Kamu otoritelerinin ekonomiyi yönlendirmekte kullandığı iki politikadan biri maliye diğeri ise para politikasıdır. Maliye politikası çerçevesinde karar almak ve de uygulamaya sokmak uzun zaman gere...
Kamu otoritelerinin ekonomiyi yönlendirmekte kullandığı iki politikadan biri maliye diğeri ise para politikasıdır. Maliye politikası çerçevesinde karar almak ve de uygulamaya sokmak uzun zaman gerektirdiği için, para politikası daha sık kullanılır. Para politikasının uygulayıcısı ise merkez bankalarıdır.
Gelişmiş ülkelerde merkez bankaları son yıllarda temel para politikası aracı olarak kısa vadeli faiz oranlarını kullanıyor. Kısa vadeli faiz oranlarındaki değişim önce uzun vadeli faiz oranlarına, oradan da kredi kullanımı, döviz kuru, iç talep ve yatırımlar gibi kanallarla ekonomik büyümeye ve enflasyona yansıyor.
İktisat biliminde “parasal aktarım mekanizması” olarak bilinen bu mekanizmayı piyasa profesyonelleri çok iyi bildiği için, ABD ve Avrupa Birliği’nde (AB) merkez bankalarının faiz kararları pür dikkat izleniyor. Dünya ekonomisindeki payı yüzde 20’yi aşan ABD’deki para politikası kararları global ekonomiyi de etkilediğinden, ABD Merkez Bankası FED’in (Federal Reserve) hareketleri sadece bu ülkede değil, global ekonomiye az çok bulaşmış tüm ülkelerde yakından takip ediliyor.
Türkiye’de durum
1990’lı yıllarda ekonomi yönetiminde vurdumduymazlığın had safhaya çıktığı Türkiye’de, ne maliye politikasının ne de para politikasının etkinliği kalmamıştı. Hükümetlerin yeniden seçilmek dışında başka bir kaygı duymadığı bu dönemde, devasa bütçe açıkları ve artan borç faizi ödemeleri nedeniyle, ekonomiyi yönlendirecek bir maliye politikası uygulamak imkansız hale gelmişti. Maliye politikasının tek amacı gerekli borcu temin etmek ve günü kurtarmaktı. Bu dönemde Merkez Bankası’nın yüklendiği görev ise faizleri mümkün olduğu ölçüde düşük tutup Hazine’nin borçlanmasını kolaylaştırmaktı. Dolayısıyla para politikası da ekonomiyi yönlendirmekte kullanılamıyordu.
2001 yılında yaşadığımız iflastan sonra mecburen alınan önlemlerin meyvesini vermeye başladığı günümüzde ise Merkez Bankası’nın para politikasını gerçek amacına döndürmek için uğraş verdiğini gözlemliyoruz. 2006 yılında açık enflasyon hedeflemesine geçileceği için bu da zorunlu. Çünkü, açık enflasyon hedeflemesi sisteminde Merkez Bankası enflasyondaki hedeften sapmalardan sorumlu olacak. Enflasyonun hedeften sapmamasını sağlamak için ise Merkez Bankası’nın para politikasını etkin bir şekilde kullanması gerekiyor. Merkez Bankası’nın bu amaca ulaşmak için para politikası aracı olarak, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, kısa vadeli faizleri seçtiği de görülüyor.
Para politikasında manevra
2001 yılından önce kısa vadeli faizleri belirleme yetkisi Merkez Bankası Başkanı’nın elindeydi. 2001’deki yasa değişikliği ile birlikte ise bu yetki, Merkez Bankası bünyesinde kurulan Para Politikası Kurulu’na (PPK) verildi. Para politikasının artan önemi nedeniyle, bu kurul yılbaşından bu yana her ayın 8’inde toplanıyor. Her toplantı sonrasında ise Merkez Bankası, bankalararası para piyasasında uyguladığı kısa vadeli faizlerle ilgili bir karar açıklıyor. Daha sonra da bu kararın gerekçelerinin de yer aldığı bir “Enflasyon ve Görünüm” raporu yayınlanıyor.
Geçen aya kadar bu karar hep faiz indirimi şeklinde olmuştu. 2005 yılına yüzde 18 düzeyinde giren Merkez Bankası’nın bankalararası para piyasasındaki gecelik borç alma faiz oranı haziran ayında yüzde 14.25’e, yüzde 22 düzeyinde giren borç verme faiz oranı ise yüzde 18.25’e kadar inmişti. Ancak, geçen ay yapılan son toplantıdan faizlerde indirim kararı çıkmadı. Merkez Bankası toplantıdan sonra faiz oranlarının değiştirilmediğini açıkladı. Bu ise para politikasında ciddi bir değişiklik anlamına geliyor.
Kararın gerekçesi
Toplantı sonrasında yayınlanan Enflasyon ve Görünüm raporunda bu kararın gerekçesi olarak, 2006 enflasyon hedefine ulaşılması konusundaki kaygılar gösterildi. Merkez Bankası’na göre, yüzde 8 olan bu yılki enflasyon hedefine ulaşılması konusunda bir sıkıntı yok. Ancak, Merkez Bankası iç talepte, 2006 yılındaki yüzde 5’lik enflasyon hedefine ulaşılmasını engelleyebilecek bir canlanma olduğunu düşünüyor. Yapılan araştırmalar para politikası kararlarının etkisini göstermesinin 6 ile 9 ay arasında bir süre gerektirdiğini gösterdiği için de, bu tehlikeyi bertaraf etmek için, şimdiden harekete geçmiş bulunuyor.
Piyasalarda Merkez Bankası’nın faiz indirimine ara vermesinin gerekçeleri arasında, yeni stand-by’ın birinci gözden geçirmesinin askıya alınmasının da olduğu konuşuluyor. Ancak, Merkez Bankası Başkanı Süreyya Serdengeçti, bunu kesinlikle reddediyor.
Ertelemenin etkisi var mı?
Aslına bakarsanız biz de bu kararın arkasında stand-by anlaşmasının birinci gözden geçirmesinin ertelenmesinin etkisi olduğunu düşünüyoruz. Birinci gözden geçirmenin ertelenmesinin nedeni, performans kriteri olarak konulan yapısal reformlarda yaşanan gecikme. Bu durum hükümette bir süredir gözlenen reform yorgunluğunun reform durgunluğuna dönüşmesinin bir işareti gibi görünüyor. Merkez Bankası’nın enflasyon hedeflemesine geçiş için yapısal reformları ne kadar elzem gördüğünü ise herkes biliyor. Merkez Bankası her raporunda bu konuya dikkat çekiyor. Biz faiz indirimlerinin durdurulmasında bunun da etkisi olduğunu ama ekonomi yönetiminde gerginlik yaratmamak için Merkez Bankası’nın bunu açıkça telaffuz edemediğini düşünüyoruz.
Böyle düşünmemizin bir nedeni de ekonomide Merkez Bankası’nın sözünü ettiği gibi bir canlanma göremememiz. Tersine ekonomi yılın ikinci çeyreğini durgunluk sınırında bir büyüme oranı ile kapattı gibi görünüyor. 2005 yılının yüzde 5’lik büyüme hedefinin tutması için yılın ikinci yarısında ekonomide gerçekten bir canlanma yaşanması gerekiyor.
Merkez Bankası sınavda
Yine de bu konuda çok iddialı değiliz. Bünyesinde birçok araştırmacı istihdam eden ve son yıllarda ekonominin dinamiklerini ortaya koymaya çalışan araştırmalara hız veren Merkez Bankası, ekonomiyi bizden daha iyi izleme imkanına sahip. Birçok veriye birinci elden sahip olma imkanları da olduğunu göz önüne alırsak, Merkez Bankası’nın söylediklerini ciddiye almak zorundayız.
Ancak Merkez Bankası, durgunluk endişelerinin ortaya çıkmak üzere olduğu bir ortamda 2006 enflasyon hedefini tehlikeye düşürecek bir canlanma beklentisinde olduğunu açıklayarak ciddi bir sınava da girmiş durumda. Her fırsatta bugünkü değil gelecekteki ekonomik duruma odaklandığını belirten Merkez Bankası, bu öngörüsü tutarsa kredibilitesini daha da artıracak. Ondan sonra Merkez Bankası’nın söyledikleri çok daha fazla ciddiye alınacak. Serdengeçti, FED Başkanı Alan Greenspean gibi, her sözünden bir anlam çıkartılmaya çalışılan efsanevi bir kişiliğe dönüşebilecek. Fakat Merkez Bankası’nın öngörüsü tutmaz ise, son 3 yılda enflasyonun hep hedefin altında gerçekleşmesiyle kazanılan kredibilitenin bir bölümü yitirilecek.
Merkez Bankası’nın bu sınavdan çakması ekonomi için de kötü sonuçlar doğurabilecek. Çünkü, ekonomi zaten durgunluğa gidiyor ise, Merkez Bankası’nın sıkı para politikası bu durgunluğu daha da şiddetlendirebilecek. Bu da yeni yeni yükselme eğilimine giren istihdama zarar verecek. İş ve aş sorununu katmerleştirebilecek.
Bekleme dönemi
Esasında Merkez Bankası da ekonominin geleceği konusunda henüz kesin kararını vermedi gibi görünüyor. Süreyya Serdengeçti, son açıklamalarında, yaz aylarında açıklanacak göstergelerin öneminden bahsediyordu. Öyle görünüyor ki Merkez Bankası yaz aylarını bekle gör politikası ile geçirecek. Yaz aylarında açıklanacak göstergeler ve yaşanacak “gelişmeler” ışığında ise sonbahar aylarında para politikasına yeni bir yön verecek. Bu yön yeniden faiz indirimine başlanması şeklinde olabileceği gibi faizlerin yükseltilmeye başlandığı yeni bir döneme de girilebilecek.
Bu arada yukarıda tırnak içinde belirttiğimiz gelişmeler içinde hükümetin yapısal reformlar konusunda atacağı adımların da bulunduğunu düşünüyoruz. Yapısal reformlar konusunda atılan adımlar hızlandırılır ise stand-by anlaşması kaldığı yerden işlemeye devam edecek. Bu da geleceğe yönelik beklentileri olumlu etkileyerek Merkez Bankası’nın faiz indirimine devam kararı almasını kolaylaştıracak. Hükümetin yapısal reformlar konusunda ayak sürümeye devam etmesi ise stand-by anlaşmasının iptal edilmesine yol açabilecek. Bunun geleceğe yönelik beklentilerde yaratacağı sarsıntı ise Merkez Bankası’nın para politikası konusunda her şeyi yeniden gözden geçirmesine yol açabilecek.
GECELİK FAİZ EKONOMİYİ NASIL ETKİLİYOR?
1990’lı yıllara kadar merkez bankaları ekonomiye, parasal büyüklükleri kullanarak yön vermeye çalışırdı. Ancak parasal büyüklüklere dayanan para politikası pek de başarılı değildi. Merkez bankalarının ekonomiyi kısa vadeli faizlerle oynayarak yönlendirebileceği görüşünü ilk kez 1993 yılında Amerikalı Profesör John Taylor attı. Sonraki yıllarda pek çok merkez bankası bu görüşü benimsedi. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası da sonunda bu kervana katıldı.
Merkez Bankası’nın kısa vadeli faizlerle oynayarak ekonomiye, enflasyon hedefine ulaşabilecek şekilde bir yön verebilmesi için, bu faizler ile ekonomik büyüklükler arasında bir ilişki olması gerekiyor. Biz bu ilişkinin var olup olmadığına, 1990:01-2005:01 dönemine ait üçer aylık 61 gözlemi inceleyerek baktık. Aşağıdaki tabloda özetlediğimiz bu sonuçlarla ilgili olarak şu değerlendirmeleri yapabiliriz:
* Bankalararası piyasada oluşan gecelik faizler ile Türkiye şartlarında uzun bir dönem sayılabilecek yıllık vadeli mevduat faizleri arasında pozitif yönlü güçlü bir korelasyon var. Bu ilişkide nedensellik yönü de daha çok gecelik faizden mevduat faizine doğru gidiyor. Bu durum Merkez Bankası’nın kısa vadeli faizler ile oynayarak piyasa faizini etkileyebileceğini gösteriyor.
* Gecelik faizler ile reel döviz kurundaki değişim, özel nihai tüketim harcamalarındaki değişim, yatırım harcamalarındaki değişim ve GSYİH’deki (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) değişim arasında negatif işaretli güçlü korelasyon mevcut. Yalnız bu göstergelerin gecelik faiz esneklikleri çok yüksek görünmüyor. Fakat nedensellik yönü yine gecelik faizlerden bu göstergelere doğru. Bu söylediklerimizin anlamı şu: Merkez Bankası, gecelik faizlerle oynayarak bu göstergeleri istediği yönde etkileyebilir ama bu etki çok güçlü olmaz.
* Gecelik faizler ile enflasyon arasında ise beklenenin tersi yönde bir ilişki var. Gecelik faizler ile TÜFE’deki (Tüketici Fiyatları Endeksi) değişim arasında pozitif işaretli güçlü bir korelasyon söz konusu. Enflasyonun faiz esnekliği zayıf. Nedensellik yönü ise yine gecelik faizden enflasyona doğru gidiyor.
İlettiğimiz bu son sonuç, eğer değişkenler arasındaki ilişkiler son 15 yıldaki gibi devam ederse, Merkez Bankası’nın gecelik faizlerle oynayarak enflasyonu kontrol altına almasının zor olduğunu gösteriyor. Ancak son yıllarda ekonominin yapısında büyük değişiklikler yaşandı. Merkez Bankası da para politikasının etkinliği açısından bu değişikliklere güveniyor.
BÜYÜME BEKLENENDEN DÜŞÜK ÇIKTI
Yılın ilk çeyreğinde ekonomi beklenenden daha az büyüdü. Devlet İstatistik Enstitüsü’nün (DİE) geçen ay açıkladığı verilere göre, ilk çeyrekte Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH) geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 4.8 oranında artış gösterdi. Oysa DİE bu oranı açıklamadan önce yapılan son tahminler ilk çeyrekteki büyümenin yüzde 5.8 dolayında çıkacağı yönündeydi.
Esasında biz de önceki aya kadar ilk çeyrekte büyümenin yüzde 6-7 arasında çıkacağı görüşündeydik. Ancak, DİE’nin haziran ayında şubat ve mart aylarındaki sanayi üretimi verilerini aşağıya doğru revize etmesinden sonra bu tahminimizi değiştirip yüzde 5 dolayına çekmiştik. Çünkü, gözlemlerimiz ve tecrübelerimiz sanayi üretimindeki değişim ile ekonominin genelindeki büyüme oranı arasında yakın bir ilişki olduğunu gösteriyordu. Daha önce yüzde 8.2 olarak açıklanan ilk çeyrek sanayi üretimi artış oranının yüzde 6.1’e indirilmesi, diğer sektörlerdeki gelişmeler de dikkate alındığında, büyümenin de daha düşük çıkacağını ima ediyordu. Nitekim gerçekleşme de bu yönde oldu.
Sektörel gelişmeler
İlk çeyrekte en hızlı büyüyen sektör olarak inşaat dikkati çekiyor. Bu sektördeki büyüme oranı yüzde 16.5’i buluyor. 1999’daki büyük depremden sonra resesyona giren bu sektör geçen yıl toparlanmaya başlamıştı. Çimento üretimindeki artış, istihdamdaki yükseliş ve konut fiyatlarındaki tırmanış gibi bazı göstergeler bu yıl sektörde daha büyük bir canlanma yaşanacağının sinyalini de veriyordu. Ancak, Konjonktür’ün başka bir kutusunda görebileceğiniz gibi, sektörün konut inşaatı ile ilgili bölümündeki hareketlilik, genelindeki hareketlilik kadar fazla değil. Anlaşıldığı kadarıyla ilk çeyrekte inşaat sektöründe yaşanan sıçrama konut dışındaki alanlardan kaynaklanıyor.
Son üç yılda ekonomiyi sırtlayan sanayi ve ticaret sektörlerinde belirgin bir yavaşlama dikkati çekiyor. Ancak, bu sektörlerin büyüme oranları yine de iyi sayılır.
Tarım sektöründe ilk çeyrekte yaşanan büyüme sıfır. Zaten “tek yıl etkisi” nedeniyle, bu sektörde bu yıl büyüme beklenmiyor.
Ulaştırma ve haberleşme sektöründe büyük bir yavaşlama söz konusu.
Finans sektöründe ise büyüme sıfıra yakın. Bu sektör bu yıl da toparlanamayacak gibi görünüyor.
Harcamalarda durum
DİE’nin harcamalar yöntemiyle hesapladığı milli gelir verileri, iç talep, dış talep ve yatırımlar konusunda bilgi sahibi olmamızı sağlıyor. Bu veriler hem iç talepte hem de yatırımlarda geçen yılki canlılığın yerinde yeller estiğini gösteriyor. Ancak dış talep geçen yılki canlılığını koruyor.
İlk çeyrekte özel nihai tüketim harcamaları sadece yüzde 4 oranında artış gösterdi. Bu durum dayanıklı tüketim mallarında ertelenmiş talebin doygunluğa ulaşmasından kaynaklanıyor. İlk çeyrekte dayanıklı tüketim malı harcamaları yüzde 1.5 oranında artış gösterebildi. Oysa geçen yılın ilk çeyreğinde bu oran yüzde 48 idi.
Yatırımlardaki artış da epey hız kesmiş durumda. Fakat makine ve teçhizat yatırımlarındaki artış yavaşlarken, hem kamuda hem de özel sektörde bina inşaatı yatırımlarının hızlandığını görüyoruz. Bu durum artık yatırımların teknolojiyi yenilemeye değil yeni üretim birimleri yaratmaya döndüğünü gösteriyor. Bu gelişme istihdama olumlu yansıyacak.
İlk çeyrekte büyüme oranının düşük gerçekleşmesinde baz etkisinin çok büyük rolü var. Geçen yılın ilk çeyreğinde ekonomi yüzde 11.8 büyümüştü. Bunu göz önüne alırsak bu yılın ilk çeyreğinde gerçekleşen büyüme yine de iyi sayılır.
Baz etkisi nedeniyle büyüme oranı ikinci çeyrekte de düşük çıkacak. Şu ana kadar elimize geçen veriler ve gözlemlerimiz ikinci çeyrekte büyüme oranının yüzde 3 dolayında kalacağı sinyalini veriyor.
Bu durumda yüzde 5’lik büyüme hedefinin tutması için yılın ikinci yarısında ekonominin daha canlı bir dönem geçirmesi gerekiyor. Bu dönemde baz etkisinin ortadan kalkacak olması bunun mümkün olabileceğini düşündürüyor.
TURİZMDE GİDİŞAT HEDEFE UYGUN
Turizmde yılın ilk yarısı hedeflere uygun bir tempoda kapandı. Ülkemiz yine turistlerin akınına uğrarken kasalar da dövizlerle doldu taştı.
DİE’nin geçen ay açıkladığı verilere göre, yılın ikinci yarısında turizmden elde edilen gelir 3 milyar 761 milyon dolar oldu. İlk çeyrekte de turizmden 1 milyar 994 milyon dolar kazanmıştık. Bu durumda yılın ilk yarısındaki turizm geliri 5 milyar 755 milyon dolar ediyor.
Geçen yılın ilk yarısında turizmden elde ettiğimiz gelir 4 milyar 983 milyon dolar idi. Buna göre yılın ilk yarısında turizm gelirlerinde yaşanan artış yüzde 15.5 olarak hesaplanıyor.
Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) tarafından hazırlanan ve Bakanlar Kurulu tarafından onaylanıp Resmi Gazete’nin mükerrer sayısında yayınlanan 2005 Yılı Programı’na göre, bu yıl turizmden beklenen gelir 18 milyar dolar. Geçen yılki turizm gelirinin 15.8 milyar dolar olduğunu göz önüne alırsak, turizm gelirindeki artış hedefini yüzde 13.9 olarak alabiliriz. Esasında 2005 Yılı Programı’nda 2004 yılı gerçekleşme tahmini 16 milyar dolar olduğu için hedeflenen gerçek artış oranı yüzde 12.5. Ancak bu kadar bir farkı göz ardı edebiliriz.
Yılın ilk yarısındaki eğilim devam ederse bu yıl turizm geliri hedefine ulaşmamız mümkün olacak. Son iki ayda tatil yörelerinde gerçekleşen terör eylemleri ise henüz olumsuz bir etki yapmadı gibi görünüyor. Bu nedenle turizm gelirlerinde hedefin tutma ihtimalinin yüksek olduğunu söyleyebiliriz.
Turizm gelirlerinde hedefin tutması kuşkusuz yaşadığımız cari açık problemi nedeniyle önemli. Ancak ithalatta öngörülenin üzerinde bir artış var. Bu artış cari açıktaki yükselişin devam etmesine yol açıyor. Turizm gelirleri ithalattaki bu ekstra artışı kapatabilecek gibi görünmüyor.
KONUTTA ARZ AÇIĞI SÜRECEK
Üçüncü sayfada yer alan kutuda yazdığımız gibi, yılın ilk çeyreğinde en hızlı büyüyen sektör inşaat oldu. Ancak DİE’nin milli gelir verilerinden bir süre sonra yayınladığı inşaat istatistikleri, konut inşaatında milli gelir verilerinde gözlediğimiz ölçüde bir büyümeye işaret etmiyor. İlk çeyrekte inşaatına yeni başlanan konut sayısındaki artış, bu alanda yaşanan arz-talep dengesizliğini giderecek boyutta değil. Ayrıca aynı dönemde iskana açılan konut sayısında yaşanan düşüş de bu arz-talep dengesizliğinin giderek şiddetlendiğini gösteriyor.
İlk çeyrekte inşaatına yeni başlanan konut sayısı 68 bin 467 olarak gerçekleşti. Geçen yılın aynı döneminde ise 58 bin 834 konutun inşaatına başlanmıştı. Buna göre artış oranı yüzde 16.4 olarak hesaplanıyor. Esasında bu artış oranı düşük değil. Ancak konuttaki arz-talep dengesizliğinin giderilebilmesi için yapımına yeni başlanan konut sayısının çok daha yüksek gerçekleşmesi gerekiyor.
Yılın ilk çeyreği kış şartları nedeniyle konut inşaatı için uygun bir dönem değildi. İnşaat sezonu ikinci çeyrekte açılıyor. Konut piyasasındaki arz açığının son bir yıldır girişimcilerin bu sektöre girişini artırdığını gözlemliyoruz. Bunun etkisi inşaat sezonunun açılacağı ikinci çeyrekte ortaya çıkabilir diye düşünüyoruz.
İlk çeyrekte inşaatı tamamlanıp da iskana açılan konut sayısı ise 35 bin 701 olarak gerçekleşti. Bu sayı geçen yılın aynı döneminde iskana açılan konut sayısından daha az. 2004’ün ilk çeyreğinde 46 bin 254 konut iskana açılmıştı. Buna göre yüzde 22.8 oranında bir düşüş söz konusu. Eldeki konut stokunun azalması son birkaç yıldır iskana açılan konut sayısını geriye çekiyor.
Konut olarak ev ve apartmanlardaki daire sayılarını alıyoruz. DİE’nin verilerine göre bazı ticari ve sınai binalarda da daireler mevcut ama bunlar konut olarak sayılmıyor. Zaten bunların sayısı da çok fazla değil.
REEL ÜCRETLER YAVAŞ YAVAŞ ARTIYOR
2001 krizinden sonra ekonomi 3 yıl üst üste hızlı büyüdü ama bu büyümeye rağmen bazı kesimler hala kriz öncesi durumlarına dönemedi. Bu kesimlerin başında da çalışanlar yer alıyor. Kriz sonrasında ücret artışları hedef enflasyona endekslendiği için, çalışanlar eski satın alma güçlerine bir türlü ulaşamıyor.
Ekonominin geneline ilişkin ücret istatistikleri ancak yıllık olarak bulunabildiği ve de çok geç yayınlandığı için bu alandaki gelişmeleri imalat sanayi bazında izleyebiliyoruz. DİE, geçen ay imalat sanayi ücret endekslerinin ilk çeyrek sonuçlarını açıkladı. Bu sonuçlar ücretlerde geçen yıl başlayan toparlanmanın sürdüğünü ama iyileşmenin çok yavaş olduğunu gösteriyor. Bu tempoyla çalışanlar 2001 krizi öncesindeki satın alma güçlerine ancak 5 yıl sonra ulaşabilecekler gibi görünüyor.
İmalat sanayiinde üretimde çalışılan saat başına reel ücret endeksini aşağıdaki grafikte görüyorsunuz. Grafikteki gördüğünüz gibi, 1997=100 reel ücret endeksinin değeri 2001 krizi öncesinde 111.1 idi. Kriz sırasında nominal ücretler yerinde sayarken enflasyonun yükselmesiyle hızla gerileyen bu endeks, bir yıl içinde 88.3’e kadar inmişti. Yani kriz çalışanların reel ücretlerinde yüzde 20.5 gibi inanılmaz bir düşüşe yol açmış ve satın alma güçlerini 1990’lı yılların başındaki düzeye itmişti.
2001 sonrasında dalgalı bir seyir izleyen reel ücret endeksi 2003’ün ikinci çeyreğinde 84.8’e kadar düştü. O zamandan beri ise yine hafif dalgalanmalarla yükseliş eğiliminde. Ancak geldiği nokta kriz sonrasındaki düzeyinin sadece yüzde 5 üzerinde. Kriz öncesi döneme ulaşması için ise yüzde 20’lik bir artış daha gerekiyor. Kriz sonrasında işletmelerin benimsediği ücret politikaları ve yüksek işsizlik göz önüne alındığında ise bu artışın kısa zamanda gerçekleşmesi mümkün görünmüyor.
GİRİŞİMCİ GEVŞEMEYE BAŞLADI
Yeni kurulan şirket sayısı 6 yıllık bir aradan sonra geçen yıl yeniden 40 binin üzerine çıkmıştı. 2005’in ilk aylarına ilişkin veriler ise bize bu yıl yeni kurulan şirket sayısının 50 bine yaklaşabileceğini düşündürmüştü. Ancak son aylarda girişimcilerin gevşemeye başladığını görüyoruz. Bu da ilk tahminimizi gözden geçirmemizi gerektiriyor.
Esasında ocak ayında kurulan şirket sayısındaki artış çok yüksek değildi. Ancak şubat ayında yaşanan sıçrama bunu telafi etmişti. Sonraki birkaç ayda da yeni kurulan şirket sayısındaki artış fena değildi.
Ancak son yayınlanan haziran ayı verileri sadece yüzde 8.1’lik bir artışa tekabül ediyor. Bu durum yılın ilk yarısına ilişkin performansı da olumsuz etkiliyor.
Yılın ilk yarısında yeni kurulan şirket sayısı 25 bin. Geçen yılın aynı döneminde 21 bin 431 şirket kurulmuştu. Buna göre ilk yarıyılda kurulan şirket sayısındaki artış yüzde 16.7 olarak hesaplanıyor.
İlk yarıyıldaki eğilim ikinci yarıyılda da sürerse bu yıl kurulan şirket sayısı 47 bin 500 dolayında kalacak. 2004 yılında kurulan şirket sayısı ise 40 bin 919’du.
Türkiye’de bahar aylarından bu yana ekonomik birimlerde geleceğe karşı bir güven kaybı görülüyor. Avrupa Birliği (AB) üyeliği konusundaki belirsizliklerden kaynaklan bu güven kaybının ilk yansımalarını mali piyasalardaki dalgalanmada hissetmiştik. Bu dalgalanma çabuk atlatıldı ama izi olduğu yerde kaldı. Sonraki aylarda reel kesim güven endeksi, tüketici güven endeksi gibi endekslerde gerilemeye şahit olduk.
Girişimcinin şevkinde son aylarda gördüğümüz gevşeme de bununla bağlantılı gibi görünüyor. Ekonominin fazla zarar görmemesi için bu güvensizlik ortamının bir an önce ortadan kaldırılması gerekiyor.
BÜTÇEDE AÇIĞIN DÖRTTE ÜÇÜ KAPANDI
Türkiye’nin 2001 krizinden sonra aldığı önlemlerin faydalarını son bir yıldır açıkça gözlemliyoruz. Bu gözlemlerden biri de konsolide bütçe verilerine ilişkin. Türkiye’yi 2001’de iflasa sürükleyen nedenlerden biri olan bütçe açığı giderek küçülüyor. Bunu faiz oranlarındaki gerileme sayesinde faiz ödemelerinin de düşmesi sağlıyor.
Geçen yıl bütçe açığı uzun yıllardan sonra ilk kez nominal olarak bile gerilemişti. Yılın ilk yarısındaki gerçekleşmeler bu yıl da benzer bir durumun yaşanacağı sinyalini veriyor.
Maliye Bakanlığı’nın verilerine göre yılın ilk yarısında bütçenin verdiği açık 3.9 milyar YTL olarak gerçekleşti. Halbuki geçen yılın aynı döneminde verilen açık 14.6 milyar YTL düzeyindeydi. Yani bu yılın ilk yarısında bütçe açığı yüzde 73.5 oranında bir düşüş göstermiş bulunuyor. Bu, açığın yaklaşık dört üçünün kapandığı anlamına geliyor.
Bu gelişmenin nereden kaynaklandığına baktığımızda karşımıza faiz ödemeleri çıkıyor. İlk 6 ayda Hazine’nin yaptığı faiz ödemelerinin tutarı 23.4 milyar YTL oldu. Geçen yılın aynı döneminde faize 29.6 milyar YTL ödenmişti. Burada yüzde 21’lik bir gerileme söz konusu.
Faiz ödemelerindeki bu gerileme bütçe harcamalarındaki artışın yüzde 1.5’te kalmasını sağlıyor. Çoğunluğunu ücret ve maaş ödemelerinin oluşturduğu faiz dışı harcamaların hız kesmemesi bütçedeki iyileşmenin daha fazla olmasına engel oluyor.
Bu arada bütçe gelirlerinde de reel olarak önemli bir artışın söz konusu olduğunu belirtelim. Bütçedeki iyileşmenin bir ayağını da bu oluşturuyor.
2003 yılına kadar çift haneli olan bütçe açığının milli gelire oranı geçen yıl yüzde 7.1’e düşmüştü. Bütçe açığının milli gelire oranı bu yıl yüzde 5 dolayına kadar düşebilecek gibi görünüyor. Maliye politikasında sapma olmaz ise birkaç yıl içinde ise yüzde 3’lük Maastricht kriterine yaklaşabileceğiz.
BÖLGESEL DENGESİZLİKTE OECD LİGİ
Hem kendi araştırmalarımızdan hem de ilgili literatürü epey incelememizden dolayı Türkiye’de bölgeler arası gelir dağılımının çok bozuk olduğunu biliyorduk. Bu tür sıralamalarda genelde başlara yerleştiğimiz için dünyadaki durumumuzun pek iyi olmadığını da tahmin ediyorduk. Bu nedenle TÜSİAD’ın (Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği) bir raporunda rastladığımız ve aşağıdaki grafikte gördüğünüz Türkiye’ye ilişkin bilgiler bizim için pek şaşırtıcı olmadı. Ancak dünyanın en gelişmiş ülkeleri arasında yer alan İngiltere ve Fransa’da durumun bizden daha kötü olmasına doğrusu şaşırdık.
Bir grup DPT uzmanı tarafından hazırlanan “Bölgesel Gelişme ve Sektör-Bölge Yığınlaşmaları” adlı çalışmada yer alan bilgiler, Türkiye’de bölgelerin kişi başına GSYİH’leri arasındaki değişim katsayısının yüzde 43 olduğunu gösteriyor. Bu oran yüzde 31 olan OECD ortalamasının epey üzerinde. Ancak İngiltere yüzde 46, Fransa ise yüzde 45 oranıyla bizden daha kötü durumda. Zirvedeki Meksika’da ise bu oran yüzde 56’yı buluyor.
Meksika’nın bu alanda zirvede yer aldığını görünce zaman zaman alevlenen Zapatista isyanının boşuna olmadığını anlıyoruz.
Fransa’nın listedeki yeri ise Fransız iktisatçıların bölgesel gelişme literatüründeki liderliğinin nedenini açıklıyor.
İngiltere’deki durum bu alandaki performanslarının bizden iyi olmamasından kaynaklanıyor. Bu ülkede 1950’li yıllardan beri bölgesel gelişme farklılıklarının azaltılması konusuna kafa yoruluyor ama tıpkı bizdeki gibi siyasetçiler alınan teşvik tedbirlerini sürekli sulandırdıkları için bir sonuç alınamıyor.
İtalya’da da bölgesel gelir farklılıkları yüksek. Ancak bu farklılık yoksul güneyi sırtından atmaya çalışan Kuzey Ligi hareketini haklı gösterecek kadar da derin değil gibi görünüyor.
Komşumuz Yunanistan bölgeler arası gelir farklılığı açısından oldukça iyi bir konumda.
Bu alanda en iyi durumdaki ülke ise refah devleti ekolünün temsilcisi İsveç.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?