Ekonomi Ve Seçim

Erken seçim isteği bazı çevrelerde uzun zamandan beri vardı. Daha 1999 seçimlerinin hemen ertesinde bile erken seçimi dillendirenler olmuştu. Geçen yıl patlayan krizden sonra da “Tek çözüm erken se...

1.06.2002 03:00:000
Paylaş Tweet Paylaş

Erken seçim isteği bazı çevrelerde uzun zamandan beri vardı. Daha 1999 seçimlerinin hemen ertesinde bile erken seçimi dillendirenler olmuştu. Geçen yıl patlayan krizden sonra da “Tek çözüm erken seçim” diyenleri duymuştuk. Ancak, seçim sonrasında ortaya çıkacak siyasi tablonun bugünkünden pek farklı olmayacağı düşünüldüğünden, kamuoyu bu erken seçim isteklerine pek fazla prim vermemişti.

 

Fakat geçen ay Başbakan Bülent Ecevit’in sağlık problemleri ortaya çıkınca, erken seçim isteği gündemin baş sırasına oturdu. Her ne kadar koalisyon ortakları erken seçime gerek olmadığını açıklasa da, bundan böyle bu konu gündemde daha çok yer kaplayacak gibi.

 

İş dünyası genelde erken seçim isteğinden rahatsız. Çünkü, seçim ekonomisi uygulamalarının istikrar programını sekteye uğratmasından korkuluyor.

 

Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş ne kadar, “Seçim ekonomiye zarar vermez” dese de kimseyi inandıramıyor. Derviş, Merkez Bankası’nın bağımsızlığın sağlanmasının, kamu bankalarının görev zararı yaratmasının önüne geçilmesinin, seçim ekonomisi uygulamalarına engel olacağını savunuyor. Ancak, ekonomik kamuoyu siyasetçilerin bir yolunu bulup bu engelleri aşabileceğini düşünüyor.

 

Ekonominin seçime etkisi

 

Türkiye’de seçimler ekonomiyi etkilediği kadar ekonomi de seçimleri etkiliyor. Çünkü, sandık başına giden seçmen, oyunu kullanmadan önce geçim durumunu gözden geçiriyor. Geçim durumu iyi değilse iktidardaki partileri cezalandırıp muhalefete şans tanıyor. Geçim durumundan memnun olduğunda ise oyunu iktidar partilerine veriyor.

 

Nitekim ilk demokratik seçimlerin yapıldığı 1950’den bu yana gerçekleşen 13 genel seçim incelendiğinde, durgunluk ve kriz dönemlerinde yapılan seçimlerde iktidar partilerinin zarar gördükleri ortaya çıkıyor. Ekonominin canlı olduğu dönemlerde yapılan seçimlerde ise iktidar partilerinin oylarını artırıp durumlarını sağlamlaştırdıkları görülüyor.

 

Demokrat Parti yılları

 

1950’de yapılan ilk demokratik seçimlerde, 1949’daki krizin etkisinde olan ve savaş yıllarındaki sıkıntıları henüz unutmayan seçmen iktidardaki CHP’yi cezalandırmıştı. Yeni bir umut olarak görülen Demokrat Parti, oyların yüzde 53’ünü alarak tek başına iktidara gelmişti.

 

1950-53 dönemindeki hızlı büyüme, 1954 seçimlerinde DP’nin oylarını artırıp durumunu daha da güçlendirmesini sağladı.

 

1954-58 krizinin gölgesinde yapılan 1957 seçimlerinde ise DP oy kaybına uğradı. Ancak, karşısında ciddi bir muhalefet olmadığı için iktidarını korumayı başardı.

 

27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra yapılan 1961 seçimlerinde ekonomik faktörler fazla etkili olmadı.

 

Süleyman Demirel’in doğuşu

 

1965 seçimlerinde ise koalisyon ortaklarından AP hızlı büyüme vaadiyle tek başına iktidara gelmişti. Seçmen, o tarihlerde genç bir mühendis olan Süleyman Demirel’in vaatlerine güvenmiş ve kendisini ilk başbakanlık görevine taşımıştı.

 

Demirel, bu ilk döneminde vaatlerini tutup düşük enflasyon ile hızlı büyümeyi bir arada sağlamayı başardı. Bu sayede 1969 seçimlerinden de yine zaferle çıktı.

 

Ancak, parti içinden kendisine muhalefetin başlaması ve ünlü “41”ler olayının patlamasıyla iktidarı sallantıya girdi. 12 Mart 1971 muhtırasından sonra da meydanı milli birlik hükümetlerine bırakmak zorunda kaldı.

 

Milli birlik hükümetlerinin iktidarda olduğu 1973 seçimlerinde hiçbir parti çoğunluğu sağlayamadı.

 

Krizin gölgesinde seçim

 

1977-80 krizinin başında yapılan 1977 seçimlerinde iktidardaki Milliyetçi Cephe koalisyonu oy kaybetti. Bülent Ecevit’in başkanlığını yaptığı muhalefetteki CHP birinci parti oldu ama tek başına iktidar olma şansını az farkla kaçırdı.

 

12 Eylül 1980 ihtilalinden sonra yapılan 1983 seçimlerinde de ekonomik faktörlerin etkisi fazla değildi. Ancak, seçmenin hızlı büyüme ve gelir dağılımında düzelme vaat eden ANAP’ı tek başına iktidara taşıması, bu kez de ekonominin tamamen göz ardı edilmediğinin kanıtıydı.

 

Hızlı büyüme vaadini tutan Turgut Özal, bir yıl erkene alıp 1987’de düzenlediği seçimlerde iktidarını sağlamlaştırdı. Oy oranı biraz gerilese de seçim sistemindeki değişiklik sayesinde milletvekili sayısını artırdı. Özal belki de yaklaşan durgunluğu fark ettiği için bu erken seçim kararını almıştı.

 

Yılmaz ve Çiller’in hataları

 

1991’de ANAP’ı devralan Mesut Yılmaz’ın muhalefetin baskısına dayanamayıp aynı yıl erken seçim kararı alması ise büyük bir zamanlama hatasıydı. 1988 ve 1989 yıllarını durgun geçiren ekonomi o yıl yine durgunluk içindeydi. Bu durum ANAP’ın oy kaybetmesine, Süleyman Demirel’in ise 11 yıl aradan sonra iktidara dönüş yapmasına yol açtı.

 

1995’de ise bu kez zamanlama hatası yapan Tansu Çiller’di. Çiller, Gümrük Birliği’ne ve terörle mücadeledeki başarılarına güvenip seçimleri bir yıl öne aldı. Ancak 1994’deki krizin acılarını hala unutmayan seçmen Çiller’in DYP’sini üçüncü sıraya attı.

 

Ekonominin krize yuvarlandığı bir dönemde yapılan 1999 seçimleri de iktidar partilerine yaramadı. Bu seçim sırasında üç ay önce kurulan DSP azınlık hükümeti işbaşındaydı. Ancak, bu hükümetin ülkeyi seçime götürmekten başka işlevi yoktu. Ondan önceki 1.5 yıllık sürede ise ANAP-DTP-DSP koalisyonu hükümette bulunuyordu. Seçmen ekonominin içinde bulunduğu sıkıntılardan bu hükümeti sorumlu tutuyordu. 1999 seçimlerinde bu partilerden DTP barajı bile aşamadı. ANAP seçimden dördüncü parti olarak çıktı. Bu hükümette küçük ortak olan DSP ise yeni bir umut olarak görüldüğü için seçimde birinciliği aldı. Bu arada önceki seçimlerde barajı geçemeyen MHP’nin bu kez ikinci parti olması da ilginçti.

 

Sonbaharda seçim olur mu?

 

Erken seçim için telaffuz edilen en erken tarihi bu yılın sonbaharı oluşturuyor. Ancak, yukarıdaki tarihi süreç gözden geçirildikten sonra iktidardaki hükümet için sonbaharda erken seçime gitmenin intihardan farksız olduğu ortaya çıkıyor.

 

Çünkü, ekonomi bu hükümetin iktidarda olduğu son üç yılın ikisini krizde geçirdi. 2001 yılında yaşadığımız krizin yaraları hala sarılmış değil. Geçen yıl işini kaybedenlerin büyük bölümü hala işsiz. İşlerini muhafaza etmeyi başaranların gelir düzeyleri ise üç yıl önceki düzeyin bile gerisinde.

 

Üstelik bu yıla yönelik beklentiler de pek olumlu değil. Hükümetin büyüme tahmini yüzde 3. Ekonomik kamuoyundaki büyüme beklentileri ise yüzde 2 dolayında. Bu oranlar ise bu yıl kriz sona erse de durgunluğun süreceğine işaret ediyor.

 

Hal böyleyken yapılacak bir erken seçimde koalisyon ortaklarının hepsinin oy kaybedeceklerini muhakkak. Bu nedenle hükümetin sonbaharda erken seçime gitmesi ihtimali yok denecek kadar az.

 

2003 yılı hesapları

 

Beklendiği gibi ekonomi bu yılı durgun geçirirse, 2003 yılı ilkbaharında yapılacak bir erken seçimin sonuçlarının da farklı olması zor. Çünkü, bu takdirde seçim döneminde ekonomideki sıkıntılar hala sürüyor olacak.

 

Ekonominin 2002 yılında iyi bir performans göstermesi ve örneğin yüzde 5’in üzerinde büyümesi halinde ise gelecek yıl ilkbaharda yapılacak bir seçimden koalisyon ortaklarının daha az zararla çıkması mümkün. Ayrıca, ekonominin canlandığı bu ortamı hükümetin baskın seçim için bir fırsat olarak görmesi de söz konusu olabilir.

 

Ekonominin bu yılı durgun geçirip 2003 yılında canlanması halinde ise gelecek yılın sonbaharında bir seçim yapılması ihtimali güçlenebilir.

 

Esasında hükümet için en uygunu seçimlerin normal zamanı olan 2004 ilkbaharında yapılması. Çünkü, uygulanan istikrar programının olumlu sonuçlarının görülmesi ancak o zaman mümkün olacak. İşler planlandığı gibi giderse, bu dönemde enflasyon yüzde 20’nin altına inebilecek. Ekonomi son 1.5 yılı canlı geçirmiş olacak. Böyle bir ortamda koalisyon ortaklarının seçimde başarılı olması imkan dahiline girecek.

 

Seçim ekonomisi uygulaması zor

 

Erken seçim kararı alınmasına engel teşkil eden bir faktörü de bu kez seçim ekonomisi uygulaması ihtimalinin son derece sınırlı olması oluşturuyor.

Seçim ekonomisi uygulaması kamu harcamaları artırılarak yapılıyor. Seçim kararı alınınca öncelikle kamu çalışanlarının ücret ve maaşlarına yüklü zamlar yapılıyor. Tarımsal destekleme fiyatlarındaki artış oranları yüksek belirleniyor. Yeni yatırım projelerinin temelleri atılıyor.

 

Hükümetin geliri giderini karşılamadığı için bütün bu harcamalar, Merkez Bankası’ndan alınan avansla ve kamu bankalarının görev zararlarının şişirilmesiyle karşılanıyor. Ancak, bu kez siyasetçilerin elinde bu iki kaynağı kullanma imkanı da bulunmuyor. IMF gözetiminde yürütülen istikrar programı çerçevesinde yapılan yapısal reformlarla Merkez Bankası’nın kamuya kredi açması yasaklandı. Kamu bankalarının görev zararı yaratması da artık ancak bütçede ödenek ayrılması halinde mümkün.

 

Kamuoyunda siyasetçilerin bir yolunu bulup bu engelleri aşabileceği endişesi var. Ancak, böyle bir durumda istikrar programı ve dolayısıyla IMF’nin desteği sona ereceği için ekonomide durum iyice karışacak. Hal böyleyken ne kadar yüksek dozda seçim ekonomisi uygulanırsa uygulansın koalisyon ortaklarının seçimden zaferle çıkmaları ihtimali yok.

 

Beş yılı dolduran yok

 

Ancak, erken seçim kararı alınmasında ekonomik faktörler yanında siyasi faktörlerin de etkisi var. Ecevit’in rahatsızlığının ağırlaşması, bir ara çözüm bulunsa bile, hükümetin normal seçim dönemini tamamlamasına engel olabilir. Böyle bir durumda erken seçime IMF de ikna edilebilir. Nitekim “Yakın İzleme Anlaşması”nın yürürlükte olduğu 1998 yılında erken seçim kararı alınmasına IMF ses çıkarmamıştı. 

 

Ayrıca, Türkiye’de son 20 yıldır seçimlerin zamanında yapıldığı da görülmedi. Türkiye’de 1980 öncesinde seçimler dört yılda bir yapılıyordu. Bu dönemde sadece bir kez 1957 yılında seçimler erkene alınmıştı. 1982 Anayasası genel seçimlerin 5 yılda bir yapılması kuralını getirdi. Ancak, henüz bu 5 yıllık süreyi dolduran çıkmadı. 1983 yılından sonraki dört seçim de zamanından önce yapıldı.

 

1987 seçimleri zamanında 1 yıl önce yapılmıştı. 1991 seçimleri de zamanından yaklaşık bir yıl önce yapıldı. 1995 seçimleri yapıldığında normal seçim zamanına 10 ay vardı. 1999 seçimleri ise normal zamanından 1.5 yıl önce yapıldı.

 

Türkiye’nin şartları beş yılda bir seçim yapılmasına pek elvermiyor. Erken seçimler ise ekonomiye ağır bir fatura çıkarıyor. Belki de seçimlerin eskiden olduğu gibi yine dört yılda bir yapılması daha iyi olacak.

 

EKONOMİDEN CANLANMA SİNYALLERİ GELİYOR

 

Geçen yıl son yarım yüzyılın en derin krizini yaşayan ekonomiden nihayet canlanmaya yönelik sinyaller gelmeye başladı. Sanayi üretiminin 13 ay aradan sonra mart ayında yeniden yükselmesi, bu sinyallerin en güçlüsünü oluşturuyor. Dahilde alınan KDV’de (Katma Değer Vergisi), beyaz eşya satışlarında ve tüketim malı ithalatında yaşanan gelişmeler de ekonomide canlanmanın başladığına işaret ediyor.

 

Sanayi üretimi, ikinci krizin patladığı geçen yılın şubat ayında gerileme eğilimine girmişti. Geçen yılın büyük bölümünde sanayi üretiminde yüzde 9’un üzerinde gerileme oranları görüldü. Sanayi üretimindeki gerileme, 2002’nin ilk iki ayında da sürdü.

 

Devlet İstatistik Enstitüsü’nün (DİE) geçen ay yaptığı açıklamaya göre, mart ayında ise sanayi üretimi yüzde 18.7 oranında artış gösterdi. Mart ayındaki bu olağanüstü artış, ilk çeyrek döneme ait değişim oranının da pozitif olmasını sağladı. Sanayi üretiminde ilk çeyrekte yaşanan artış yüzde 3.5 olarak gerçekleşti.

  

Kuşkular aslında yersiz

 

Ağır bir krizden sonra sanayi üretiminin yeniden yükselmesinin sevinç yaratması gerekirken, nedense ekonomik kamuoyunda garip bir tutum gelişti. Kimisi bu yüksek oranlı artışın geçen yılın mart ayında dokuz günlük bayram tatili yaşanmasından kaynaklandığını ve geçici olduğunu iddia etti. Kimisi sanayi üretimini ihracatçı sektörlerin patlattığını, TL’nin değerlenmesi nedeniyle önümüzdeki aylarda ihracatın zora gireceğini ve sanayi üretimindeki artışın duracağını savundu. Kimisi de “Üretimde artış var ama talepte canlanma yok” diyerek sanayi üretimindeki artışın önümüzdeki aylarda sürmeyeceğini öne sürdü.

 

Oysa biraz dikkatli bir inceleme bu görüşlerin üçünün de doğru olmadığını gösteriyor. Öncelikle sanayi üretim indeksinin mart ayındaki üretim düzeyi, sadece geçen yılın aynı ayının değil 1998 hariç önceki yılların mart ayının hepsini aşıyor. İkinci olarak mart ayında ihracatçı sektörler dışındaki sektörlerin üretiminde de yüksek oranlı artışlar yaşandığı görülüyor. Üçüncü olarak son aylarda ekonominin talep cephesinden de canlanma sinyalleri geliyor.

 

Otomotiv satışlarındaki olağanüstü düşüş nedeniyle talep cephesinden gelen canlanma sinyalleri pek dikkati çekmiyor. Ancak dahilde alınan KDV’nin mart ve nisan aylarında reel artış göstermesi, beyaz eşya satışlarının şubat ve mart aylarında yükselmesi, tüketim malı ithalatının şubat ayında artması talep cephesinde de bir canlanma olduğunu açıkça gösteriyor.

 

İlk çeyrek büyüme tahmini

 

Türkiye’de ekonominin büyüme oranı ile sanayi üretimindeki değişim genelde birbirine paralel bir seyir izliyor. Sanayi, ekonomi içindeki payı yüzde 30’a yakın olduğu için, büyüme oranını epey etkiliyor. Büyüme oranı, tarım ve hizmetler sektöründeki duruma göre sanayi üretimindeki değişimin biraz üstünde veya biraz altında bir değer alıyor.

 

Sanayi üretiminin ilk çeyrekte yüzde 3.5 artması, aynı dönemde ekonomide pozitif büyüme yaşanmış olmasının mümkün olduğunu gösteriyor. Ancak hizmetler sektöründe durum ilk iki ayda pek parlak değildi. Bu nedenle ilk çeyrekte büyüme oranının “sıfır” dolayında çıkması ihtimali de var.

 

Ancak, bu durumda bile ilk çeyrekte ekonomide toparlanma yaşanmış olacak. Çünkü, geçen yılın son çeyreğinde ekonomi ikinci kez “dip” yapmış ve yüzde 12.3 oranında küçülmüştü.

 

ENFLASYONDA BEKLENTİLER HEDEFE YAKLAŞTI

 

Ekonomik kamuoyunun enflasyon konusundaki beklentisi, yıl başında hükümetin hedefinden yaklaşık 15 puan daha yüksekti. Ancak, enflasyonun son 3 ayda hızla düşmesi, beklentilerin hükümetin hedefine yaklaşmasını sağladı.

 

Hükümet, yıl sonunda TÜFE (Tüketici Fiyatları Endeksi) enflasyonunu yüzde 35’e, TEFE (Toptan Eşya Fiyatları Endeksi) enflasyonunu ise yüzde 31’e indirmeyi hedefliyor. Geçen yılın sonunda enflasyon TÜFE’de yüzde 70’e, TEFE’de yüzde 90’a yaklaştığı için, bu hedefler kamuoyunda pek inandırıcı bulunmamıştı. İş dünyasının ve ekonomistlerin yıl sonu enflasyon tahmini yüzde 50 dolayındaydı.

 

Merkez Bankası’nın geçen yıl başlattığı ve ayda iki kez düzenlediği Beklenti Anketi’nin sonuçlarına göre, ocak ayı başında 2002 yıl sonu TÜFE enflasyonu beklentisi yüzde 48.3’tü. Bu oran sonraki üç ankette ise yüzde 47-48 aralığında çıkmıştı.

 

TÜSİAD’ın (Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği) 3 ayda bir yayınladığı “Konjonktür” adlı raporun Ekim 2001 sayısında ise 2002 yıl sonu enflasyonu için TÜFE’de yüzde 50.8, TEFE’de yüzde 48.9’luk tahminler yapılmıştı.

 

Beklenti Anketi’nin sonuçları, mart ayında enflasyon beklentisinin yüzde 43 dolayına indiğini gösteriyor. Kuşkusuz bu durum şubat ayında enflasyonun beklenenden düşük çıkmasından kaynaklanıyor.

 

Mart ayı enflasyonu da beklenenden düşük çıkınca, nisan ayında enflasyon beklentisi yüzde 40’ın altına indi. Enflasyondaki düşüşün nisan ayında da sürmesi ise beklentileri hükümetin hedefine iyice yaklaştırdı. Mayıs ayının ilk anketinde yıl sonu TÜFE enflasyonu beklentisi yüzde 36.5 olarak çıktı.

 

TÜSİAD’ın geçen ay yayınladığı son “Konjonktür” raporu, enflasyondaki düşüşün patronların beklentisini de etkilediğini gösteriyor. Çünkü, söz konusu raporda yıl sonu enflasyon tahminlerinin TÜFE’de yüzde 36.8’e, TEFE’de yüzde 33.2’ye çekildiği görülüyor.

 

İş dünyasının enflasyon beklentisinin hükümetin hedeflerine yaklaşması, bu hedeflere ulaşılmasını kolaylaştıracak. Çünkü, ekonomide fiyatların belirlenmesinde hükümetten çok özel sektör rol oynuyor. Türkiye’de enflasyon hükümetin hedeflerinden çok iş dünyasının beklentilerine yakın çıkıyor. Çünkü, iş dünyası fiyatlama kararlarını hedeflere değil kendi beklentilerine uygun olarak veriyor. İş dünyasının enflasyon beklentisinin hükümetin hedeflerine yaklaşması, fiyatlama kararlarının da bu hedeflere uygun olacağını gösteriyor.

 

Böyle bir durumda enflasyonun hedeflere yakın gerçekleşmesi imkan dahiline girecek.

 

Büyüme tahminleri

 

Ancak, enflasyon konusunda beklentiler hükümetin hedeflerine yaklaşırken büyüme beklentisi hedeften giderek uzaklaşıyor.

 

Hükümet, 2002 yılı için başlangıçta yüzde 4’lük büyüme hedefi belirlemişti. Ancak, IMF ile imzalanan son stand-by anlaşmasında büyüme hedefi yüzde 3’e çekildi.

 

Beklenti Anketi’nin sonuçları, yıl başında büyüme beklentisinin yüzde 2.7 olduğunu gösteriyor. Fakat ekonomiden bir türlü canlanma sinyali gelmeyince sonraki aylarda büyüme beklentisi giderek düştü. Mayıs ayında yapılan ilk ankette büyüme beklentisi yüzde 2.1 olarak çıktı.

 

TÜSİAD’ın Ekim 2001’de yaptığı tahmin ekonominin 2002 yılında yüzde 2.4 büyüyeceği yönündeydi. Bu kuruluş Nisan 2002’de ise büyüme tahminini yüzde 2.1’e düşürdü.

 

Ancak mart ayında sanayi üretiminde yaşanan patlama ve tüketici talebinden gelen canlanma sinyalleri önümüzdeki aylarda büyüme beklentisinin yükselmesini sağlayabilir.

 

FAİZ ÖDEMELERİ GELİRLERİ YUTUYOR

 

Geçen yıl şubat ayında patlayan kriz, ilk 4 ayda bütçeyi fazla etkilememişti. Krizle birlikte faiz oranları yükselmişti ama ilk 4 aydaki faiz ödemeleri daha çok önceki yıl düşük faizle yapılan borçlanmaların sonucuydu. Bu nedenle de nispeten düşüktü. Ayrıca, üçüncü GSM lisans bedelinin tahsili ve Merkez Bankası’nın karını nakit olarak Hazine’ye yatırması da bütçeyi gelir cephesi yönünden desteklemişti.

 

Bu yılın ilk 4 ayında ise bütçede durum çok farklı gerçekleşti. Öncelikle geçen yıl yüksek faizle yapılan borçlanmalar nedeniyle faiz ödemeleri ve dolayısıyla harcamalar olağanüstü arttı. Vergi dışı normal gelirlerin düşmesi de gelirlerdeki artışın düşük kalmasına yol açtı.

 

Geçen yılın ocak-nisan döneminde faiz ödemelerinin bütçe harcamalarına oranı yüzde 41.9, bütçe gelirlerine oranı yüzde 42.8 düzeyindeydi. Bu yılın aynı döneminde faiz ödemelerinin bütçe harcamalarına oranı yüzde 55.4 oldu. Faiz ödemelerinin bütçe gelirlerine oranı ise yüzde 97.2’yi buldu. Kısacası hükümetin topladığı tüm gelir faiz ödemelerini ancak karşılayabildi.

 

Geçen yılın ilk 4 ayında bütçe sadece 333 trilyon liralık açık vermişti. Bu yılın aynı döneminde ise bütçe açığı 15 katrilyon 212 trilyon lirayı buldu. Böylece ilk 4 ayda bütçe açığı geçen yılın aynı dönemine göre tam 4,468.2 oranında artmış oldu.

 

Bu yılın ocak-nisan döneminde faiz dışı dengede yaşanan gelişme de pek olumlu değil. Söz konusu dönemde faiz dışı denge 4 katrilyon 380 trilyon lira fazla verdi. Oysa geçen yılın aynı döneminde bütçe 6 katrilyon 45 trilyon liralık faiz dışı fazla vermişti. Buna göre faiz dışı fazlada yüzde 27.5 oranında düşüş yaşandı.

 

DÖVİZ REZERVLERİ KRİZ ÖNCESİ DÜZEYİNE DÖNDÜ

 

Geçen yıl yaşadığımız kriz sırasında ağır hasar alan Merkez Bankası’nın döviz rezervleri, son bir ayda eski seviyesine geri döndü. Merkez Bankası’nın verilerine göre, döviz rezervlerinin tutarı nisan ayı sonunda 22 milyar doları aştı. 10 mayıs itibariyle ise Merkez Bankası’nın kasasındaki döviz tutarı 22.9 milyar dolara ulaştı.

 

Merkez Bankası’nın döviz rezervleri, Kasım 2000 krizinden önce 23 milyar dolar düzeyindeydi. Merkez Bankası’nın bu kriz sırasında yaptığı döviz satışları, rezervlerin bir anda 20 milyar doların altına inmesine neden olmuştu. Ancak, IMF’nin ek rezerv desteği sayesinde döviz rezervleri yeniden yükselmiş ve 2001’in ocak ayında 27 milyar dolara yaklaşmıştı.

 

Şubat 2001’de patlayan kriz döviz rezervlerinde ikinci erime dönemini başlattı. Döviz rezervleri mart ayında 19 milyar doların altına indi. Haziran ayında 16.5 milyar dolara kadar geriledi. Yılın sonraki aylarında ise 17-19 milyar dolar arasında seyretti. Kurlar sürekli yukarıya doğru dalgalandığı için kimse dövizini bozdurmak istemeyince, Merkez Bankası rezervlerini yükseltmeyi başaramadı.

 

Son aylarda döviz rezervlerinin yükselmesinde ise kurların istikrara kavuşmasının etkisi var. Yıl başından beri dolar kurunun 1 milyon 300 bin lira düzeyine oturması, elinde döviz bulunduranların bunları yavaş yavaş bozdurmasına yol açtı. Geçen yıl dövizde satış ihaleleri gerçekleştiren Merkez Bankası, bu kez alım ihaleleri açmaya başladı. Bu ortamda IMF’den gelen yeni kredi dilimleri de Merkez Bankası’nın kasasında kaldı.

 

NÜFUSTA SON PROJEKSİYONLAR

 

Demografik veriler, birçok ekonomik göstergenin hesabı için önem taşır. Örneğin, kişi başına milli gelirinin tespit edilebilmesi için, toplam milli gelir yanında nüfusu da bilmek gerekir. Bin kişiye düşen otomobil sayısı, kişi başına elektrik tüketimi, doktor başına nüfus gibi refah göstergelerinin hesap edilmesi için de nüfus verilerinin bilinmesi şarttır.

 

Türkiye’de demografik veriler, belirli aralıklarla düzenlenen nüfus sayımlarıyla derleniyor. Ancak her yıl nüfus sayımı yapma imkanı da yok. Bu nedenle ara yıllara ilişkin veriler son nüfus sayımına dayanılarak yapılan projeksiyonlarla türetiliyor.

 

Son yıllara ait nüfus verileri, birkaç ay öncesine kadar, 1997 nüfus tespitine dayanan projeksiyonlardan oluşuyordu. Ancak, 2000 yılında yapılan sayımda nüfusumuz bu projeksiyonların gösterdiğinden yaklaşık 2 milyon kişi yüksek çıkınca demografik göstergelerde işler karıştı.

 

Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) son nüfus sayımının sonuçlarına dayanarak yeni projeksiyonlar yaptı. Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) geçen ay yayınladığı “Ekonomik ve Sosyal Sektörlerdeki Gelişmeler” adlı raporda bu projeksiyonlara dayanan nüfus verileri yer alıyor. Söz konusu verilere göre, nüfusumuzun bu yıl 69 milyon 749 milyon kişi olduğu tahmin ediliyor. 2006 yılında ise 74 milyon 199 bin kişi olacağımız öngörülüyor.

 

DPT’nin söz konusu raporunda başka demografik göstergeler de var. Ancak, bunlardan yıllık nüfus artış hızı DİE’nin nüfus projeksiyonlarıyla uyuşmuyor. DPT’ye göre, 2002 yılında nüfus artış hızı yüzde 1.48 olacak. Oysa 2002’nin yıl ortası nüfusu 2001’inkine bölündüğünde nüfus artış hızı yüzde 1.66 olarak çıkıyor. Bu durum demografik göstergelerin bir daha elden geçirilmesi gerektiğini gösteriyor.

 

CEP TELEFONU, SABİT TELEFONU SOLLADI

 

Cep telefonu abone sayısı geçen yıl sabit telefon abone sayısını ilk kez geçti. 2001’de cep telefonu abone sayısı yüzde 21.4’lük artışla 14.8 milyondan 22.3 milyona çıktı. Sabit telefon abone sayısı ise sadece yüzde 2.8 oranında artış gösterdi ve 18.4 milyondan 18.9 milyona çıkabildi.  

 

Türkiye’de cep telefonu kullanımının sadece 8 yıllık bir geçmişi var. Bugün bu piyasada faaliyet gösteren 4 telekomünikasyon şirketinden 2’si 1994 yılında faaliyete geçmişti.

 

Doğrusu o yıllarda cep telefonunun geleceğinin bu kadar parlak olacağını kimse tahmin etmemişti. Fiyatları çok pahalı olduğundan cep telefonu aboneliği lüks olarak görülüyordu. Bu nedenle DPT uzmanları Yedinci Beş yıllık Kalkınma Planı’nda 2000 yılında cep telefonu abone sayısının 1 milyona ancak ulaşabileceğini öngörmüşlerdi.

 

Ancak, halkımızın cep telefonu tutkusu herkesi şaşırttı. Cep telefonu aşkı ne kriz dinledi ne de durgunluk. Fiyatların zamanla aşağı çekilmesi, ikinci el piyasasının oluşması, başlangıçta lüks olarak kabul edilen cep telefonu aboneliğinin toplumun alt katmanlarına bile ulaşmasını sağladı.

 

Cep telefonunda abone sayısı her yıl katlanarak arttı. DPT’nin 2000 yılı için öngördüğü 1 milyonluk abone sayısı daha 1997 yılında aşıldı. 2000 yılında ise cep telefonu abonelerinin sayısı 15 milyona yaklaştı.

 

Talep cep telefonuna yönelince sabit telefon abone sayısındaki artış oranı ise yavaşladı. Daha 1997 yılında yüzde 10’un üzerinde olan sabit telefon abone sayısındaki artış oranı son iki yılda yüzde 3’ün altına düştü.

 

 

 

 

Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Yorum Yaz