Derviş’in Danışmanı Ekonomiyi Anlatıyor

Murat Üçer / Ekonomist   Murat Üçer, IMF, Credit Suisse ve International Institute of Finance gibi kuruluşlarda görev almış deneyimli bir ekonomist... Onu Türkiye’ye getiren ise Ekonomiden ...

1.08.2002 03:00:000
Paylaş Tweet Paylaş

Murat Üçer / Ekonomist

 

Murat Üçer, IMF, Credit Suisse ve International Institute of Finance gibi kuruluşlarda görev almış deneyimli bir ekonomist... Onu Türkiye’ye getiren ise Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş’in danışmanlığı oldu. Ancak, bürokrasideki sıkıntıları nedeniyle görevi sona erdi, özel danışmanlığa döndü. Görevi nedeniyle Türk ekonomisinin gerçeklerini, borçların durumunu ve her şeyden önce Derviş’i yakından tanıyor. Üçer, bu bilgilerini Capital ile paylaştı...

 

Geçtiğimiz yıl mayıs ayında “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” ilan edildiğinde kamuoyunda, büyük bir ilgi ve iyimserlik yaratmıştı. Çünkü, programın başında Kemal Derviş gibi bir isim vardı. Kurtarıcı gözüyle bakılıyordu ve sempatik hareketleriyle büyük bir ilgi odağı haline gelmişti.

 

Programın üzerinden 14 ay geçti ve Türkiye seçim dönemine girdi. Enflasyon oranı, büyüme ve sanayi kesimindeki kapasite kullanımı gibi iyimser göstergelere rağmen, politik kaynaklı gelişmelerden ötürü, Hazine’nin borçlanma faizlerinde hızlı bir yükseliş yaşandı. Programın geleceği, Kemal Derviş’in vereceği siyasi kararlar tartışılmaya başlandı.

 

Bu noktada biz de programın hazırlanmasında yer alan ve o dönemde ekonomiden sorumlu devlet bakanı Kemal Derviş’in danışmanlığını üstlenen ekonomist Murat Üçer’le görüştük. IMF, Credit Suisse, IIF (International Institute of Finance) gibi kurumlarda çalıştıktan sonra danışmanlık görevini üstlenen Üçer, halen bağımsız ekonomik araştırmalar kuruluşu Eurosource’un Türkiye temsilciliğini yapıyor.

 

Danışmanlık görevini üstlenen kadar Capital’de köşe yazan Üçer, Derviş’in 5 aylık danışmanlık serivenini, programın hazırlanmasında ortaya çıkan sorunlar ve ekonominin bugünkü yapısıyla ilgili sorularımızı yanıtladı:

 

İlk programın hazırlanması dönemini nasıl geçirdiniz?

 

Geçen yıl, buna benzer güçlü bir program vardı ve ekonomi krize yeni adapte olmaya çalışıyordu. Her şey yeniydi. Sarsıntıdan yeni çıkılmıştı. Güçlü bir IMF programı sayesinde faizlerin düşürülmesine çalışılıyordu ve Türkiye’nin borç yükü de artıyordu.O zaman bütün olay, bu borçların yavaş yavaş nasıl eritileceği üzerine kuruluydu. 

 

Fakat bir noktada, hükümet içerisinde birtakım anlaşmazlıklar çıktı. Önce Yüksel Yalova istifa etti. Ardından daha önemlisi, temmuz ayında Telekom krizi yaşandı. Dolayısıyla, ekonomi istenen rotaya bir türlü giremedi. Hem krizden çıkışın verdiği bir şaşkınlık, hem de hükümetin bu işi tam olarak ne kadar sahiplendiği konusundaki tereddütler, olayı bir türlü rayına oturtamadı ve faizler düşmedi.

 

Program konusunda Kemal Derviş ne gibi zorluklar yaşadı?

 

Hükümetle bürokrasi arasında, Kemal Bey’in, korkunç bir önemi vardı. Programın kağıda dökülmesi, IMF ile anlaşılması ve hükümete anlatılması konusunda çok önemli bir köprü görevi görüyordu. Kişisel kredibilitesi, bilgisi ve uzmanlığı çerçevesinde çok önemli bir bakan rolünü üstlendi. 

 

Hükümet aslında belli bir oranda anlayış gösterdi. Bu da biraz mecbur olmalarından kaynaklanıyordu. Biraz çekimser, tereddütlü kabullenme oldu. Aslında problem de buydu. Her şey sonunda yapılıyordu ama tereddütle ve geç yapılıyordu. Bu da piyasalarda “Bir gün bu insanlar, bu programdan vazgeçecekler” şeklinde algılandı. Bu da hemen faizlere yansıdı.

 

Nitekim Türk Telekom’da yeni yönetim kurulu atandı, nispeten bağımsız bir yönetim oldu, Bakan istifa etti. Ancak, bir türlü piyasalara “Bu insanlar prosesin önünde gidiyorlar” havası verilemedi. Üstelik,“Zorla yapılıyor” havası verildi.

 

Zorluk orada mıydı?

 

Evet, ama sadece Kemal Derviş için değil, bürokrasinin de zorluğu buydu. Bence alınan tedbirlerden önce, bu tedbirlere ne kadar sahiplendiği, hükümet olarak ne kadar önemsediği önemli. Sahiplenmiş havası yaratmanız gerekiyor ki, alınan önlemlerin kalıcılığına inanılsın, borcu uzun vadeye yayalım.

 

Ayrıca, o dönemde, bankacılık sektörünün çok ciddi bir kriz döneminde olmasından dolayı, yeniden yapılandırma programı yapıldı. Bankacılık sisteminin zayıf olmasından dolayı, borcun döndürülmesinde çok zorlanıldı.

 

Kemal Bey’in pozisyonu, programı siyasilere anlatan bir pozisyondaydı. Kemal Bey’in gücünün de limitli olduğu biliniyordu. Bir de bunun üzerine, iç borçlanmada en büyük müşteri olan bankalar da çok hastaydı ve bu hastalığın ne olduğu konusunda bürokraside tereddütler vardı. Nitekim, ancak ekim ve kasım ayları gibi yeniden yapılandırma kararı verildi.

 

Bankacılık sektörü, zor bir dönemden geçiyordu. Bu kağıtlara iştahı yoktu, üstelik daha fazla kağıt tutması gerekiyordu. Çünkü, kamu bankalara yapılan ödemeler, bir yerde özel bankaların üzerine yığılmak zorunda kalınacaktı. Bu kötü bir şey değil. Ama bu ancak sağlıklı bir sistemde mümkün. Dolayısıyla, iki yönlü sıkıştık. Mikroda, taşıyıcılar iyi bir durumda değildi, genel olarak programın yönetiliş tarafında da istemeye istemeye yapılıyor gibi bir tarz vardı.

 

Program ve ekonominin geleceği açısından en önemli iki risk bunlar mıydı?

 

Nihayetinde bütün olay, borca gelip dayanıyor. Borcun önemli bir kısmı, 3-6 ayda bir yeniden fiyatlanıyor. Dolayısıyla, iyi başlasanız da 3-4 ay içerisinde kırılgan bir hale getirebiliyorsunuz. Böyle bir ortamda sürekli olarak “Güç güçlüyüz, bu iş devam edecek” havası vermek gerekiyor. Çünkü, en ufak bir güven bunalımında bu problem tekrar karşımıza çıkıyor. Borç 6 ayda bir yüzde 40-50’den, fiyatlanacağına yüzde 70-80’den fiyatlanıyor.

 

Siyasi desteğin tereddütlü olması, mali sistemin sıkıntılı olması, sizde, bürokraside dışa yansıtılmamış karamsarlık havası yaratıyor muydu?

 

Benim oradaki görevim, güçlü ekonomiye geçiş programının yabancı yatırımcılara anlatılmasına katkıda bulunmaktı. Benim çok fazla olayların ortasında olduğum söylenemez.

 

Tabii karamsar olunuyordu, olmamak mümkün değil. Çünkü, kocaman bir borç var, bu borcun çevrilemeyişi var. Benim çok önemsediğim şey, olayın daima ilerisinde gitmemiz lazımdı. 

 

Onu pek beceremiyorduk. Nedense biz piyasalara politikaları çabuk anlatamıyorduk. Neler yapıldığını yabancılara da pek anlatamıyorduk. Böyle bir sorun vardı. Ve bu zaten kendi kendini besleyen bir süreç oluyor. Sen anlatamadıkça kötü senaryo yazılıyor. Kötü senaryolar yazıldıktan sonra senin anlatman çok güçleşiyor. Örneğin devlet bankalarına olan borcun yapılandırılması mevzu bahis oldu. Mesela bu biraz daha önce yapılabilirdi.

 

Kemal Derviş, bir ara sorunlar için, “Bu kadar büyük olduğunu tahmin edememiştim” demişti. O dönemde gerçekten çok büyük bir sürprizle mi karşılaştınız? Sorunlar tahmin edilmemiş miydi?

 

Türkiye kompleks bir ekonomi. Borcu da 1 ayda falan 30 - 40 katrilyon lira arttı. Bunun boyutunu tahmin etmek çok zor. Bir yerde sistemdeki bütün kayıplar sekürize edildi ve bir anda bizim 10 katrilyon lira konuşulan rakam kabaca 50 katrilyon liraya sıçradı. Şimdi  böyle bir ortamda tabi ki bu yükü kaldırmak tabi çok büyük bir şey. Politik taraftaki zorlukların yanı sıra, yeni bir döviz kuruna karşı direnç vardı.

 

Bu kriz, 1994’ten çok farklıydı. Çünkü, deniz bitmişti, yeni bir deniz yaratmaya çalışıyorduk ve borç yükseliyordu. Bunları yaparken, dalgalı kurla yaşamak zorundaydık. Bankacılık sistemi büyük bir oranda tahrip olmuştu. Böyle bir şeyi tahmin etmiş olmak, zaten yalan olurdu. Yani sistemdeki her aktör çok ciddi şekilde dayak yemiş vaziyette idi. Şimdi böyle bir ortamda “zorlanmadım” veya “ben bunları bekliyordum” demek çok yanlış olur.

 

Peki başka bir çıkış yolu var mıydı sence? Bu programın alternatifi neydi?

 

Ben bu programın alternatifinin olmadığına çok samimi olarak inanıyorum. Bir noktada Türkiye bir büyüme, reform rotasına girip bu borcu eritecek. Başka hiçbir alternatifi olmadığını düşünüyorum.

 

İç borçlanmanın büyüklüğünden, işte yürütüp yürümesinden bahsediyoruz. Bütün her şey burada mı düğümleniyordu?

 

Türkiye’de makro ekonomik olayın, borçla ilgili olduğunu düşünüyorum. Çok zayıf bir para var, sermaye piyasaları çok küçük ve borç da çok yüksek. Dolayısıyla, böyle bir ortamda sürekli olarak borç olayıyla yalnız kalacağız. Enflasyonda buna bağlı olacak, büyüme de. Yani borç olayını çözdüğün, bir rotaya koyduğunun sinyalini veremezsen, hiçbir şekilde kribiliten olmuyor.

 

Derviş ilk başta siyasetten uzak duruyordu. Düşünmüyor muydu, yoksa yeni geldiği zaman da siyaseti düşünüyor muydu?

 

Türkiye’de bir teknisyen, fikir olarak ne kadar yetenekli olursa olsun, yapabileceği şeyler sınırlı ve bir yerde siyasi irade gerekiyor. Ben bir örnek vereyim; IMF’e verilen niyet mektuplarının arkasında iki seferdir 14 sayfalık bir matriks konuluyor. Bunlar Türkiye’nin taahhüt ettiği ekonomik tedbirler. Şimdi bu kadar tedbirin bir teknisyen bakan tarafından Hazine’den yönetilmesi imkansız. Bu bir siyasi olaydır.

 

Bugün Türkiye’nin adaletten sanayiye, Maliye’den Tarım Bakanlığı’na kadar ucu dokunan reformları var. Bu reformları sahiplenmek bir siyasi olaydır. Dolayısıyla bence olaylar o yönde gitmiştir, ama detayları bilemiyorum.

 

Sizce hükümetin tereddütlü yaklaşımı ve çıkan anlaşmazlıklar, Derviş’in siyasete girişini hızlandırdı mı?

 

Hayır, bu kadar ayrıntıyı bilemem. Ama Türkiye bir rotaya oturacaksa, bilgili bir ekibin siyasi bir rolde alması lazım. Bugün Türkiye’deki çöküntüyü ve düğümü tamamen teknokrat bir yapıyla, politikacılara bağımlı olarak çözemezsiniz. Bir noktada siyasi rolle çözülür.

 

Dolayısıyla, Kemal Bey’e doğru bir takım hesapların dönmesi ve çeşitli açılardan onun baskı altında kalması bana çok doğal geliyor.

 

Şu anda piyasa dar ve Kemal Derviş gibi adamlar çok fazla yok. Ama Kemal Bey, nasıl bir düşünceden geçmiştir, neden etkilenmiştir, bilemem...

 

Sizce Amerika dönüşünde siyasi tercihini hangi partiden yapacak?

 

Bilemiyorum ve ben de gazetelerden, televizyonlardaki haberlerden izliyorum. Geniş bir platform oluşturulursa, bu işin bir esprisi olur. Bu çok mantıklı ama o nasıl olacak hiçbir fikrim yok.

 

Kişisel görüşüm, burada kolay bir açılım gözükmüyor. Ancak, bana göre bir ay sonra dinamikler çok zenginleşebilir. Erken seçim tarihi belirlendikten sonra, merkezde, heyecan veya panik içerisinde de olsa bir hareketlenme yaşanacak. Ancak, bence tarih kasım olmalı ve nisan ayına kalmamalı. Kasım ayında olmaması zaten bana göre bir takım çok negatif sonuçlar getirecek.

 

Sizin danışman olarak ekibin içerisine giriş ve çıkışınız nasıl oldu?

 

Bizim bürokraside teknisyen danışman olarak olayların içine girmek ve teknik bir takım katkılarda bulunup çıkmak çok kolay değil. Bürokrasinin ya içine girip yıllarını vereceksin ya da hiç girmeyeceksin. Özellikle bir Türk olarak orada tutunmak kolay değil. Doğrudur, yanlıştır tartışılır tabii ama bizim bürokrasinin muhafazakar bir yapısı var ve dışarıdan insanlarla çalışmayı sevmiyor. Ben ki tam dışarıdan değildim ama orada yıllarını vermiş bürokratlar senle çalışmak istemeyebilirler. Nihayet olmadı.

 

Ben uluslararası yatırımcı camiası ile ilişki kurmada, programın anlatılmasında yardımcı olabilir miyim diye bir heyecana kapılıp gittim. Zaten pek efektif olmadığını görünce de kendim bıraktım. Çok da başarılı olamadım zaten. 

 

Program için ne diyeceksiniz? Şu anda yürümeyen, görünen en eksik yönü nedir?

 

Şu anda bence kimse politikaların sürdürülebileceğine inanmıyor. Şöyle deniliyor: “Faizler hiçbir neden yok iken 50’den 80’e çıktı.” Hiçbir neden yok, bir şey değişmedi deniliyor. Değişmez olur mu? İnsanların ileriye yönelik beklentileri değişti. Milli gelirin kadar borcun var. Böyle bir ortamda tabi ki geleceğe yönelik beklentiler çok önemli. Çünkü, borcun sürdürülebilirliğinin üç parametresi var. Büyüme, faiz ve faiz dışı fazla. Faiz dışı fazda senin iktisadi parametren. Bunu sürdürmek için iyi bir hükümet, güven lazım. Faiz için güven lazım ve dolayısıyla bunları kaybettiğin anda hemen istikrarsızlık olabiliyor.

 

Makro göstergelerden ziyade ileriye yönelik olumlu beklenti yaratılamadığı için faiz yükseliyor...

 

Bana sorarsan, bugün itibariyle enflasyon yüzde 35’in altında gidiyor, büyüme de çok rahat yüzde 3’ü geçecek. Ama 6 ay sonra tamamen farklı bir resimden konuşabiliriz. Türkiye’nin dramı da budur zaten. Bu dramdan dolayı da faizler 25-30 puan çıkar. Dolayısıyla, Türkiye’nin buradan çıkması lazım ki, işte yine siyasi tarafa geliyoruz.

 

Olay sadece siyasi de değil, iyi bir ekip ile siyasetin altını çizmek istiyorum. Türkiye’ye kamu politikalarına hakim bir siyasetin gelmesi lazım. Türkiye’nin çok büyük reforma ihtiyacı var ve çok teknik meseleleri var.

 

3 kasımda bir seçim tarihinden konuşuluyor. Bu programı nasıl etkiler? Büyük darbe vurur mu yoksa ufak tefek hasarlarla atlatılır mı?

 

Hemen söyleyeyim, çünkü düşündüğümüz bir konu. Ben IMF’ten üçüncü dilimin onaylanacağını düşünüyorum. Zaten Kahkonen’in sözleri de o yöndeydi. Ancak, dördüncü gözden geçirmede çok ciddi talepleri var; özelleştirmenin hızlandırılması, kamu istihdamıyla ilgili bazı istekler, vergi reformuyla ilgili düzenlemeler var. Bunlar tabi siyasi irade isteyen şeyler. Doğal olarak seçime giden bir hükümetin bunları yapması beklenemez. IMF geçmişime dayanarak konuşuyorum, dördüncü gözden geçirmenin ciddi bir olasılıkla erteleneceğini düşünüyorum.

 

Dördüncü dilim tamamlanmaz, program devam eder. Beşinci dilim, dördüncü dilimin parasıyla beraber yeni hükümete verilir. IMF sadece mali ve parasal kriterler tutturuldu diye krediyi serbest bırakmaz.

 

“2-3 AY DAHA BU FAİZLERLE GİDEBİLİRİZ”

 

Borçlanma faizlerinin yükseldi ancak Hazine, bütçede ortalama borçlanma faizi için yüzde 69.5 oranına göre hesap yapmıştı. Bir ara 50’ye kadar düştü ardından bir daha yükseldi. Sizce orada kritik noktada mıyız yoksa henüz bir marjınız var mı?

 

Biz iç borç tarafında çok teknik bir hesap yaptık ve bu hesaba göre, Türkiye, 2-3 ay daha bu faizlerle götürebilir. Orijinal projeksiyona göre çok daha farklı bir artış olmadan bu işi götürebiliyor. Şöyle düşünüyorum, faizleri yüzde 70-80 bandında beklediğimiz dönemde faizler yüzde 55-60 bandına düştü. Ancak, yüzde 55-60 bandında beklediğimiz dönemde de faizler yüzde 75-80’e yükseldi. Dolayısıyla bir yerde aldığını bir yerde kaybediyorsun. Eylül-ekime kadar böyle idare edebiliriz ama ekim ayından sonra artık faizlerde bir çözülme, ralli olması lazım ki, borçların milli gelirine oranı, orijinal projeksiyonlardan çok sapmasın.

 

Sorun bir erteleme, döndürme bir default durumu yok?

 

İleriye yönelik ümit kaybolmadığı sürece ve bankalarla hazine ortak bir şeklide bu oyunu götürmeye çalıştığı müddetçe çok ciddi bir risk olarak görmüyorum. Devlet bankaları da oyuna girebilir ve şu anda çok likitler. Ama bu iş zamana karşı bir yarış. Bu, 3 - 6 ayda patlayacak bir iş değil ama Türkiye gibi bir ülkede 4-6 ayın üzerinde böyle bir dinamikle gidersen, yürütemezsiniz. Çok basit söyleyeyim yüzde 20 – 25 reel faizle borcunu döndürmeye çalışan bir ülke, yüzde 5 ile büyüyorsa, tabi ki patlayacak.

 

IMF YENİ KREDİ SAĞLAR MI?

 

2003 yılında yeni hükümete IMF’den yeni bir mali bir destek söz konusu olur mu?

 

Yok, peşinen vermez ama yani finansman durumuna bakar, hakikaten borçların yenilenmesinde ciddi bir problem yaşanıyorsa, verecektir tabii. Yani finansman açığı, Türkiye’de borçları döndürme oranı ile ilgili. Türkiye’nin ödemeler dengesi finansmanına ihtiyacı yok. Ama ne zamanki devletin iç borcu, yüzde 80’in altına döndürülecek, o zaman finansman ihtiyacı doğuyor.

 

Yani her bir liralık ödemenin yüzde 80’nini döndürme ihtiyacı var. Bu oranı yüzde 40-50’ye düşürürseniz, bir finansman açığı çıkıyor. Onu da birinin kapaması gerekiyor. IMF bunu göz göre göre bırakamaz. IMF programı ve IMF’nin çalışabildiği bir hükümet var ise zaten yüzde 80 döndürme oranı yakalanır. Üstelik bu, Mayıs 2001 kadar yapısal bir ihtiyaç değil. 2001’de banka sistemi çok hastaydı, borç çok yüksekti. Banka sistemine haddinden fazla bir borç taşıması bekleniyordu. Şimdi ise bu riskler biraz daha azaldı ve bankacılık sistemi, geçen yıla oranla daha güçlü. Dolayısıyla yüzde 80 – 90 oranı gider.

 

Zaten bankalar da kağıt taşımayacaklar da ne yapacaklar. Bugün banka sisteminin portföyünün de çok yüksek bir kağıt stoku da yok zaten. Kağıt stokunun büyük bir bölümü Merkez Bankası’nda, kamu bankaları ve kuruluşlarında. Özel bankaların kağıt stoku, kabaca 25-30 katrilyon lira civarında. Bu rakamları enflasyon kadar büyüterek taşınır ve borçlar yenilenir.

 

“IRAK’A SALDIRININ ZARARI BÜYÜK OLACAK”

 

Irak’a olası bir saldırının ekonomiyi etkisi ne olacak?

 

Ben çok negatif etkileyeceğini düşünüyorum. Biz burada bir çalışma da yaptık. Üçüncü ülkelerle ticaret ve dünyanın etkilenmesi gibi bir takım alanlara bakıyoruz.

 

Bir kere, Irak’a saldırı olduğunda, zaten kötü giden dünya ekonomisinde daha da kötüye gidiş olacak, petrol fiyatları artacak.

 

Bizim ekonomide ise dış ticaret, turizm ve finansal piyasalar etkilenecek. Büyüme, güvenden dolayı yavaşlayacak. Bu döneme, Amerika’nın vereceği 5 –10 milyar dolarla, Musul – Kerkük gibi bir takım yalanlarla geçiremeyiz.

 

Dolayısıyla, Irak tabi ki Türkiye’yi çok etkileyecek. Ancak, Türkiye’de politik bir çözüm olursa ve hükümetin sorunları tutarlı bir şekilde yöneteceğine inanılırsa, o zaman zarar kontrol edilebilir. Aksi halde, zarar çok büyük olacaktır.

 

Dolayısıyla, Türkiye’yi de Irak’la yan yana koyup “5 –10 milyar alacağız” hayalleri kurmak hem Türkiye’ye haksızlık hem de bence yanlış analiz oluyor. 

Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Yorum Yaz