Cari Açık Tartışması

2005 yılı başlarken hükümet, 2004 yılını rekorla kapatan cari açığı biraz geriye çekmeyi hedefliyordu. Ekonomik kamuoyu o kadar iyimser değildi ama en azından cari açığın 2004 yılındaki düzeyi dola...

1.09.2005 03:00:000
Paylaş Tweet Paylaş

hed2005 yılı başlarken hükümet, 2004 yılını rekorla kapatan cari açığı biraz geriye çekmeyi hedefliyordu. Ekonomik kamuoyu o kadar iyimser değildi ama en azından cari açığın 2004 yılındaki düzeyi dolayında kalması bekleniyordu. Çünkü geçen yılın ikinci yarısında ekonomide başlayan yavaşlamanın cari açıktaki tırmanışı durduracağı tahmin ediliyordu.

Ancak yılın ilk yarısında ne hükümetin tahmini gerçekleşti ne de kamuoyunun beklentisi. Ekonomideki yavaşlamaya rağmen cari açıktaki tırmanış sürdü. Bu da son iki yılda zaman zaman gündeme gelen cari açık tartışmasının bir kez daha gündemin üst sıralarına tırmanmasına yol açtı.

İzleyebildiğimiz kadarıyla bu tartışmanın başlıca iki boyutu söz konusu. Bunlardan birincisini ekonomideki yavaşlamaya rağmen cari açıktaki tırmanışın nasıl olup da sürdüğü oluşturuyor. Bu bağlamda geçen yıl bu sıralarda çok tartıştığımız cari açık ekonomideki büyümeyle mi yoksa YTL’deki değerlenmeyle mi daha çok bağlantılıdır sorusu yeniden irdeleniyor.

Cari açık tartışmasının ikinci boyutunu ise bu açığın nasıl finanse edildiği oluşturuyor. Bir tarafta açığın sıcak para akımları ile finanse edildiğini savunanlar endişelerini belirtirken, diğer tarafta yabancı sermayenin Türkiye’ye ilgisinin artmasını ve bankaların uzun vadeli kredilerinin yükselmesini finansmanın kalitesinin arttığı şeklinde yorumlayanlar bulunuyor. Bu arada finansman kalemleri içinde yer alan “net hata ve noksan” kalemi de ulaştığı büyüklük nedeniyle dikkatleri üzerine çekiyor.

Büyüme ve cari açık

Cari açığın ekonomideki büyüme ile mi yoksa YTL’deki değerlenme ile mi daha çok bağlantılı olduğu, cari açığın yükselmesine karşı alınacak önlemler açısından önem taşıyor. Eğer birinci ilişki daha güçlü ise cari açığı küçültmek için ekonomiyi yavaşlatacak önlemler alınması, ikinci ilişki daha güçlü olduğunda ise YTL’deki değerlenmenin önüne geçmenin bir yolunun bulunması gerekiyor.

Geçen yaz bu konu çok tartışılmış ve sonunda cari açığın büyüme ile daha bağlantılı olduğunu düşünenler baskın çıkmıştı. Hükümet de bu nedenle cari açığı küçültmek için ekonomiyi yavaşlatacak önlemler almıştı. Tabii hükümetin bu yola yönelmesinde dalgalı kur sistemi uygulaması nedeniyle kurlarla fazla oynama şansı olmaması da rol oynamıştı.

Ekonomi biraz hükümetin aldığı önlemlerin etkisiyle, biraz otomotiv ve dayanıklı tüketim mallarındaki ertelenmiş talebin doygunluğa ulaşmaya başlamasıyla, biraz da bahar aylarındaki finansal çalkantı sonrasında faizlerin yükselip kredi kullanımının yavaşlamasıyla geçen yılın ikinci yarısında soğumaya başladı. Elimizdeki veriler bu soğumanın bu yılın ikinci yarısına da sarktığını gösteriyor. Ancak buna rağmen cari açıktaki tırmanış sürüyor. Bu da bizi tartışmanın başına geri götürüp “Acaba cari açık YTL’deki değerlenme ile daha fazla mı ilgiliydi” sorusunu incelemeye yöneltiyor.

Bir çalışmanın sonuçları

Bilimsel araştırmaların yayınlandığı bir dergi olan İktisat, İşletme ve Finans dergisinin Ağustos 2005 sayısında tam da bu konuyu işleyen bir çalışma mevcut. Dokuz Eylül Üniversitesi’nden Adnan Kasman, Evrim Turgutlu ve Gonca Konyalı tarafından yapılan çalışma “Cari açık büyümenin mi aşırı değerli TL’nin mi sonucudur?” başlığını taşıyor. Söz konusu çalışmada yazarlar 1984:1-2004:3 dönemine ilişkin üçer aylık verileri ve ekonometrik yöntemleri kullanarak bu sorunun cevabını araştırıyor.

Kasman ve arkadaşları çalışmanın sonucunda hem büyümenin hem de aşırı değerli TL’nin cari açığa neden olduğu ama aşırı değerli TL’nin cari açık üzerinde daha fazla etki gösterdiği bulgusuna ulaşıyor. İki değişkenin etkisinin birlikte ele alındığı modelde ekonomideki yüzde 1’lik büyümenin cari işlemler dengesinde 2.2 milyar dolar, TL’nin yüzde 1 değer kazanmasının ise 3.7 milyar dolar bozulmaya yol açtığı sonucuna varılıyor. İki değişkenin etkisinin ayrı ayrı ele alındığı modellerde ise yüzde 1’lik büyümenin cari işlemler dengesi üzerindeki bozucu etkisi 3.8 milyar dolar, TL’nin yüzde 1 değerlenmesinin bozucu etkisi 6.6 milyar dolar olarak bulunuyor.

Bu çalışmanın sonuçları içinde bulunduğumuz durumu da açıklıyor. Ekonomide son bir yıldır yavaşlama var ama YTL tarihinin en yüksek değerlerinde dolaşıyor. Ekonomideki yavaşlamaya rağmen cari açığın hız kesmemesi de YTL’deki değerlenme nedeniyle ara malı ithalatının cazibesini korumasından kaynaklanmış gibi görünüyor.

Bu çalışmanın sonuçları dikkate alınır ise sadece ekonomideki yavaşlama ile cari açık sorununu halletmek mümkün görünmüyor. Ekonomideki yavaşlama yanında YTL’nin de bir miktar değer kaybetmesini sağlamak gerekli gibi. Ancak Merkez Bankası’nın dalgalı kur uygulaması nedeniyle kurlarla oynamamayı taahhüt ettiği bir ortamda bunun nasıl sağlanabileceği meçhul.

Yabancı sermayenin ilgisi

Tartışmanın ikinci boyutuna gelince… Cari açığın finansmanının sıcak para adı verilen kısa vadeli sermaye hareketleriyle sağlanmasının etkilerini 1994 ve 2001’de gördük ve yaşadık. Bu nedenle geçen yıl da cari açığın finansmanında sıcak paranın ön plana çıkması ekonomik kamuoyunu oldukça tedirgin etmişti.

Cari açığın finansmanında en sağlıklı yol olarak doğrudan yabancı sermaye yatırımları gösteriliyor. Yılın ilk yarısında yabancı sermayenin Türkiye’ye olan ilgisinin arttığına ilişkin haberler bu nedenle sevinçle karşılanmıştı.

Ancak ödemeler dengesi verilerine baktığımızda henüz bu ilginin yansımasını yeterince göremiyoruz. Türkiye’ye yönelik doğrudan yatırım girişinde bir miktar artış var ama (Ocak-Haziran 2004’te 1 milyar 500 milyon dolardan, Ocak-Haziran 2005’te 1 milyar 839 milyon dolara) Türkiye’den çıkan sermayeyi de dikkat aldığımızda belirgin bir değişiklik görülmüyor. Türkiye’ye bu yılın ilk altı ayındaki net doğrudan yatırım girişi 931 milyon dolar oldu. Bu tutar geçen yılın ilk altı ayında biraz daha yüksek ve 960 milyon dolar idi.

Finansman tarafında sadece bankaların uzun vadeli kredi kullanımlarında rahatlatıcı bir durum dikkati çekiyor. Geçen yılın ilk altı ayında 1 milyar 312 milyon dolar olan bankaların uzun vadeli kredi kullanımları bu yılın aynı döneminde 4 milyar 488 milyon dolara çıkmış durumda. Uzun vadeli kredi kullanımları doğrudan yatırımlar kadar kalıcı bir finansman kaynağı olmasa da sıcak para kadar hızlı kaçma ihtimali de bulunmuyor.

Hatalar çok büyüdü

Cari açığın finansman tarafında esas dikkati net hata ve noksan kalemindeki tırmanış çekiyor. Kaynağı belirsiz döviz giriş ve çıkışlarını gösteren bu kalemde ilk altı ayda 5 milyar 952 milyon dolarlık fazla oluştu. Bu kalem geçen yılın ilk altı ayında ise 1 milyar 510 milyon dolar fazla vermişti.

Net hata ve noksan kaleminin gösterdiği döviz girişi mal ve hizmet hareketlerindeki kaçaktan da, tespit edilemeyen sıcak para hareketlerinden de kaynaklanmış olabilir. Eğer esas kaynak mal ve hizmet hareketleri ise cari açık sanılandan az demektir ve endişeler azalabilir. Ancak net hata ve noksan kalemi esas olarak sıcak para girişinden oluşuyorsa o zaman işimiz zor demektir. Bazı sıcak para tanımlarında net hata ve noksan kaleminin sıcak para olarak kabul edildiğini de bu arada belirtelim.

Merkez Bankası ve Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) şimdi net hata ve noksan kaleminin nereden kaynaklandığını aydınlatmaya çalışıyor. Bu konuda yol alınabilirse ödemeler dengesi üzerine daha sağlıklı değerlendirmeler yapma imkanını bulabileceğiz.

Tartışma sürecek

2004 yılında cari açık 15.5 milyar dolar olmuş ve milli gelirin yüzde 5.2’sini bulmuştu. Bu oran 1994 krizi öncesinde yüzde 3.5, 2001 krizi öncesinde ise yüzde 4.9’du. 2005 yılı cari açığını hükümet 10.6 milyar dolar olarak hedeflemiş, beklentiler ise genelde 15-16 milyar dolar arasında oluşmuştu. Cari açık hedeflenen düzeyde de olsa beklentiler düzeyinde de gerçekleşse, bu yıl cari açığın milli gelire oranı geçen yılın altına düşecek ve endişeler biraz dağılacaktı.

Ancak haziran sonu itibariyle yıllık cari açık 19.3 milyar dolara varmış durumda. Yıl sonu tahminleri ise 22 milyar dolara kadar çıkıyor. Bu durumda cari açığın milli gelire oranı geçen yılki düzeyini de aşıp yüzde 6’nın üzerine çıkacak gibi görünüyor.

Eğer yabancı sermayenin Türkiye’ye artan ilgisi önümüzdeki aylarda ödemeler dengesine yansımaya başlarsa cari açıktaki bu tırmanış fazla endişe yaratmayacak. Ancak bu gerçekleşmez ise sinirler gerilecek. Bu durumda hükümetin yeniden cari açığı küçültecek önlemler araması gerekecek. Bunun için ya ekonominin buz kesmesine izin verilecek ya da kurlarla oynamanın bir çaresi bulunmaya çalışılacak. Turizm gelirlerinin ödemeler dengesini rahatlattığı önümüzdeki iki ayda olmasa bile kışa girerken bu konu epey gürültü koparabilecek gibi görünüyor.

DIŞ TİCARETTE İLK YARIYIL BİLANÇOSU

hedDış ticaret bu yıl da hedeflenenden ve beklenenden farklı bir seyir izliyor. Yılın ilk yarısında ithalatta beklenen ölçüde bir yavaşlama olmadı. İhracat ise özellikle son aylarda epey performans kaybetti. Bunun neticesinde dış ticaret açığı rekor kırmaya devam etti. Tabii dış ticaret açığındaki rekorlar cari açığa da yansıdı.

İlk yarıyılda dış ticarette yaşanan gelişmeleri incelediğimizde şu hususlar dikkatimizi çekiyor:

İthalatta neler oldu?

* Yılın ilk yarısında ithalat yüzde 21.3 oranında artış gösterdi. Geçen yıl ithalattaki artış oranının yüzde 40.7 olarak gerçekleştiğini göz önüne alırsak, esasında ithalatta ciddi bir yavaşlama söz konusu. Ancak bu yavaşlama beklenen ölçüde değil. Hükümet bu yıl ithalattaki artışın yüzde 10’un altında gerçekleşmesini hedefliyordu. Ekonomideki yavaşlamayı göre ekonomik kamuoyu da, hükümetin hedeflediği kadar olmasa da, ithalatta ilk yarıyılda gerçekleşenden daha fazla bir yavaşlama bekliyordu.

* Dış ticaretin mal gruplarına göre incelenmesi, ithalattaki yavaşlamanın beklenenden düşük olmasının ara mallarından kaynaklandığını gösteriyor. Tüketim ve yatırım malları ithalatındaki artış oranları geçen yıla kıyasla çok büyük düşüş göstermiş durumda. Buna karşılık ara malı ithalatındaki artış geçen yılki hızını aynen koruyor. Ekonomideki yavaşlamaya rağmen gerçekleşen bu durumun, üreticilerin, YTL’deki değerlenme nedeniyle daha ucuz hale gelen ithal ara mallarını yerli ara mallarına tercih etmelerinden kaynaklandığı tahmin ediliyor.

* Yalnız haziran ayında ara malı ithalatında da önemli bir yavaşlama tespit ettik. Bu yavaşlama yılın ikinci yarısına da sarkarsa, dış ticarette bir rahatlama olabilir.

İhracatta performans kaybı

* İlk altı ayda ihracattaki artış oranı yüzde 20.5 olarak gerçekleşti. 2004 yılında ihracatın yüzde 33.6 arttığını dikkate alırsak bu yıl ihracatta da önemli bir yavaşlama var. Ancak ihracattaki yavaşlama da beklenen ölçüde değil. Hükümet bu yıl ihracattaki artış oranını yüzde 14.5 olarak hedeflemişti. Son iki yıldaki yüzde 30’un üzerindeki artış oranlarının olağanüstü olduğunu bilenler de bu yıl ihracatta hükümetin hedeflediğine yakın bir yavaşlama beklemekteydi.

hed* Ancak ihracatta son birkaç ayda yavaşlamanın çok belirgin olduğu dikkati çekiyor. Nisan ayında yüzde 20.7 olan ihracattaki yıllık artış oranı mayıs ayında yüzde 12.6’ya, haziran ayında ise yüzde 9.7’ye düştü. Öncü veriler temmuz ayında ihracattaki artış oranının daha da düşeceği sinyalini veriyor. Bu durum ihracatın geleceği konusunda endişe yaratıyor.

* İlk yarıyılda ithalatın beklendiği ölçüde yavaşlamaması ve ihracatta son aylarda hızlanan performans kaybı, hem dış ticaret açığının hem de cari açığın beklenenin üzerinde gerçekleşmesine neden oldu. İlk altı aydaki dış ticaret açığı 20 milyar dolar. Böyle giderse yıl sonunda dış ticaret açığı 40 milyar doların üzerine çıkıp yeni bir rekor kıracak. İlk yarıyıldaki cari açık ise 13.7 milyar dolar olarak gerçekleşti. Cari açık da yıl sonunda yeni bir rekor kırıp 20 milyar doların üzerine çıkacak gibi görünüyor.

ENFLASYONDA YÜKSELİŞ DURDU

hed2004 yılı yüzde 12’lik hedefin epey altında ve yüzde 9.35’lik bir enflasyon oranıyla kapandığı için 2005 yılı başlarken yüzde 8’lik hedefe ulaşma konusunda bir endişe mevcut değildi. Hatta beklentiler yıl sonunda enflasyonun yine hedefin altında kalacağı yönündeydi. Ancak nisan ayında tüketici enflasyonunda başlayan yükseliş bu konuda kafaları biraz bulandırmıştı. Fakat temmuz ayında yaşanan gelişmeler bu bulanıklığı dağıttı.

Yıllık tüketici enflasyonu mart ayı sonunda yüzde 7.94’e kadar düşmüş ve yıl sonu hedefinin altına inmişti. Bu oran üç ay üst üste yükselerek haziran ayı sonunda yüzde 8.96’ya kadar çıktı. Temmuz ayında ise yıllık tüketici enflasyonu yeniden yıl sonu hedefinin altına ve yüzde 7.82’ye indi.

Enflasyonda son dört ayda yaşanan bu iniş çıkış büyük ölçüde giyim ve ayakkabı fiyatlarındaki değişimden kaynaklandı. Yazlık ürünlerin vitrinlere çıktığı nisan ve mayıs aylarında giyim ve ayakkabı grubunda mevsimlik eğilimlerin çok üzerinde fiyat artışları yaşanmıştı. İndirim sezonunun başladığı temmuz ayında ise bu kez giyim ve ayakkabı fiyatlarında mevsimlik eğilimlerin çok üzerinde fiyat düşüşleri yaşandı.

Yıllık tüketici enflasyonunun temmuz ayında yeniden yıl sonu hedefinin altına inmesi, gerçekleşmenin hedefin altında olacağı beklentilerini güçlendirdi. Çoğu iktisatçı yıl sonunda enflasyonun yüzde 7’nin altında bir değer alacağını düşünüyor.

Geçen yılın ikinci yarısında aylık enflasyon oranları yüksek çıkmıştı. Mevcut eğilim devam ederse bu yıl aynı dönemde aylık enflasyon oranlarının daha düşük çıkması mümkün görünüyor. Bu durumda yıl sonu enflasyon beklentileri gerçekleşebilecek. Esasında Merkez Bankası da bu yıl enflasyonun hedefin altında çıkabileceğini düşünüyor ama gelecek yıl konusunda endişeleri bulunuyor.

SANAYİNİN PERFORMANSI ÇOK DÜŞTÜ

Geçen yılın ilk yarısını müthiş bir performansla kapatan sanayi bu yılın aynı döneminde aynı performansı yakalayamadı. Sanayi geçen yıl ulaştığı üretim düzeyini aşmakta zorlanınca, sanayi üretimindeki yıllık artış oranları giderek düştü.

Grafikte gördüğünüz gibi bu yılın ilk yarısında sanayi üretimi sadece şubat ayında çift haneli bir artış gösterebildi. Bu da geçen yıl şubat ayına denk gelen bayram tatilinin bu yıl ocak ayına kaymasından kaynaklandı. Ancak şubat ayında üretimi yükselten baz etkisi diğer aylarda tersine çalıştı.

Şubat ayı sayesinde yılın ilk çeyreğinde sanayi üretimindeki artış oranı yüzde 6.1 olarak gerçekleşmişti. İkinci çeyrekte ise bu oran yarı yarıya düştü ve yüzde 3 olarak gerçekleşti.

Sanayi üretimindeki artış oranı temmuz ayında da düşük çıkacak. Çünkü sanayi üretiminin düzeyi geçen yılın temmuz ayında da epey yüksekti. Ancak ağustos ayından itibaren işler değişecek. Geçen yıl ağustos ayından itibaren sanayinin performansında düşüş görülmüştü. Sanayi son aylardaki performansını koruyabilirse bu yıl ağustos ayından itibaren üretim artış oranları yeniden yükselebilecek.

Sanayi üretimindeki değişim oranı ekonominin genelindeki büyüme açısından da büyük önem taşıyor. Çünkü sanayinin ekonomideki payı yüzde 30’a yaklaşıyor ve ayrıca diğer sektörlerle de yoğun etkileşim içinde bulunuyor.

Sanayi üretiminin yüzde 6.1 arttığı ilk çeyrekte ekonomi yüzde 4.7 büyümüştü. Sanayi üretiminin yüzde 3 arttığı ikinci çeyrekte ekonominin genelindeki büyüme oranı da bu düzeylere düşecek gibi görünüyor. Yüzde 5’lik büyüme hedefinin tutması için yılın ikinci yarısında sanayinin performansının yükselmesi gerekiyor.

KONUTTAKİ FİYAT ARTIŞI MALİYET KAYNAKLI DEĞİL

Elimizde ayrıntılı veriler olmasa da gözlemlerimiz konut fiyatlarında bu yıl büyük artışlar olduğunu gösteriyor. Konut fiyatlarındaki artışlar kiralara da yansıyor. Bu fiyat artışları büyük ihtimalle konut kredileri ile beslenen ve giderek güçlenen talep ile bağlantılı. Ancak yine de bir de işin maliyet tarafına bakmakta fayda bulunuyor.

İnşaat maliyetlerindeki değişimi Devlet İstatistik Enstitüsü’nün (DİE) üç ayda bir yayınladığı bina inşaat maliyet endeksi verilerinden izliyoruz. Bu veriler bina inşaat maliyetlerinin işçilik, makine ve malzeme gibi ana kalemlerine ilişkin bilgiler de sunuyor.

hedDİE’nin bu endeks için yayınladığı son veriler 2005’in ikinci çeyrek dönemine ait. Bu verileri incelediğimizde konut fiyatlarındaki artışın maliyet kaynaklı olamayacağını anlıyoruz. Çünkü bina inşaat maliyetlerinde konut fiyatlarındaki artış ölçüsünde bir reel yükseliş görülmüyor.

Yılın ilk altı ayında yaşanan gelişmeleri dikkate alırsak bina inşaat maliyetlerinde yaşanan artışın yüzde 4.3 olduğunu görüyoruz. Aynı dönemde üretici fiyatlarında yaşanan artış ise yüzde 1.5 düzeyinde. Buna göre bina inşaat maliyetlerinde yaşanan reel artış yüzde 2.8 olarak hesaplanıyor.

Yılın ilk yarısında bina inşaat maliyetlerinde yaşanan artışta makine ve işçilik maliyetleri ön plana çıkıyor. Makine maliyetlerindeki artış yüzde 8.1 iken işçilik maliyetlerindeki artış yüzde 6.8 düzeyinde. Bu oranlar genel maliyet artış oranının üzerinde. İşçilik maliyetindeki artış konut inşaatının hızlanmasıyla birlikte işgücü talebinin arttığını ve ücretlerin yükselmeye başladığını düşündürüyor. Yılın ilk yarısında malzeme maliyetlerindeki artışın ise son derece düşük kaldığını gözleniyor.

PETROL FATURASI 9 MİLYAR DOLARA YAKLAŞACAK

Bu yıl cari işlemler açığının hız kesmemesinde petrol fiyatlarındaki tırmanışın sürmesinin de önemli katkısı var. Yıl sonunda 22 milyar dolara ulaşması beklenen cari açığın en az 3 milyar dolarlık bölümü petrol fiyatlarındaki artışın ithalat faturasını kabartmasından kaynaklanacak. Bu yıl Türkiye petrol ithalatı için tarihinin en yüksek faturasını ödemek zorunda kalacak.

Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) verilerine göre, Türkiye yılın ilk beş ayında 70.1 milyon varil ham petrol ithal etti ve karşılığında 3 milyar 72 milyon dolar ödedi. Bu dönemde ithal edilen petrolün varili 43.8 dolara denk geldi.

hedEsasında dünya petrol fiyatları çok daha yüksek ve son günlerde 60 doların da üzerine çıkmış durumda. Fakat Türkiye daha ucuz olan Arap petrolünü kullandığı ve de ithalatı önceden imzaladığı anlaşmalarla yaptığı için petrolü daha düşük fiyattan alıyor. Ancak ödediği fiyatı dünya petrol fiyatlarına paralel olarak yükseltmekten kurtulamıyor. Bu durum yıl sonu geldiğinde bir varil petrolün ortalama ithalat maliyetinin 50 dolara yaklaşacağını düşündürüyor.

Türkiye geçen yıl 176.5 milyon varil petrol ithal etmiş ve bunun için 6 milyar 91 milyon dolarlık fatura ödemişti. Petrol fiyatlarının yükseldiği yıllarda Türkiye ithalatını azaltıp stoklara ve iç kaynaklara yöneliyor. Bu nedenle bu yıl petrol ithalatının 175 milyon varil dolayına düşmesini bekleyebiliriz. Bu ithalat için ödenecek para ise 9 milyar dolara yaklaşabilecek gibi görünüyor.

Petrol fiyatlarındaki yükseliş geçen yıl spekülatif nedenlere bağlanmıştı. Bu yıl ise fiyat yükselişi daha çok arz-talep dengesizliğine bağlanıyor. Bu dengesizliğin kısa dönemde giderilmesi mümkün görülmediği için de yüksek fiyatlara alışmamız gerektiği söyleniyor. Bu durumda bizim de yüksek ithalat faturalarına alışmamız gerekiyor. 

SERMAYE DOPİNGİ BANKALARI GÜÇLENDİRDİ

Merkez Bankası önümüzdeki yıl açık enflasyon hedeflemesine geçecek. Enflasyon hedefine ulaşmak için ise aktif bir para politikası uygulanacak. Para politikasının aktif olarak kullanılması ekonomik gelişmeleri yakından izlemeyi gerektiriyor. Merkez Bankası da ekonomiyi en doğru şekilde izleyebilmek için durmadan yeni göstergeler üretiyor.

Bu kapsamda geçen ay tanıştığımız yeni göstergelerden biri finansal sağlamlık endeksi oldu. Bu endeks bankaların çeşitli finansal göstergeleri kullanılarak oluşturuluyor ve finansal yapılarının nasıl değiştiğini izlemeye yarıyor.

TCMB’nin geçen ay ilkini yayınladığı Finansal İstikrar Raporu’nda yer alan bu endeksteki gelişmeleri 1999 yılından itibaren izlediğimizde kriz sırasında zayıflayan bankacılık sisteminin son dört yıldır giderek sağlamlaştığı görülüyor. Bu sağlamlaşmanın da daha çok kriz sonrasında kamu bankaları ile TMSF bünyesindeki bankalara yapılan sermaye aktarımı sayesinde gerçekleştiği dikkati çekiyor.

1999=100 bazlı sermaye yeterlilik endeksinin 2000 yılında 98.9’a indiği görülüyor. 2001’den itibaren yükselişe geçen bu endeksin değeri 2003 yılında 144’e kadar yükselmiş. Sonraki dönemde ise bu endeksin değerinde önemli bir değişim görülmüyor.

Kriz sonrasında bankaların sağlamlaşmasında rol oynayan bir başka faktör kur riskinin azaltılması. Ancak kur riski endeksinin de 2001 yılından bu yana aşağı yukarı aynı düzeyde kaldığını izleniyor.

Bankaların aktif kalitesinde ve kârlılıklarında ise düzelmenin daha geç başladığı ama yavaş da olsa sürdüğü dikkati çekiyor.

Kriz sonrasında bankaların sağlamlığına negatif etki eden tek faktör ise likidite riskindeki artış. Bankaların giderek daha az likit kalmayı tercih etmesi likidite riski endeksini düşürüyor.

HARCAMA DAĞILIMINDA DÜZELME VAR

Devlet İstatistik Enstitüsü’nün (DİE) 2004 yılında düzenlediği Hanehalkı Bütçe Anketi’nin tüketim harcamalarıyla ilgili sonuçları gelir dağılımında düzelme sinyali veriyor. Söz konusu anketin gelir gruplarına göre tüketim harcamalarının dağılımı ile ilgili sonuçlarına baktığımızda şu noktalar ön plana çıkıyor:

* En yüksek gelirli yüzde 20’lik grubun harcamalardaki payı 2003’e göre gerilemiş durumda. Ortanın altı gelir gurubunun da harcamalardaki payında az da olsa bir gerileme olduğu dikkati çekiyor. Diğer grupların harcamalardaki payında ise artış var.

hed* En yüksek gelirli grubun harcamalardaki payının en düşük gelirli grubun payına oranı 4.2 kat olarak hesaplanıyor. Bu oran 2003 yılında 4.5, 2002 yılında ise 4.1 kat idi. Bu durum geçen yıl harcamaların dağılımında bir miktar düzelme olduğunu ama henüz 2002 yılı düzeyine ulaşılamadığını gösteriyor.

* Türkiye geneli için yapılan bu değerlendirmelerin kentsel ve kırsal kesim için de büyük ölçüde geçerli olduğu görülüyor. Yalnız harcamaların daha dengeli dağıldığı kırsal kesimde düzelme de Türkiye genelinde ve kentsel kesimde olduğu kadar belirgin değil.

* Orta ve ortanın üstü gelir guruplarının harcamalardan aldığı payın artmasının geçen yılki ertelenmiş tüketim patlamasından kaynaklandığını tahmin ediyoruz. Otomotiv ürünlerine ve dayanıklı tüketim mallarına yönelen ertelenmiş tüketim daha çok bu iki gelir grubuna mensup ailelere aitti. Bu iki gruptaki ailelerin krizden beri erteledikleri tüketim kararlarını geçen yıl hayata geçirmeleri harcamalardaki paylarını artırdı gibi görünüyor.

* Hanehalkı Bütçe Anketi’nin gelir dağılımıyla ilgili sonuçları 14 Aralık 2005’te açıklanacak. Bu sonuçlar gelir dağılımında düzelme olduğunu gösterebilir.

GÜVEN EROZYONU EKONOMİYİ ZORLUYOR

Bahar aylarına adım attığımızdan bu yana Türkiye’de geleceğe yönelik güvende belirgin bir düşüş yaşanıyor. Bu düşüşün başlangıcı Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB) üyeliğine ilişkin beklentilerin yeniden olumsuza dönmeye başladığı günlere dayanıyor. Aynı dönemde ABD’de faiz oranlarının daha hızlı yükseltileceğine yönelik beklentilerin gündeme gelmesi de geleceğe güvenin azalmasında rol oynadı tabii.

hedEkonomik kamuoyunun geleceğe yönelik beklentilerindeki gelişmeleri iki ayrı kaynaktan izliyoruz. Bunlardan birincisini Merkez Bankası ve DİE’nin birlikte hazırladığı Tüketici Güven Endeksi (TGE), ikincisini ise Merkez Bankası’nın yalnız hazırladığı Reel Kesim Güven Endeksi (RKGE) oluşturuyor. Her iki endeks de son aylarda sürekli geriliyor.

TGE’nin değeri haziran ayında 99.1’e kadar düşmüştü. Temmuz ayındaki değeri ise 99.2 oldu. Bu endekste 100’ün üzerindeki değerler iyimser duruma, altındaki değerler ise kötümser duruma işaret ediyor. Bu durum son iki aydır tüketiciler arasında kötümser olanların baskın hale geldiğini gösteriyor.

Nisan ayından bu yana gerileme eğiliminde olan RKGE’nin değeri ise temmuz ayında 100’e indi. Bu durum reel kesimin iyimserlik ile kötümserlik arasında kaldığı anlamına geliyor. Bu arada RKGE’nin değerinin Nisan 2003’ten bu yana ilk kez bu kadar düşük bir düzeye indiğini de hatırlatalım.

Ekonomi yılın ilk yarısını pek iyi geçirmedi. Yüzde 5’lik büyüme hedefinin tutması için ikinci yarıyılda ekonominin biraz hızlanması gerekiyor. Ancak tüketicinin ve reel kesimin güveni bu kadar zayıf iken bunu gerçekleştirmek çok zor. Hükümetin ekonomide geleceğe güveni artıracak faaliyetlerde bulunması gerekiyor.

İHRACAT PATLAMASI YABANCI KAYNAKLI

Yabancı sermayenin son dönemde ülkemize artan ilgisi bir taraftan ödemeler dengesinde rahatlama yaratacağı için sevinçle karşılanırken bir taraftan da karşısında milliyetçi bir tepki buluyor. Oysa yapılan bazı araştırmalar yabancı sermayenin Türkiye ekonomisinde çoktan aktif rol oynamaya başladığını gösteriyor. Bu konudaki bir araştırmanın sonuçlarına Mayıs 2005 tarihli Capital Dergisi’nin Konjonktür sayfalarında yer vermiştik. Şimdi de yabancı sermayeli şirketlerin dış ticarette oynadığı role ilişkin bir araştırmanın sonuçlarına yer vermek istiyoruz.

Hazine Müsteşarlığı’nda uzman olan Z. Tuğrul Göver’in gümrük beyannamelerinden yola çıkarak yaptığı bu çalışma yabancı sermayeli şirketlerin dış ticarette önemli rol oynadıklarını gösteriyor. Yabancı sermayeli şirketlerin ithalattaki payı yüzde 30 dolayında dalgalanırken, ihracattaki paylarının ise son yıllarda giderek yükseldiği ve 1997’de yüzde 18.3 iken 2002’de yüzde 23.9’a çıktığı dikkati çekiyor.

hedBu çalışmanın sonuçlarından ihracatta 2001 sonrasında yaşanan patlamanın yabancı sermayeli şirketlerden kaynaklandığını da anlıyoruz. 2001’de yabancı sermayeli şirketlerin ihracatlarındaki artış oranı yüzde 27.6 iken diğer şirketlerin ihracatlarındaki artış oranı yüzde 9’da kalıyor. 2002 yılında ise yabancı sermayeli şirketlerin ihracatlarındaki artış oranı yüzde 17.3, diğer şirketlerin ihracatlarındaki artış oranı yüzde 13.2 olarak hesaplanıyor.

Göver’in araştırmasının kapsamadığı 2003 ve 2004 yıllarındaki ihracat patlamasında da yabancı sermayeli şirketlerin payının büyük olduğunu tahmin ediyoruz. Çünkü bu yıllardaki ihracat artışında otomotiv sektörünün katkısı büyüktü. Bu sektörde ise bilindiği gibi yabancıların büyük ağırlığı var.

Son yıllarda ihracatın yapısının değiştiğini göz önüne alırsak, yabancı sermayeli şirketler önümüzdeki yıllarda da ihracatta önemli rol oynamaya devam edecek gibi görünüyor.

Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Yorum Yaz