ABD ekonomisinin gerçekten resesyona girip girmediği henüz belli değil ama geçen ay açıklanan bazı veriler bu olasılığı artırınca ortalık iyice karıştı. ABD yönetimi ekonomiyi resesyondan koruyacak...
ABD ekonomisinin gerçekten resesyona girip girmediği henüz belli değil ama geçen ay açıklanan bazı veriler bu olasılığı artırınca ortalık iyice karıştı. ABD yönetimi ekonomiyi resesyondan koruyacak bir mali paket hazırlığı içine girdi. Bu arada FED (Federal Rezerve; ABD Merkez Bankası) ise, borsalarda bir çöküşün yaşandığı günlerde, 22 Ocak’ta olağanüstü bir kararla politika faizlerini 75 baz puan birden indirdi. Şimdi alınan bu önlemlerin bu dev ekonomiyi resesyona sürüklenmekten kurtarıp kurtaramayacağı tartışılıyor.
ABD ekonomisinin resesyona girip girmediğinin henüz belli olmadığını bir kez daha belirtelim. Fakat işin bu ülke otoritelerini bile panikletecek bir noktaya gelmesi, artık bizim de bu olası gelişmeden ne ölçüde etkileneceğimizi ciddi ciddi düşünmemizi gerektiriyor. Daha önce bu konu gündeme geldiğinde, ABD ile ticari ilişkimizin zayıf olması nedeniyle direkt olarak etkilenmeyeceğimizi, bu ülkedeki resesyonun dünya ekonomisine ve özellikle de Avrupa Birliği’ne (AB) yansıması ölçüsünde dolaylı bir etkiye maruz kalacağımızı belirtmiştik. Bu düşüncemiz değişmemekle birlikte bu yazıda ABD ekonomisindeki resesyonların Türkiye ekonomisi üzerindeki etkisine daha yakından bakmak istiyoruz.
Büyük Buhran
Son 15 yılda yüzde 100 yerli yapım birçok ekonomik kriz ürettiğimiz için, sanki Türkiye ekonomisi hep dünya ekonomisinden ayrı bir seyir izlermiş gibi bir izlenime kapılmıştık. Son yıllarda artan korelasyonu ise küreselleşme sürecine ve Türkiye’nin bu sürece giderek daha fazla katılmasına bağlar olmuştuk.
Oysa Türkiye ekonomisi küreselleşme sürecinin çok öncesinde de dünya ekonomisinde yaşanan gelişmelerden etkileniyordu. Dünya ekonominin motoru olan ABD’deki resesyonlar da elbette diğer ülkelere olduğu gibi zaman zaman bize de yansıyordu.
Cumhuriyet tarihinde ABD kaynaklı ilk resesyonu 1930’lu yıllarda yaşamıştık. 1929’da başlayıp 1933’e kadar süren ve bugün bile Amerikan halkını titreten “Büyük Buhran” tüm dünyaya yayılınca biz de etkilenmekten kurtulamamıştık. Fakat o yıllarda ekonomimiz daha çok tarıma dayalı olduğu için bu etkilenme biraz gecikmeli ve de daha hafif şiddette olmuştu. Bu etki, ABD’ye yaptığımız ihracatın yüzde 60, toplam ihracatın ise yüzde 45 daralması yoluyla gerçekleşmişti.
İki Farklı Örnek
Amerika’da 1950’li yıllarda yaşanan resesyonlar da bizi olumsuz etkiledi. O yıllarda ABD ile olan ticari ilişkilerimiz bugüne göre daha yoğundu. Bu ülkeye sattığımız ürünlerin ihracatımız içindeki payı yüzde 20’ye yaklaşıyordu. 1950’li yılların başında gerek ABD’deki gerekse dünya ekonomisindeki genişlemeden çok olumlu etkilenmiştik. Fakat ABD’deki 1953-54 resesyonu dünya ekonomisinde sadece yavaşlamaya yol açarken biz resesyona girmekten kurtulamadık.
ABD’deki 1973-75 resesyonu sırasında ise tam tersi oldu. “Birinci petrol şoku”yla başlayan bu resesyon tüm dünyaya yayılırken, biz üç yıllık bir hızlı büyüme dönemi geçirdik. Fakat petrol şokuna karşı gerekli önlemlerin ihmal edilmesiyle gerçekleşen bu büyüme döneminin acısı sonradan fena çıktı. Dünyada işler çoktan normale dönmüşken bizde 1977’de resesyon kapıyı çaldı ve 1980’e kadar da yakamızı bırakmadı. Bu arada “ikinci petrol şoku” nedeniyle 1980 yılında başlayan ABD resesyonu arkamızdan yetişti ve bizdeki resesyonu iyice derinleştirdi.
Türkiye ile ABD’deki büyüme oranlarına baktığımızda da birkaç dönem hariç arada güçlü bir korelasyonun olduğunu görüyoruz. Bu korelasyon ilk olarak 1940’lı yılların ilk yarısında, ABD savaş ekonomisine dayalı olarak büyürken bizim savaşa girmediğmiz halde resesyon yaşamamızla bozuluyor. Birinci petrol şokuna karşı önlem almak yerine iç talebi körüklemeyi seçtiğimiz 1970’li yıllar korelasyonun bozulduğu ikinci dönem. Korelasyonun bozulduğu üçüncü dönemi ise yerli yapım krizlerle boğuştuğumuz 1990’lı yıllar oluşturuyor. ABD ile Türkiye’nin büyüme oranları arasındaki korelasyonun 2000’li yıllarda daha önce görülmemiş ölçüde yükseldiğini de bu arada belirtelim.
Etkilenme Farkı
Konjonktür’ün ikinci sayfasında, 1920’li yıllardan bu yana yaşanan ABD resesyonları ve bu resesyonların dünya ekonomisine ve Türkiye’ye nasıl yansıdığıyla ilgili bir tablo var. Bu tablo ABD resesyonlarının dünyaya ne ölçüde yansıyacağının şiddeti ve süresiyle yakından bağlantılı olduğunu gösteriyor. ABD’de 1929-33, 1973-75 ve 1981-82’de yaşanan uzun süreli ve şiddetli resesyonlar dünya ekonomisine de resesyon olarak yansımıştı. Süresi ve şiddeti düşük olan bazı ABD resesyonlarından ise dünya ekonomisi biraz yavaşlayarak ve hatta bazen de hiç etkilenmeden kurtulmayı başarmıştı. Mesela oldukça yumuşak geçen ABD’deki 1960-61 resesyonunun dünya ekonomisi üzerinde pek ciddi bir etkisi olmamıştı.
Fakat ABD resesyonlarının Türkiye’ye nasıl yansıdığına baktığımızda biraz değişik bir tabloyla karşılaşıyoruz. Süresi ve şiddeti düşük olduğu için dünyayı az etkileyen ABD resesyonlarının bir kısmından Türkiye’nin daha ağır olarak etkilendiği dikkati çekiyor. Mesela 1953-54 ABD resesyonu dünyada yavaşlamaya yol açarken bizi resesyona sokmuştu. 1957-58 ABD resesyonu dünyada kısmi bir yavaşlamaya yol açarken bizim büyümemizi daha fazla etkilemişti. 1960-61 ABD resesyonundan ise dünya hiç etkilenmezken bizim ekonomimiz iyice durgunlaşmıştı.
Sağlam Durmak Şart
Bu üç örneğin Türkiye’nin iç siyasi ve ekonomik sorunlarının yoğun olduğu bir döneme denk gelmesi meseleyi açıklığa kavuşturuyor. Türkiye kendi iç sorunlarıyla boğuşmaya dalıp da önlem almakta geciktiği zaman, dış dünyadan gelen bir dalganın etkisi daha yıkıcı oluyor.
Dünya ekonomisine yayılan 1981-82 ABD resesyonundan Türkiye’nin sadece yavaşlamayla sıyrılması da bu açıdan epey anlamlı. O dönemde Türkiye ekonomisinde bir yeniden yapılanma vardı. Bu yapılanma esnasında yapılan reformlar Türkiye’nin dış şoklara karşı kırılganlığı azaltmış ve ekonomiyi resesyona düşmekten korumuş gibi görünüyor.
ABD’de son çeyrek yüzyılda resesyonların hem arası, hem süresi ve hem de şiddetinde azalma gözleniyor. Son iki resesyon sadece 8 ay sürdü. Eğer gerçekleşirse bu seferki resesyonun da kısa süreceği tahmin ediliyor. Bu durumda bu resesyonun dünya ekonomisine yansıması da sınırlı olacak.
Bu olası resesyonun Türkiye’ye nasıl yansıyacağı ise hükümetin yapacaklarına bağlı. Esasında Türkiye ekonomisi şimdilerde geçmişe göre çok daha sağlam. Eğer sürüncemede kalan reformlara yeniden hız verilirse, Türkiye ABD’deki resesyondan dünyanın etkilendiğinden bile daha az etkilenebilir. Kısır siyasi tartışmaların sürüp gitmesi halinde ise ipin ucu bir yerden sonra kaçabilir.
Decoupling Teorisi
ABD’deki olası resesyonun dünya ekonomisine fazla yansımayacağını savunan bir teori decoupling (ayrışma) teorisi. Bu teori, dünya ekonomisinin artık ABD ekonomisine eskisi kadar bağımlı olmadığını iddia ediyor. Özellikle Asya’da bölge ülkeleri arasındaki ticaretin giderek gelişmesi, ABD ekonomisi resesyona girse bile bu ülkelerin hızlı büyümeye devam edebileceklerine gerekçe olarak sunuluyor.
“ABD hapşırırsa dünya nezle olur” deyişi hala epey taraftar bulduğundan, decoupling teorisine genelde şüpheyle bakılıyor. Fakat gelişmekte olan ülkelerde ve özellikle de petrol ihracatçılarında son yıllarda ciddi fonların birikmesi, decoupling teorisini hemen yabana atmamak gerektiğini gösteriyor. Bu ülkelerin ABD resesyona girdiğinde bu fonları iç talebi canlandırmak için kullanması ve de böylece hızlı büyümeye devam etmesi imkanı var. Fakat bu biraz ülke otoritelerinin tercihlerine kalan bir durum olduğu için gerçekleşmeme ihtimali de bulunuyor. Bu ülkeler şimdilik ellerindeki fonları özellikle gelişmiş ülkelerdeki varlıkları satın almak için kullanmayı tercih ediyor. Gelişmiş ülkeler resesyona girerse bu varlıkların değeri ucuzlayacağı için satınalma iştahlarının daha da artması da söz konusu olabilir.
Dünyada talep gören değerli bir hammaddeye ve ihracata dayalı üretime yönlendirecek ucuz bir işgücüne sahip olmadığı için Türkiye’de son yıllarda birikmiş bir fon yok. Fakat Türkiye sağlam durduğu takdirde özellikle Ortadoğu’da biriken fonları kendisine çekebilir. Böylece decoupling teorisini en azından kendi açısından hayata geçirebilir.
Enflasyonda Hedefi İkiye Katladık
Enflasyon aralık ayında geçen yılki düzeyine çok yakın çıktı. Aralık ayı enflasyonu yüzde 0.22 oldu. 2006 yılının aralık ayındaki enflasyon ise yüzde 0.23 düzeyindeydi. Aralık ayı enflasyonu geçen yılki düzeyine yakın çıkınca, yıllık enflasyon da kasım ayında ulaştığı düzeyde sabit kaldı.
Fakat yılın son ayında enflasyonun yerinde saymasına rağmen yıllık enflasyonda hedefin iki kat üzerine çıkmaktan 2007’de de kurtulamadık. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerine göre, 2007 yılı sonunda yıllık enflasyon yüzde 8.4 olarak gerçekleşti. Oysa 2007’ye başlarken hedefimiz yıl sonunda enflasyonu yüzde 4 düzeyine kadar çekmekti.
Türkiye 2007 yılında enflasyon hedeflemesine dayalı para politikası uygulamasında altıncı yılı geride bıraktı. Bu dönemin ilk dört yılında enflasyon hedeflemesini örtülü olarak uygulamış, 2006 yılı başında ise bu örtüyü kaldırmıştık. Enflasyon hedeflemesi sistemini örtülü olarak uyguladığımız ilk dört yılda enflasyon hep hedeflerin altında gerçekleşmişti. Enflasyon hedeflemesinin açık olarak uygulandığı son iki yılda ise gerçekleşme hedeflerin iki kat üzerinde oldu.
Esasında 2007 yılında sonbahar aylarına kadar enflasyonda işler pek de fena gitmemişti. Bir ara enflasyon 4 ayda 4 puan birden düşmüş ve temmuz ayında yüzde 6.9’a kadar inmişti. Fakat ekim ayında gıda fiyatlarındaki kuraklıktan kaynaklanan yükseliş, kasım ayında da hükümetin bütçe açığını azaltmak için yaptığı vergi ayarlamaları enflasyonu 1.3 puan yukarıya sıçrattı. Böylece 2007 yılında enflasyonda 2007 yılına göre sadece 1.3 puanlık bir düşüş gösterebildi.
Son iki yılda hedefleri tutturma konusunda yaşanan başarısızlığa rağmen, enflasyonda 2008 hedefinde bir değişiklik yapılmadı. Merkez Bankası, enflasyonu bu yıl da yüzde 4’e indirmek için çaba harcayacak.
Fakat beklentiler bu çabanın yine başarısız olacağı yönünde. Piyasaların yıl sonu enflasyon beklentisi yüzde 6 civarında. Bizim beklentimiz de öyle. Yılbaşında yürürlüğe giren elektrik ve doğalgaz zamları daha ilk aydan enflasyonu biraz daha yükseltecek. Sonbahar aylarına kadar da ciddi bir düşüş beklenmiyor. Yılın son aylarında yaşanacak düşüş ise enflasyonu yüzde 4’lük hedefe çok fazla yaklaştırabilecek gibi görünmüyor.
Sanayi Dördüncü Çeyreği Kurtaracak
Üçüncü çeyrekte büyüme oranı sadece yüzde 1.5 olarak çıkınca Türkiye’de de bir resesyon beklentisi ortaya çıkmıştı. Fakat sanayinin yılın son çeyreğindeki performansı bu beklentinin yine boşa çıkacağını gösteriyor.
Ekim ayında, 2006 yılında hafta içine denk gelen Ramazan Bayramı tatilinin bu kez hafta sonuna denk gelmesinden kaynaklanan baz etkisinin de yardımıyla, sanayi üretimindeki artışta epey bir hızlanma olmuştu. Bu baz etkisi ortadan kalkmasına rağmen sanayi benzer performansı kasım ayında da gösterdi. Ekim ayında yüzde 8.3 olan sanayi üretimindeki yıllık artış, kasım ayında da yüzde 7.7 olarak gerçekleşti.
Kurban Bayramı tatilinin getirdiği olumsuz baz etkisi nedeniyle, yılın son ayında sanayi aynı performansı gösteremeyebilir. Fakat ekim ve kasım aylarındaki yüksek performans sayesinde, üçüncü çeyrekte yüzde 4 olan sanayi üretimindeki artış dördüncü çeyrekte yüzde 6-7’yi bulacak gibi görünüyor. Bu da yılın son çeyreğinde büyümenin yeniden hızlanacağı anlamına geliyor. Dördüncü çeyrekteki büyüme en azından yüzde 5 civarında gerçekleşebilir.
Bütçe Açığı Hedefi Aşmadı
Seçim nedeniyle bozulan mali disiplin ve vergi gelirlerindeki artışın hedefin altında seyretmesi nedeniyle, 2007 yılında bütçedeki gidişat bir ara epey endişe yaratmıştı. Yıl sonunda bütçe açığının hedefin epey ötesine taşacağı konuşulmaya başlamıştı.
Geçen ay aralık ayı bütçe uygulama sonuçlarının da açıklanmasıyla 2007’nin bilançosu belli oldu. Bütçe açığı korkulan düzeyde çıkmadı ve hedefin 2.9 milyar YTL altında kaldı.
Bütçede korkulanın gerçekleşmemesinde iki faktörün etkisi var. Birincisi, seçim öncesinde bir miktar bozulan mali disiplin seçim sonrasında yeniden sağlandı gibi görünüyor. Bu sayede bütçe harcamalarında hedef aşılmamış durumda. Özellikle sosyal güvenlik sistemine aktarılan kaynakların bütçe ödeneğinin yüzde 57’si düzeyinde tutulması ile faiz ödemelerinin ödeneğin yüzde 92’sinde kalmasının, harcamalarda hedefin aşılmamasında etkili olduğu görülüyor.
Bütçede korkulanın olmamasının ikinci nedeni ise özelleştirmeden gelen ekstra gelirlerin bütçe tahsilatındaki zayıflığı tam olarak telafi etmesi. Vergi gelirleri hedefin 5.3 milyar YTL altında kalırken, vergi dışı gelirler hedeflenenden 6.8 milyar YTL daha fazla arttı. Böylece toplam gelirde de hedefin 1.5 milyar YTL üzerine çıkılmış oldu.
Borç Yükünde Kriz Öncesine Dönüş
Merkezi yönetimin borç stoku 2007 yılı sonunda 333.4 milyon YTL olarak gerçekleşti. Bu tutar 2006 yılındaki borç stokundan 11.6 milyar YTL daha düşük. 2006 yılı sonunda merkezi yönetimin borcu 345 milyar YTL düzeyindeydi.
Son yıllarda reel olarak düşüşte olan hükümetin borcu böylece ilk kez 2007 yılında nominal olarak da düşüş göstermiş durumda. Ancak bu düşüşte kurlardaki gelişmelerin de etkisi olduğunu belirtmemiz lazım. İç ve dış borçlara orijinal para cinsleriyle baktığımızda esasında 2007’de az da olsa artış yaşandığı görülüyor. Toplam borçtaki düşüş dış borçların 2007 sonunda daha düşük bir kurdan YTL’ye çevrilmesinden kaynaklanıyor.
Merkezi yönetim borç stokunda 2007 yılında görülen önemli bir gelişme de, borç yükünün altı yıl sonra nihayet kriz öncesindeki düzeye gerilemiş olması. Henüz 2007 yılının milli geliri belli değil ama tahmini rakamları kullandığımızda merkezi yönetimin borç yükü yüzde 51 civarında hesaplanıyor. Merkezi yönetim borç stokunun milli gelire oranı 2000 yılında da aşağı yukarı bu düzeydeydi. 2001 krizi sırasında ise iç borçlardaki sıçrama nedeniyle bu oran yüzde 100’e yaklaşmıştı.
Ziyaretçi Sayısında Yeni Rekor
2007 yılında ülkemizi ziyarete gelenlerin sayısı 32.2 milyonu buldu. Bu sayının 23.3 milyonunu yabancılar, 8.9 milyonunu da yurtdışında ikamet edip de anavatanı ziyarete gelen gurbetçiler oluşturdu.
2006 yılında Türkiye turizmde kötü bir sezon geçirmiş ve ziyaretçi sayısında düşüş görülmüştü. 2007 yılındaki yükseliş bu düşüşü telafi etti ve yeni bir rekor kırıldı. Bu rekor hem yabancı ziyaretçiler hem de gurbetçiler için geçerli.
Geçen yılki yükselişle birlikte, Türkiye 2000’li yıllardaki ziyaretçi sayısını ikiye katlamış oldu. 2000’li yıllara girdiğimiz ilk yılda ülkemize gelen ziyaretçi sayısı 15.7 milyondu. Esasında yabancı ziyaretçi açısından 2000’li yıllardaki artış yüzde 100’ün epey üzerine çıkıyor ama gurbetçilerdeki artışın düşük olması genel ortalamayı aşağıya çekiyor.
Ziyaretçi sayısındaki bu artışın turizm gelirlerine de yansımasını bekliyoruz. 2006 yılında turizm gelirimiz 16.9 milyar dolara düşmüştü. 2007 yılında bu tutar, 2005 yılındaki seviyesi olan 18.2 milyar dolar civarında gerçekleşebilir.
2007’de 55 Bin Şirket Kuruldu
Geçen yıl yeni kurulan şirket sayısı 55 bin 351 olarak gerçekleşti. Bu sayı 2006 yılına göre yüzde 5’lik bir artışa tekabül ediyor. 2006 yılında 52 bin 699 şirket kurulmuştu.
2007’de şirket kuruluşlarındaki artışın önceki yıllara göre daha zayıf gerçekleşmesinin nedeni, yılın ilk yarısında ülkeye hakim olan siyasi belirsizlik. Bu belirsizliğin iyice yoğunlaştığı bahar aylarında şirket kuruluşları geçen yılki seviyesinin altına düşmüştü. Neyse ki yılın ikinci yarısında şirketleşme eğilimi yeniden güçlendi. Yılın ikinci yarısında sadece aralık ayında şirket kuruluşlarında düşüş görüldü. Fakat bunda da Kurban Bayramı tatilinden kaynaklanan baz etkisinin önemli rolü olduğunu düşünüyoruz.
2007 yılında kapanan şirket sayısı ise 9 bin 954 oldu. Kapanan şirketlerin açılan şirketlere oranı önceki üç yılda olduğu gibi yine yüzde 18 civarında gerçekleşti.
Kapanan şirket sayısını açılan şirket sayısından düştüğümüzde ise 2007 yılında şirket sayısındaki net artış 45 bin 397 olarak hesaplanıyor. Şirket sayısındaki net artışta da yüzde 5’lik bir yükseliş görülüyor.
Nüfusumuz 3.7 Milyon Düşük Çıktı
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2007 yılında yürüttüğü adrese dayalı nüfus sayımının sonuçları geçen ay açıklandı. Bu açıklamaya göre 2007 yılı sonundaki nüfusumuz 70 milyon 586 bin 256 kişi çıktı.
Bu sayımdan önce yapılan nüfus projeksiyonlarına göre Türkiye’nin 2007 yılı ortasındaki nüfusu 73.9 milyon olarak görülüyordu. Bu, 2007 sonu için aşağı yukarı 74.3 milyonluk bir nüfusa karşılık geliyor. Buna göre adrese dayalı sayım nüfusumuzun bildiğimizden 3.7 milyon kişi daha düşük olduğunu ortaya koymuş bulunuyor.
Belediyelere tahsis edilen bazı ödenekler nüfusla ilişkilendirildiği için eski sayımlarda bazı sahtekarlıkların yapıldığı ve nüfusun fazla yazıldığı konusunda zaten bazı kuşkular vardı. Adrese dayalı nüfus sayımının sonuçları bu kuşkuların haklı çıktığını gösteriyor.
Şimdi Türkiye’nin nüfus projeksiyonları adrese dayalı nüfus sayımının sonuçlarına göre yenilenecek. Bu yenileme ile birlikte nüfusun daha düşük çıkması birçok ekonomik ve sosyal göstergede de değişiklik getirecek. Örneğin yaptığımız hesaplara göre kişi başına milli gelir yaklaşık 350 dolar yükselecek. Daha önce 6 bin 750 dolar civarında çıkmasını beklediğimiz 2007 yılındaki kişi başına milli gelir, şimdi 7 bin 100 dolar civarında çıkabilecek.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?