Mart ayı döviz kuru değişimleri açısından ilginç bir ay oldu. Ayın ilk yarısında dolar kuru 1.3 YTL’nin altına inince herkes “Acaba nereye kadar düşecek?” diye sormaya başladı. Ancak ayın ikinci ya...
Mart ayı döviz kuru değişimleri açısından ilginç bir ay oldu. Ayın ilk yarısında dolar kuru 1.3 YTL’nin altına inince herkes “Acaba nereye kadar düşecek?” diye sormaya başladı. Ancak ayın ikinci yarısında işler tersine döndü. Dış dünyadaki gelişmelerin etkisiyle dolar yönünü yukarı çevirdi. Bu durum bu kez “Acaba yükseliş nerede duracak?” sorusunu gündeme getirdi.
Döviz kuru değişimlerinin ekonomik kamuoyu tarafından bu kadar merakla izlenmesi sebepsiz yere değil. Döviz kurundaki değişimler birçok ekonomik değişkeni etkiliyor. Bu ekonomik değişkenlerde döviz kuruna bağlı olarak yaşanan değişmeler de sonuçta geçim durumumuz üzerinde etkide bulunuyor.
Döviz kurunun ekonomik etkileri
Döviz kurunun en iyi bilinen ekonomik etkisi, dış ticaret üzerindeki etkisidir. Teorik olarak döviz kurundaki bir artış ihracatı artırıp ithalatı kısar ve dış dengenin sağlanmasına katkıda bulunur. Döviz kurundaki düşüş ise ihracatı kısıp ithalatı cazip hale getirerek dış dengeyi olumsuz etkiler. Bu nedenle ihracatçılar hep döviz kurlarının yükselmesini talep eder. İthalatçılar ise, açıkça söyleyemeseler de, daha fazla iş yapmak için tam tersinin olmasını tercih eder.
Döviz kurunun dış ticaret üzerindeki bu etkisinin açıklaması çok basit. Kurdaki bir artış ihraç ürünlerinin döviz cinsinden fiyatının ucuzlaması, ithal ürünlerin ise YTL cinsinden fiyatının pahalanması demektir. Kurdaki düşüş ise ihraç ürünlerinin döviz cinsinden fiyatını artırırken, ithal ürünlerin YTL cinsinden fiyatını ucuzlatır. Bu fiyat değişimleri de talebi ve dolayısıyla ihracat ve ithalat miktarlarını etkiler.
Döviz kuru değişimleri enflasyon üzerinde de önemli etkilerde bulunur. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, döviz kurundaki değişim ithal ürünlerin YTL cinsinden fiyatlarının değişmesine neden olur. İthal tüketim ürünlerinin fiyatlarındaki değişim enflasyonu doğrudan etkiler. İthal hammadde ve ara mallarının fiyatlarının değişmesi ise işletmelerin maliyetlerini etkileyerek enflasyona dolaylı bir şekilde yansır.
Sanal etkiler de var
Döviz kuru değişimleri yatırımcıların portföy tercihlerini etkileyerek borsa endeksi ve faiz üzerinde de etkide bulunur. Para piyasalarında günlük olarak gerçekleşen bu etkiler daha çok ilgi çeker. Bu etkiler geçici kaldığı müddetçe, ekonomi açısından, dış denge ve enflasyon üzerindeki etkiler kadar önemli bir sonuç doğurmaz. Fakat özellikle faizlerde kalıcı bir değişim gerçekleştiği takdirde elbette ekonomi de bundan etkilenir.
Döviz kuru değişimlerinin ekonomi üzerindeki bir kısım etkileri ise sanaldır. Bu sanal etkiler moral düzeyine etki ederse de reel olarak bir anlam ifade etmez. Örneğin döviz cinsinden hesaplanan kişi başına milli gelirde bu tür bir etki gözlenir. Döviz kuru yerinde saydığı ya da gerilediği takdirde dolar cinsinden hesaplanan kişi başına milli gelirde, gerçek milli gelir artışından daha yüksek bir artış yaşanır. Döviz kurunda enflasyonun üzerinde bir artış yaşandığında ise dolar cinsinden kişi başına milli gelirde, gerçek milli gelir artışından daha düşük bir artış olur.
Tahmini imkansız gibi
Döviz kuru değişimlerinin ekonomi üzerindeki bu etkileri nedeniyle, iktisatçıların belki de en çok karşılaştıkları soru “Dolar kuru ne olacak” sorusudur. Dalgalı kur sistemine geçildiğinden beri cevaplanması neredeyse imkansız hale gelen bu soru, en deneyimli iktisatçıları bile bunaltan bir sorudur.
Merkez Bankası’nın döviz kurlarını enflasyona paralel götürmeye çalıştığı 2000 yılı öncesinde bu soruya cevap vermek nispeten kolaydı. O dönemde kurlar aşağı yukarı enflasyon kadar artardı. Enflasyon da belirli bir platoya yerleşip kaldığı için, hem enflasyonu hem de döviz kurundaki değişimi öngörmek zor olmazdı.
Ancak dalgalı kur sistemine geçildiğinden beri döviz kuru değişimlerini öngörmek neredeyse imkansız hale geldi. Bu nedenle hükümet bile kur hedefi belirlemeyi bıraktı. Diğer ekonomik hedeflerin belirlenmesi için bir kur tahmini yapılıyor ama bu tahmin bir gösterge olmaktan öte bir anlam taşımıyor. Zaten 3 yıldır bu kur tahminleri de hiç tutmuyor.
Hükümet 2005 yılı hesaplarını 1.61 YTL’lik dolar kuru tahminine göre yaptı. Ancak ilk 3 ayda dolar kuru bu tahminin yanına bile yaklaşmadı. Önümüzdeki aylarda bir kriz yaşanmadığı takdirde, hükümetin dolar kuru tahmini yine havada kalacak.
Merkez Bankası’nın ayda 2 kez düzenlediği beklenti anketlerine göre ise mali ve reel sektördeki uzmanların yıl sonu dolar kuru tahminlerinin ortalaması halen 1.43 YTL düzeyinde. Ancak bu uzmanların tahminleri de piyasadaki rüzgara göre sürekli değişiyor. Daha 3 ay önce bu uzmanların yıl sonu dolar kuru beklentisi 1.52 YTL düzeyindeydi. Dolayısıyla döviz kurunun geleceği konusunda bu tahminlere güvenmek de pek doğru gibi görünmüyor.
Döviz kurunun geleceği
Döviz kurunun önümüzdeki aylardaki seyri hem iç hem de dış gelişmelere bağlı olarak değişecek. İçeride hükümetin IMF anlaşması ve Avrupa Birliği (AB) üyeliği konusunda atacağı adımlar, dışarıda ise ABD ekonomisinde yaşanacak gelişmeler ve FED’in (ABD Merkez Bankası) faiz kararları döviz kurunun seyri üzerinde etkili olacak.
Bu konularda mevcut durum ve yakın geleceğe ilişkin beklentiler dikkate alındığında, döviz piyasasının bahar aylarını dalgalanmayla geçirebileceği izlenimini ediniyoruz.
İsterseniz önce geçen ay başlayan dalgalanmanın kaynağı olan dış gelişmelere bakalım. Bu dalgalanma FED’in 22 Mart’taki toplantısı öncesinde başlamış ve sonrasında da devam etmişti. FED’in agresif bir faiz indirimine gideceği beklentisi, uluslararası yatırımcıların Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin piyasalarından çıkarak, ABD’ye doğru yelken açmaya hazırlanmasını beraberinde getirmişti.
FED o toplantıda ılımlı beklentilere uygun olarak 0.25 puanlık bir faiz artırımı yaptı ama sonrasında yapılan açıklamalar kafaları karıştırdı. FED’in enflasyon konusunda endişelenmeye başlaması, faiz artırımlarının yıl boyunca devam edeceği izlenimini verdi. Ancak faiz artırımlarının şiddetlenip şiddetlenmeyeceği konusu havada kaldı. FED’in gelecek toplantısı 3 Mayıs’ta yapılacak. En azından o zamana kadar bu konuda kafalar karışık olmayı sürdürecek ve piyasalar huzur bulamayacak gibi görünüyor.
Fırtına çıkmadan önlem alınmalı
İç gelişmelere baktığımızda da bir belirsizlik durumu ile karşılaşıyoruz. Şubat ayında yürürlüğe girmesi beklenen yeni stand-by anlaşması hala ortada yok. Hükümet, IMF’nin anlaşmanın imzalanması için şart koştuğu yasaları çıkarmakta gecikiyor. AB ile 3 Ekim’de üyelik görüşmelerinin başlaması için ise Kıbrıs’ta çözüm konusunda adım atılması gerekiyor. Bu konuda da henüz kayda değer bir gelişme yok.
Mali piyasalar bu konularda iyimserliğini henüz koruduğu için bir tepki vermiyor. Ancak hükümet nisan ayında da bu iki konuda adım atmazsa bu durum değişebilir.
Dış dünyadaki gelişmeleri kontrol etmek hükümetin elinde değil. Hükümet ne yaparsa yapsın, dünya piyasalarında dalgalanma olursa Türkiye’de de döviz piyasası dalgalanacak. Ancak IMF ve AB konularında adım atılırsa, bu dalgalanmanın şiddeti azalabilir. Aksi takdirde döviz piyasasındaki dalgalanma fırtınaya bile dönebilir.
Hedefler istikrar istiyor
Döviz kurunun istikrarını koruması, özellikle enflasyon hedefine ulaşmak açısından önemli. Her ne kadar yapılan araştırmalar dalgalı kur sistemine geçildikten sonra döviz kuru değişmelerinin enflasyona yansıma derecesinin azaldığını gösteriyorsa da bu etki halen mevcut. Ayrıca bu yıl kullanılmaya başlayan yeni fiyat endekslerinin döviz kuru değişmelerine eski endekslere göre daha hassas olduğu yönünde bazı bulgular da var. Bu nedenle enflasyonda hedefe ulaşılabilmesi için hükümetin döviz kurunda yüksek artışlarının önüne geçmeyi sağlayacak adımları atması gerekiyor.
Döviz kurunda yaşanacak artışın dış denge açısından ise olumlu olacağı düşünülebilir. Ancak bu artış çok yüksek olursa dış denge kurulurken ekonomi yere çakılabilir. Bu nedenle de döviz kurunda istikrarın korunması gerekiyor.
Ayrıca yapılan araştırmalar Türkiye’de ihracat ve ithalatın döviz kuru değişimlerine çok da hassas olmadığını gösteriyor. İhracat daha çok dış talepten, ithalat ise iç talepten etkileniyor. Bu durum dış denge sadece kur değişmeleri ile sağlanmak istenirse, çok yüksek kur artışlarının gerekli olmasına yol açıyor. Ancak bu kadar yüksek oranlı artışlar da ekonomiye ölümcül zararlar veriyor.
YTL’DE AŞIRI DEĞERLENME VAR MI?
Türk Lirası’nın değeri konusu uzun yıllardan beri Türkiye’de en çok tartışılan konulardan biridir. Bu tartışmanın en hararetli taraflarından biri de hep ihracatçılar olmuştur. Liranın değeri en çok kazancı döviz cinsinden olan bu kesimi ilgilendirdiği için bu da çok doğal. İhracatçılar Merkez Bankası’nın kurları enflasyona paralel götürmeye çalıştığı 1990’lı yılların ikinci yarısında bile hep liranın aşırı değerli olduğundan şikayet ederdi. Dalgalı kur sisteminin uygulandığı son 4 yılda kurlar yerinde sayınca şikayetlerin dozu da doğal olarak arttı.
YTL’nin aşırı değerli olup olmadığını anlamak için genelde Merkez Bankası’nın hesapladığı reel kur endekslerine bakılıyor. 1995=100 bazlı olan bu endekslerden TÜFE (Tüketici Fiyatları Endeksi) bazlı olanının değeri şubat ayı sonu itibariyle 155.5, TEFE (Toptan Eşya Fiyatları Endeksi) bazlı olanının değeri ise 141 düzeyinde. Bu değerler 100’ün üzerinde olduğu için YTL’nin aşırı değerli olduğu sonucuna varılıyor.
Esasında YTL’nin aşırı değerli olup olmadığına karar vermek bu kadar kolay değil. Reel kur endeksleri YTL’nin değerini sadece baz alınan belli bir yıla göre ölçmemizi sağlıyor. Baz alınan yılda YTL’nin tam değerinde olduğunu kabul edersek, endeks değeri şimdi daha yüksekse YTL aşırı değerlidir diyebiliriz tabii. Fakat acaba baz alınan yılda YTL’nin tam değerinde olduğunu söyleyebilir miyiz?
Ekonomistler bunun ancak baz yılının ekonomide iç ve dış dengenin birlikte sağlandığı bir yıl olması halinde söylenebileceği görüşünü savunuyor. Fakat Türkiye’de iç ve dış dengenin birlikte sağlandığı bir yıl bulmak imkan dahilinde değil. Zaten bu nedenle Merkez Bankası da açıklamlarında reel kur endekslerinin hesaplanmasında 1995 yılını baz almasının özel bir anlamı olmadığını ve yorum yaparken dikkatli olunması gerektiğini ifade ediyor.
Grafikte gördüğünüz reel kur endeksleri 1995 yılına göre YTL’nin aşırı değerli olduğunu gösteriyor. Ancak baz yılını örneğin sabit kur sisteminin terk edilip günlük kur uygulamasının başladığı 1981 olarak alsak karşımıza başka bir sonuç çıkacak. Bu durumda TÜFE bazlı endekse göre aşırı değerlilik çok azalırken, TEFE bazlı endekse göre ise YTL’nin değer kaybettiği sonucuna ulaşılacak.
Reel kur endekslerinin sonucunun baz yılına göre değişmesi nedeniyle artık ekonomistler arz ve talebin karşılaştığı bir piyasada oluşan kuru denge kuru olarak kabul etme eğiliminde. Eğer YTL gerçekten aşırı değerliyse piyasada dövize olan talep artar ve kur yükselir diye düşünülüyor. Eğer böyle bir gelişme yaşanmıyor ise YTL’nin aşırı değerli olduğunu söyleyenlere pek kulak asılmıyor.
İŞSİZLİKTE AZALMA UMUDU BU YILA KALDI
Ekonomi 4 yıllık bir aradan sonra 2004’te yeniden istihdam yaratmaya başladı. Ancak yaratılan istihdam işgücü piyasasına yeni girişleri ancak karşılayabildiği için işsizlikte kayda değer bir gerileme olmadı. İşsizlikte azalma umudu 2005 yılına taşındı.
Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE), 2004 yılının dördüncü çeyrek dönemine ilişkin işgücü piyasası verilerini ocak ayı sonuna doğru açıkladı. Dergimiz piyasaya çıkmadan önce 2004 yılının tamamına ilişkin veriler de yayınlanmış olacak. Biz “Konjonktür” bölümünü hazırlarken bu veriler henüz ortada olmadığı için, değerlendirmelerimizi, 4 çeyrek dönemin ortalamasını alarak yapma yoluna gittik. DİE’nin yayınlayacağı yıllık veriler bizim hesapladığımız yıllık verilerden biraz farklı olacak. Ancak bu farkın genel eğilimde bir değişiklik yaratacak düzeyde olacağını sanmıyoruz.
İstihdamda artış var
4 çeyrek dönemin ortalaması dikkate alındığında 2004 yılında istihdam 21 milyon 709 bin olarak hesaplanıyor. 2003’te ise istihdam 21 milyon 147 bin idi. Buna göre 2004 yılında istihdamda 562 bin kişilik bir artış yaşandığı ortaya çıkıyor.
Ekonomide en son istihdam artışı 1999 yılında gerçekleşmişti. İstihdamda 2000 yılında gerileme başlamış ve bu kriz yılı 2001’de de sürmüştü. Ekonomi hızlı büyüdüğü halde, istihdamdaki gerileme 2002 ve 2003’te de devam etmişti.
Aynı dönemde işsiz sayısı yaklaşık 1 milyon kişi artarken işsizlik oranı da yüzde 10’un üzerine tırmanmıştı. Ekonomi hızlı büyürken istihdamda artış olmaması ve işsizliğin azalmaması, son 2 yılda epey tartışma yaratmıştı. İktisatçılar istihdam yaratmayan büyüme rakamlarından kuşkulanmaya başlamıştı.
Ekonominin 2004 yılında yeniden istihdam yaratmaya başlaması bu kuşkuları biraz azaltabilir. Ancak istihdamdaki artışa rağmen işsizlikte bir gerileme yaşanmadığı için tartışmaların yeni bir boyut kazanması da olası.
Yine 4 çeyrek dönemin ortalamasını aldığımızda 2004 yılında işsiz sayısı 2 milyon 479 bin kişi olarak hesaplanıyor. Bu 2003’e göre işsiz sayısında cüzi bir azalışa işaret ediyor. İşsizlik oranında da ancak 0.2 puanlık bir gerileme yaşandığı dikkati çekiyor.
İstihdam artarken işsiz sayısında azalma olmaması, işgücü piyasasına aşağı yukarı istihdamdaki artış kadar yeni giriş olmasından kaynaklanıyor. Türkiye genç bir nüfusa sahip olduğu için işgücü piyasasına sürekli yeni girişler oluyor. Kriz sonrasında bu girişler biraz yavaşlamıştı ama geçen yıl yeniden hareketlenmenin başladığı anlaşılıyor.
Ekonomide hızlı büyüme sürdüğü takdirde bu yıl istihdamda daha fazla bir artış ve işsizlikte gözle görülür bir gerileme yaşanabilir. Çünkü bu yıl büyüme olursa yeni yatırımlardaki artış sayesinde olacak. Yeni yatırımlar da işgücü talebini artıracak.
İşgücü piyasasında son yıllarda yaşanan dikkat çekici bir gelişme de eksik istihdamdakilerin sayısının giderek azalması. Eksik istihdam, part-time çalışanlar ile maaşının azlığı ya da esas mesleği olmaması nedeniyle mevcut işinden başka bir iş arayanları kapsıyor. Kriz öncesinde eksik istihdamdakilerin sayısı işsizlerin sayısına yaklaşır hatta zaman zaman geçerdi. Kriz sonrasında sürekli gerileyen eksik istihdamdakilerin sayısı geçen yıl işsizlerin sayısının yüzde 40’ına kadar indi. Bu durum 2 nedenden kaynaklanmış olabilir. Birinci neden işsizlik korkusuyla insanların yeni bir iş aramayı bırakıp esas mesleğiyle ilgisi olmasa da mevcut işlerine sarılması. İkinci neden ise eskiden eksik istihdamda bulunanların bir kısmının işsizler ordusu saflarına katılması.
ENFLASYONDA GİDİŞAT BEKLENENDEN DAHA İYİ
2005 yılı başlarken yapılan hesaplar yılın ilk aylarında yıllık enflasyonda bir miktar artış yaşanabileceği yönündeydi. Çünkü geçen yılın ilk aylarında enflasyon oranları çok düşük çıkmıştı. 2004’ün son aylarındaki gidişat da 2005’in ilk aylarında daha düşük enflasyon oranlarının çıkmasının zor olduğunu düşündürmüştü.
Ancak yılın ilk 2 ayında bu hesaplar tutmadı. Ocak ve şubatta aylık enflasyon oranları 2004’ün aynı aylarına göre çok daha düşük çıktı. Bu da 2004’ün ikinci yarısında yaşanan duraklamanın sona ermesini ve yıllık enflasyonun yeni bir düşüş eğilimine girmesini sağladı.
DİE’nin 2003=100 bazlı yeni Tüketici Fiyatları Endeksi’ne (TÜFE) göre, ocak ve şubat aylarında yaşanan toplam enflasyon yüzde 0.57 düzeyinde. Aynı endekse göre 2004’ün ilk 2 ayında yaşanan toplam enflasyon ise yüzde 1.18 idi. Bu düşüş 2004’ü yüzde 9.35 düzeyinde kapatan yıllık TÜFE enflasyonunu şubat sonunda yüzde 8.69’a çekti.
Yine 2003=100 bazlı olan Üretici Fiyatları Endeksi’nde (ÜFE) ise ilk 2 ayda yüzde 0.30 oranında gerileme görüldü. Oysa aynı endekse göre geçen yılın ilk 2 ayında fiyatlar yüzde 3.99 oranında artmıştı. Bu gelişme 2004’ü yüzde 15.35 düzeyinde kapatan yıllık ÜFE enflasyonunun şubat sonunda yüzde 10.58’e inmesini sağladı.
İlk 2 ayda enflasyonun beklenenden düşük çıkmasının en önemli nedeni iç talepteki zayıflık oldu. Yıl başında yapılan KDV indirimleri ve tarımsal fiyatlardaki artışın düşük kalması da enflasyonun düşmesine yardım etti. Tabii kurlarda yaşanan gerileme de özellikle ÜFE’de enflasyonun düşük çıkmasına katkıda bulundu.
İç talepte bir canlanma belirtisi görülmemesi enflasyondaki gerilemenin önümüzdeki aylarda da sürebileceği izlenimini veriyor. Hükümetin yıl sonu enflasyon hedefi yüzde 8 düzeyinde. Ancak olağanüstü bir gelişme olmadığı takdirde yıl sonunda enflasyon hedefin 1-2 puan altına inebilecek gibi görünüyor.
SANAYİNİN KIŞ RAPORU
Sanayi geçen yılın ilk yarısını çok hızlı geçirdikten sonra ikinci yarıyılda epey yavaşlamıştı. İç talepteki zayıflamayı göz önüne alan ekonomistler bu yavaşlamanın 2005 yılının ilk yarısında da devam edeceği görüşündeydi. Ocak ayında kapasite kullanım oranının düşük çıkması da bu yönde bir sinyal vermişti.
Ancak DİE geçen ay ocak ayı sanayi üretimi verilerini açıklayınca beklenenden çok yüksek bir üretim artışıyla karşılaştık. Beklenen oran yüzde 2.5-3 arasındaydı. Gerçekleşme ise yüzde 6.8’i buldu.
Ocak ayında sanayi üretiminin beklenenden yüksek çıkmasında yatırım malı, hammadde ve ara malı üreten sektörler ile ihracata yönelik üretim yapan sektörlerin önemli katkısı oldu. Yatırım malı, hammadde ve ara malı üreten sektörlerdeki üretim artışı diğer sektörlerin siparişleriyle gerçekleşiyor ve bu durum sanayi üretimindeki artışın önümüzdeki aylarda da süreceğini düşündürüyor. İhracatta henüz bir duraklama eğiliminin görülmemesi de sanayi üretiminin geleceği açısından olumlu düşünmemizi sağlıyor.
Şubat ayında da kapasite kullanım oranı ocak ayındaki gibi düşük çıktı. Ancak şubat ayındaki kapasite kullanım oranı geçen yılki oranın (yüzde 73.5) az da olsa üzerinde. Kapasite kullanım oranı düşük olmasına rağmen şubat ayında da sanayi üretiminde yüksek bir üretim artışı yaşanabilir.
Ocak ayı dışında geçen yılın ilk yarısında sanayi üretimi hep çift haneli artış göstermişti. Bu yıl sanayi üretiminde bu kadar yüksek artışların gerçekleşmesi zor tabii. Ancak sanayinin performansı şimdilik geçen yılın son aylarındakinden daha iyi gibi görünüyor. Bu durum ekonominin geneli için konulan yüzde 5’lik büyüme hedefinin gerçekleşme ihtimalinin olduğu izlenimini veriyor.
BEKLENTİLER HEDEFLERİN ÖNÜNE GEÇTİ
Ekonomide 2005 yılının beklenenden iyi başlaması yıl sonuna yönelik beklentileri de olumlu etkiledi. Merkez Bankası’nın ayda iki kez düzenlediği Beklenti Anketi’ndeki yıl sonu tahminlerinin çoğu şimdiden hükümetin hedeflerinden olumlu bir noktaya geldi.
Merkez Bankası’nın mali ve reel sektördeki uzmanların katılımıyla düzenlediği Beklenti Anketi’nin en çok ilgi gören göstergelerinden biri yıl sonu enflasyon tahmini. Yıl sonu enflasyon tahmini ocak ayında yapılan ilk ankette yüzde 8.4 olarak çıkmıştı. Şubat ayına gelindiğinde ise enflasyon beklentisi tam hükümetin hedeflediği düzeye indi. İlk 2 ayda enflasyonun beklenenden düşük çıkması ise mart ayında enflasyon beklentisini hükümetin hedefinin altına çekti.
Merkez Bankası, enflasyon beklentisi ile hedef arasındaki farkı “güven açığı” olarak tanımlıyor. Enflasyon beklentisinin şu anda hedefin altında olması ise bir güven fazlasının olduğu anlamına geliyor. Bu güven fazlasının altında son 3 yılda enflasyonun hep hedefin altında gerçekleşmesi yatıyor.
GSMH (Gayri Safi Milli Hasıla) büyüme oranında da enflasyondakine benzer bir güven fazlası söz konusu. Hükümetin hedefi büyümenin yüzde 5 olması yönünde iken beklentiler yüzde 5.5 düzeyinde.
YTL’nin 2005’e değer kazanarak girmesi yıl sonu dolar kuru beklentisini de mart ayındaki ikinci ankete kadar sürekli düşürdü. Mart ayının ortasından itibaren doların yeniden yükselişe geçmesinin ise ikinci ankette yıl sonu beklentisini biraz yukarı çektiği görülüyor.
Yıl sonu cari açık beklentisinde ise bir kötüleşme var. Ocak ayında düzenlenen ilk ankette cari açık beklentisi 12.6 milyar dolardı. Mart ayındaki anketlerde ise 14.9 milyar dolarlık bir cari açık beklentisi çıktı. Ocak ayında cari açığın yüksek çıkması beklentileri olumsuz etkiledi.
VERİMLİLİKTEN DESTEK BURAYA KADAR
Liranın değerlenmesine rağmen ihracatın son 3 yılda olağanüstü bir performans göstermesinin altında yatan sebeplerden biri olarak verimlilikte yaşanan artış gösteriliyor. Aynı sayıda işçi ile daha fazla üretim yapılması anlamına gelen verimlilikteki artış birim maliyetleri kısarak liradaki değerlenmenin olumsuz etkisini bir ölçüde telafi ediyor. Verimlilik artışının getirdiği maliyet tasarrufu firmaların fiyat artışlarını sınırlandırmasını sağlayarak enflasyondaki düşüşü de katkıda bulunuyor.
Ancak verimlilik artışından gelen bu desteğin artık sonuna gelindi gibi görünüyor. Çünkü DİE’nin yayınladığı verimlilik indeksinde önemli bir yavaşlama göze çarpıyor.
İmalat sanayiinde üretimde çalışan kişi başına kısmi verimlilik indeksi, 2004’ün son çeyreğinde 2003’ün aynı dönemine göre yüzde 2.2 oranında artış gösterdi. Bu 2002 yılı başından beri görülen en düşük oranlı artış. Önceki 3 aylık dönemlerde verimlilik artışı genelde yüzde 6’nın üzerinde seyretmiş hatta çift haneli düzeylere kadar çıkmıştı.
Verimlilikteki yavaşlama artık krizin ortaya çıkardığı atıl kapasitelerin ortadan kalkmasından kaynaklanıyor. Geçen yıl imalat sanayindeki kapasite kullanım oranı yüzde 81.5 olarak gerçekleşti. Pek çok işletmenin mevcut işçileri daha fazla çalıştırarak üretimi artırma imkanı kalmadı. Üretimi artırmak için artık yeni yatırımlar yapıp kapasiteyi yükseltmek ve bununla bağlantılı olarak da yeni işçiler istihdam etmek gerekiyor. Geçen yılın son 3 çeyreğinde imalat sanayi istihdamında yaşanan artışın yüzde 2’nin üzerinde seyretmesi de bu eğilimin başladığını düşündürüyor.
Verimlilikten gelen desteğin azalması ihracatta artış ve enflasyonda düşüş açısından biraz sorun yaratabilir. Ancak bu arada istihdamda artış yaşanacak ki bu da işsizlik sorununun hafiflemesine katkıda bulunacak.
PETROLDE UCUZLAMA BİRAZ ZOR GÖRÜNÜYOR
2004 yılında cari açığın rekor kırmasında petrol fiyatlarındaki artışın da etkisi oldu. 2004 yılına 30 dolar dolayında giren petrol fiyatlarının sonbahar aylarında 50 doların üzerine kadar çıkması, petrol ithalatı faturamızı olumsuz etkiledi. Bir varil ham petrolü 2003 yılında ortalama 26.9 dolardan ithal ederken, 2004’te 34.5 dolara ithal edebildik. 2003 yılında 4.8 milyar dolar olan petrol ithalatı faturamız, 2004 yılında 6.1 milyar dolara çıktı. Bu artış olmasa cari açık geçen yıl 1.3 milyar dolar daha düşük çıkacaktı.
Petrol fiyatları 2004’ü 40 dolar dolayında kapattı. O sıralarda 2005’te petrol fiyatlarının çok fazla düşmesi beklenmiyordu ama yükseliş beklentisi de yoktu. IMF uzmanları 2005 yılında ortalama varil fiyatının 37.25 dolar olacağını tahmin ediyordu.
Ancak petrol fiyatları son bir ayda yeniden 50 doların üzerine tırmandı ve 2005 yılı beklentileri de yavaş yavaş değişmeye başladı. Geçen yıl petrol fiyatlarındaki artış daha çok spekülatif nedenlere bağlanırken şimdi arz ve talep arasındaki dengesizlik ön plana çıkarılıyor. Kısa sürede giderilmesi pek mümkün görülmeyen bu dengesizlik de fiyatların yeniden 40 doların altına inmesinin zor olduğunu düşündürüyor. Gelecek sonbaharda petrol fiyatlarının 80 dolara kadar çıkabileceğini tahmin edenler bile bulunuyor.
Arz talep dengesizliği
Petrol piyasasında son 2 yıldır çok yüksek bir talep artışı yaşanıyor. Petrol talebi 2003 yılında yüzde 2.4, 2004 yılında ise yüzde 3.4 artış gösterdi. Oysa 1990-2002 döneminde yıllık ortalama talep artışı yüzde 1.4 olmuştu.
Petrol talebindeki bu yüksek oranlı artış dünya ekonomisinin de hızlı büyümesinden kaynaklanıyor. Dünya ekonomisindeki hızlı büyümede ise ABD ve Çin’in etkisi büyük.
Son yıllarda yüzde 9 dolayında bir büyüme hızı tutturan Çin, büyümek için başta petrol olmak üzere birçok ara malı ve hammaddeye ihtiyaç duyuyor. Geçen yıl dünya petrol talebinde yaşanan artışın yaklaşık üçte biri Çin’den kaynaklanıyor. Çin’in artan talebi bu malların fiyatlarının yükselmesine yol açıyor.
Çin geçen yıl ekonomisini soğutmak amacıyla bazı önlemler almıştı. Ancak bu önlemlerin pek etkisi olmadı. Çin ekonomisi 2004 yılını da yüzde 9’un üzerinde bir büyüme ile kapattı.
Uluslararası Enerji Ajansı (İnternational Energy Agency: EIA) uzmanları petrol talebindeki artışın bu yıl da yüksek olacağını tahmin ediyor. EIA uzmanlarına göre, ABD ekonomisindeki büyüme ve Çin’in talebindeki artışın sürmesi nedeniyle, günlük petrol talebi bu yıl yüzde 2.2 artacak ve 84.3 milyon varile yükselecek.
Petrol talebindeki bu artışa karşılık arz yanında sorunlar var. Bu yıl OPEC (Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı) dışındaki ülkelerin petrol üretimlerinde önemli bir değişiklik beklenmiyor. Petrol arzının talebini karşılayabilmesi için, dünya petrol üretiminin yaklaşık yüzde 40’ını kontrol eden OPEC ülkelerinin günlük 29 milyon varillik bir üretim gerçekleştirmesi gerekiyor. Irak hariç tutulursa OPEC’in günlük petrol üretim kapasitesi de zaten bu kadar. Suudi Arabistan dışındaki tüm ülkeler üretim kapasiteleri dolayında üretim yapıyor. Suudi Arabistan’ın ise sadece 1 milyon varillik bir yedek üretim kapasitesi var. Irak’ın da desteğiyle OPEC şimdilik 29 milyon varillik üretimi gerçekleştiriyor ama bu ülkedeki karışıklık bunun ne kadar süreceği konusunda kuşku yaratıyor.
Petroldeki arz talep dengesizliğinin çözülmesi için ya dünyadaki büyümenin yavaşlaması ya da yeni yatırımlar ile üretim kapasitesinin artırılması gerekiyor. Büyük ihtimalle önümüzdeki dönemde bu iki faktör birlikte gerçekleşecek. Bir taraftan artan petrol fiyatları üretim maliyetlerini yükseltip dünya ekonomisinin hızını kesecek, diğer taraftan ise yüksek petrol fiyatları bu sektöre yeni yatırımları çekecek.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?