalar için esneklik katsayıları beklendiği gibi negatif işaretli ama çok düşük çıkıyor. Bu bankalarda kredi maliyetindeki yüzde 1’lik artışın kredi talebini sadece yüzde 0.3 düşürdüğü görülüyor.  
 
Bu sonuçlara göre kredi talebinde maliyetin etkisi çok fazla değil. İşletmeler ancak mecbur kalınca banka kredisi kullanmaya yöneliyor ve bu esnada kredinin maliyetine de pek bakmıyor. Buna göre vergi oranlarının düşürülmesi ile kredi kullanımında önemli bir artış yaşanması zor. Bu durum ancak reel faizlerin makul düzeylere düşüp ekonominin normale dönmesinden sonra değişebilecek.  

Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Yorum Yaz