Ekonomide Normale Dönüş

Türkiye’de hükümetlerin hiçbir dönemde ekonomiyi tam olarak düzgün bir şekilde yönettiğini söyleyemeyiz. Ancak, herhalde ekonomi mantığının 1990’lı yıllardaki kadar ayaklar altına alındığı bir döne...

1.05.2005 03:00:000
Paylaş Tweet Paylaş

hedTürkiye’de hükümetlerin hiçbir dönemde ekonomiyi tam olarak düzgün bir şekilde yönettiğini söyleyemeyiz. Ancak, herhalde ekonomi mantığının 1990’lı yıllardaki kadar ayaklar altına alındığı bir dönem de olmamıştır. Çalışanlara 38 yaşında emekli olma imkanının tanındığını, tarımsal destekleme alımlarında fiyatların açık artırma usulü belirlendiğini, Hazine ihaleleriyle yap boz tahtası gibi oynandığını hep bu dönemde gördük.

Ekonomi yönetiminde yaşanan bu “akıl tutulması”nın sonuçları, 1990’lı yılların sonuna doğru kendisini gösterdi. Zaten bozuk olan kamunun mali göstergeleri, bu dönemde iyice zıvanadan çıktı. Bu göstergeler 2000’li yılların başında ise adeta çıldırdı. Bütçe açığının milli gelire oranının yüzde 15’i geçtiğini, Hazine’nin yüzde 40’a yakın reel faizle borçlandığını, bütçe gelirlerinin yüzde 80’inin faiz ödemelerine gittiğini, kamunun borçlarının milli gelire oranının yüzde 100’ü aştığını gördük. Kamu maliyesindeki bu bozulma ekonomiyi uçurumun eşiğine kadar getirdi. Fatura, ekonominin küçülmesi, işsizliğin artması ve enflasyonun yükselmesi yoluyla hepimize çıktı.

Neyse ki, 2001’de uygulanmaya başlayan istikrar programının başarıyla yürütülmesi sayesinde bu süreç birkaç yıldır tersine dönme eğiliminde. 1990’ların sonunda çıldıran mali göstergeler yavaş yavaş normale dönüyor. Bunun semeresi düşen enflasyon ve hızlı ekonomik büyüme olarak kendisini gösteriyor. Bu gidişle birkaç yıl içinde normal bir ekonomi haline gelebileceğiz gibi görünüyor.

Göstergeler nasıl çıldırdı?   

Türkiye’nin bütçesi 1970 yılından bu yana sürekli açık veriyor. Fakat 1990’lı yıllara kadar bütçe açığının milli gelire oranı, bugün bir Maastricht kriteri olarak uluslararası karşılaştırmalarda önem kazanan yüzde 3 oranının üzerine nadiren çıkardı. 1990’lı yıllarda ise bu oran hızla yükseldi ve 2001 yılında yüzde 16.9 gibi rekor bir seviyeye kadar çıktı.

hedHazine düzenli iç borç ihaleleri yapmaya 1980’li yılların ortasında başladı. 1990’lı yılların ortasına kadar bu ihalelerde oluşan reel faiz pek yüksek değildi. Bütçe açıklarının nispeten düşük olması nedeniyle Hazine bu yıllarda tok alıcı görünümündeydi. Bu durum borç verenlerin ihalelerde mevcut enflasyonun çok üzerinde bir faiz talep etmesine engel oluyordu. Bazı yıllarda enflasyon yükseldiği için negatif reel faizlere bile rastlanıyordu.

Ancak, 1994’te yaşanan krizle birlikte bu durum değişti. 1994’te yüzde 164.4’e kadar çıkan iç borçlanma faizi, ta 2000 yılına kadar, bir daha üç hanenin altına inmedi. Aynı yıl yüzde 39.8 olarak gerçekleşen reel faiz de, 2000 yılı bir tarafa bırakılırsa, daha geçen yıla kadar yüzde 20-30 düzeylerinde seyretti. Bütçedeki faiz yükünün artması nedeniyle vadesi gelen borçların ancak yeni alınan borçlarla ödenebilmesi ve bu durum karşısında borç verenlerin çok yüksek risk primi talep etmesi, Hazine’nin tam 10 yıl boyunca tefeci faizi ile borçlanmak zorunda kalmasına yol açtı.

Tefeci faizinin etkileri

Faiz ödemelerinin bütçe gelirlerine oranı 1990’lı yılların başında yüzde 25 dolayındaydı. İç borçlanmadaki tefeci faizi döneminde bu oran da yükselişe geçti. Yüksek reel faizler bütçedeki faiz yükünü artırırken, yüksek faiz yükü de borç verenlerin talep ettikleri risk primini yükselterek reel faizlerin yükselmesine yol açtı. Bu kısır döngü sonucunda 2001 yılında faiz ödemelerinin bütçe gelirlerine oranı yüzde 80’e kadar ulaştı.

Bugün en önemli sorunumuz olarak kabul edilen kamu borcu da 1990’lı yıllardan miras kaldı. Esasında 2001 yılına kadar kamunun borçlarının milli gelire oranında çok fazla bir yükseliş olmamıştı. Ancak, bunun “pisliklerin halının altına süpürülmesi”nden kaynaklandığı 2001 krizi sırasında anlaşıldı. O yıl Türkiye’yi krize sürükleyen nedenlerden biri de kamu bankalarının günlük ödemelerini yapabilmek için bile gecelik piyasadan rekor faizlerle borçlanmak zorunda kalmaları olmuştu. Bunun devletin bu bankalara yüklediği görevlerden doğan zararlarını karşılamamasından kaynaklandığı anlaşıldı ama artık iş işten geçmişti. Hazine, bu bankaların görev zararlarını kapatabilmesi için özel tertip tahviller çıkarmak zorunda kaldı. Bu arada zor duruma düşen ve Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) bünyesine alınan özel bankaların bilançolarının düzeltilmesi için de aynı yola başvuruldu. Bu operasyon 2000 yılında yüzde 59.3 olan kamu borç stokunun milli gelire oranını 2001 yılında neredeyse ikiye katladı ve yüzde 117.7’ye çıkardı.

Normalleşme süreci

Yukarıda çıldırma sürecini aktardığımız dört mali göstergede son durumu ise şöyle özetlemek mümkün:

Bütçe açığının milli gelire oranı son üç yıldır gerileme eğiliminde. Bu oran geçen yıl yüzde 7.1’e kadar indi. Hükümet bu yıl bütçe açığının milli gelire oranını yüzde 6.1’e çekmeyi hedefliyor. Bütçe uygulamasında ilk üç ayda gösterilen performansa bakıldığında bu oran daha düşük bile çıkabilir gibi görünüyor. Biz, istikrar programının aynen uygulanmaya devam etmesi halinde, birkaç yıl içinde yüzde 3’lük Maastricht kriterini tutturmamızın da mümkün olduğunu düşünüyoruz.

İç borçlanmada tefeci faizinden geçen yıl kurtulduk. Enflasyondaki tarihi düşüşün nominal faizleri de beraberinde sürüklemesi, önceki yıl yüzde 31.1 olan reel faizi geçen yıl yüzde 14.7’ye çekti. Şu sıralarda Hazine yüzde 18 dolayında nominal faizle borçlanabiliyor. Biz bu yıl reel iç borçlanma faizinin tek haneye düşebileceğini tahmin ediyoruz.

Faiz yükü azalıyor

Reel faizdeki düşüş bütçedeki faiz yükünü de yavaş yavaş geriye çekiyor. Geçen yıl faiz ödemeleri önceki yıla göre 1.6 milyar YTL gerilerken, yılbaşında ayrılan ödeneklerin ise 9.6 milyar YTL altında kaldı. Faiz ödemelerinin bütçe gelirlerine oranı yüzde 51.4’e kadar indi. Hükümetin hedefi bu yıl bu oranı yüzde 44.6’ya çekmek. İlk çeyrekte faiz ödemelerinin geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 19.7 azalması ve gelirlerin yüzde 42.1’inde kalması, bu hedefin rahatça tutturulabileceği izlenimini veriyor.

Kamu borçlarının milli gelire oranında da son üç yıldır gerileme var. Hazine’nin 2001 yılından sonra yayınlamaya başladığı verilere göre, 2001 yılında yüzde 90.5 olan toplam kamu net borç stokunun milli gelire oranı geçen yıl yüzde 63.4’e kadar indi. Bu oran yüzde 60’lık Maastricht kriterine çok yakın. Bu yıl içinde bu kriteri tutturabiliriz. Bu veriler geçmişe uzanmadığı için biz kamunun dış borcunun milli gelire oranı ile iç borcunun milli gelire oranını toplayarak kendimiz bir seri ürettik. Bu seri de son üç yıldır kamunun borç yükünün azaldığını gösteriyor. Hesapladığımız bu seriye göre, 2001 yılında yüzde 117.7’ye yükselen kamu borçlarının milli gelire oranı geçen yıl yüzde 82.8’e inmiş durumda. Bu yıl bu oranın yüzde 80’in altına inebileceğini tahmin ediyoruz.

Ekonomide normale gidiş sürecini sadece bu mali göstergelerde değil enflasyonda da görüyoruz. Enflasyonda çılgınlık dönemi 1990’lı yıllarla sınırlı da değil. Türkiye’de enflasyon ta 1971 yılından geçen yıla kadar hep çift haneliydi. 33 yıl aradan sonra geçen yıl ilk defa tek haneli enflasyonu gördük.

Normalleşmenin getirisi

Türkiye ekonomisinin normal bir ekonomi haline geldiğini söylemek için henüz erken. Bunun için bütçe açığının milli gelire oranının yüzde 3’ün altına inmesi, reel faizin yüzde 5 dolayına gerilemesi, kamu borcunun milli gelire oranının yüzde 60’ın altına düşmesi, faiz ödemelerinin bütçe gelirlerine oranının yüzde 25 dolayına geri dönmesi ve enflasyonun da yüzde 5’in altına inmesi gerekiyor. Ancak henüz normal bir ekonomi haline gelmemiş olsak bile buna çok yaklaştığımızı söyleyebiliriz. Belki de birkaç yıl sonra o günleri göreceğiz.

Türkiye’nin normal bir ekonomi haline gelmesi kalkınmanın hızlanmasını sağlayacak. Faiz ödemelerinin azalması devletin elindeki bağı çözecek ve hızlı kalkınma için gerekli altyapı yatırımlarına kaynak aktarılabilecek. Düşük faizler özel girişimcilerin kaynak bulmasını kolaylaştırıp yatırımların önünü açacak. Yeni iş sahalarının açılması bir taraftan işsizlik sorununu hafifletirken bir taraftan da gelirlerin artmasını sağlayacak. Gelecek endişesi azalan tüketici harcamalarını ertelemekten vazgeçecek. Türkiye’nin normalleşme sürecine girmesiyle bile harekete geçtiğini gördüğümüz yabancı sermaye ülkemize daha fazla ilgi gösterecek. Bütün bunlar uzun soluklu bir hızlı büyümeyi mümkün kılacak ve gelişmiş ülkelerin refah seviyesine yaklaşmamız olanak dahiline girecek.

EKONOMİNİN GÖSTERGELERİNİ KİMLER ÇILDIRTTI?

Ekonominin temel göstergelerinin hangi hükümetler döneminde bozulmaya başladığını incelediğimizde karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor:

ENFLASYON: Tam 33 yıl çift haneli enflasyonla yaşadığımız için, bu göstergedeki bozulmayla ilgili suçlu listesi hayli uzun. Tüketici enflasyonu ilk olarak Şubat 1971’de çift haneli hale gelmişti ve o tarihte iktidarda 3. Demirel Hükümeti vardı. Enflasyonun ilk kez yüzde 50’yi aştığı Ocak 1978’de 3. Ecevit Hükümeti yeni kurulmuştu. 1980 yılındaki 4. Demirel Hükümeti döneminde ise enflasyon üç haneye ulaştı ve yüzde 120.2’ye kadar ulaştı. “Seçimden önce zam yapacak kadar enayi miyim” sözleri ekonomi tarihimize geçen Turgut Özal, 1984 ve 1988 yıllarında iki kez enflasyonun sıçramasına yol açtı ve bu beladan kurtulma fırsatının kaçmasına neden oldu. Tansu Çiller’in başbakanlık koltuğunda bulunduğu Ocak 1995’te tüketici enflasyonu yüzde 125.9’a kadar ulaştı ve Cumhuriyet tarihinin rekorunu kırdı. Üç haneli enflasyonu bir kez de Ocak 1998’de Mesut Yılmaz’ın başbakanlığı döneminde gördük. 2001’de 5. Ecevit Hükümeti dönemin de çıkan kriz de kronik enflasyondan kurtuluşun birkaç yıl ertelenmesine neden oldu.

BÜTÇE AÇIĞI: Bütçe açığının milli gelire oranı ilk kez 1991’de yüzde 5’in üzerine çıktı. Bu tarihte iktidarda Süleyman Demirel’in başbakanlığını yaptığı DYP-SHP koalisyon hükümeti vardı. Kadınlara 38, erkeklere 43 yaşında emeklilik hakkı tanıyan ve çok geçmeden sosyal güvenlik sisteminin iki yakasının bir araya gelmemesinin ve bütçeye yük olmasının yolunu açan yasa da bu 7. Demirel Hükümeti döneminde çıkarıldı. Bütçe açığı 1993 yılında milli gelirin yüzde 6’sını geçerken 1. Çiller Hükümeti işbaşındaydı. Bütçe açığının milli gelire oranın çift haneli hale geldiği yıllarda ise Başbakanlık koltuğunda Bülent Ecevit vardı.

REEL FAİZ: İç borçlanmada reel faizin çıldırmasında ilk günahı Tansu Çiller işledi. Esasında Çiller’in niyeti faizi düşürmekti. Ancak faizi düşürmek amacıyla 1993 yılı sonunda peş peşe beş hazine ihalesinin iptal edilmesi boşta kalan paranın dövize yönelmesine yol açınca sonuç amaçlananın tam tersi oldu.

Dövizdeki yükselişi önlemek için süper faizli bonolar çıkarmak zorunda kalan Çiller Hükümeti, o yıl Hazine’nin yüzde 39.8 reel faizle borçlanmasına yol açtı. İç borçlanmada reel faiz 2000 yılına kadar yüzde 20’nin altına inmedi. 2000 yılında negatif düzeye inen reel faizin bir kez daha çıldırmasına ise 5. Ecevit Hükümeti’nin istikrar programını aksatması ve çıkan krizi önleyememesi neden oldu.

FAİZ YÜKÜ: Bütçedeki faiz yükünde de ilk yükselişin 1993 yılında 1. Çiller Hükümeti döneminde başladığını görüyoruz. Daha sonra işbaşına gelen Yılmaz, Erbakan ve Ecevit hükümetleri döneminde de bu yükseliş sürdü. Faiz ödemelerinin bütçe gelirlerine oranının yüzde 80 ile rekor kırdığı 2001 yılında 5. Ecevit Hükümeti işbaşındaydı.

KAMU BORCU: Kamunun borç stokundaki sıçrama 2001 yılında 5. Ecevit Hükümeti döneminde çıkan kriz sırasında gerçekleşti. Ancak, bu sıçramada 1990’lı yıllarda görev yapan tüm hükümetlerin vebali var. Çünkü, 2001 yılında borçların yükselmesi büyük ölçüde, önceki yıllarda kamu bankalarında biriken görev zararlarının borç stokunun içine dahil edilmesinden kaynaklanmıştı.

BÜYÜME BU YIL YAVAŞLAYARAK SÜRECEK

hedGayri Safi Milli Hasıla (GSMH) büyüklüğünü dikkate alırsak, Türkiye ekonomisi 2004 yılını yüzde 9.9 oranında büyüme ile kapattı. Uluslararası karşılaştırmalarda daha sık kullanılan Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH) büyüklüğünü dikkate aldığımızda ise 2004 yılının yüzde 8.9 oranında bir büyüme ile kapandığını görüyoruz.

2004 yılındaki GSMH büyüme oranı, 1966 yılından bu yana görülen en yüksek büyüme oranı oldu. 1966 yılında GSMH yüzde 12 oranında büyüme göstermişti.

2004 yılı aynı zamanda ekonominin hızlı büyüdüğü üst üste üçüncü yıl oldu. Böylece cumhuriyet tarihinde ekonominin üst üste üç yıl hızlı büyüdüğü üçüncü dönemi yaşadık. Ekonominin üst üste üç yıl hızlı büyüdüğü bundan önceki son dönem 1995-97 dönemiydi. Benzer bir dönem de 1924-26 arasında yaşanmıştı. Ekonominin üç yıldan daha fazla hızlı büyüdüğü tek dönemi ise dört yıl hızlı büyümenin yaşandığı 1951-53 dönemi oluşturuyor.

Ertelenmiş talep ekonomiyi uçurdu

2004 yılında ekonominin nasıl olup da bu kadar hızlı büyüdüğünü incelediğimizde karşımıza ertelenmiş tüketim ve yatırım talebi çıkıyor. 2001 kriziyle birlikte ertelenen dayanıklı tüketim ile yatırım kararları, ekonomide geleceğe güven artınca, geçen yıl devreye girdi ve birlikte ekonomiyi uçurdu.

Harcamalarda aslan payını alan özel tüketim harcamaları geçen yıl yüzde 10.1 oranında arttı. Bu artış büyük ölçüde dayanıklı tüketim malı harcamalarının yüzde 29.7 yükselmesinden kaynaklandı. Bu arada yarı dayanıklı tüketim malı harcamalarındaki artış da yüzde 18.8 oldu ve iç talebin yükselmesine katkıda bulundu.

Geçen yıl yatırım harcamalarında yaşanan artış ise yüzde 32.4 düzeyinde. Bu artış tamamen özel sektörün yatırım harcamalarının yükselmesinden kaynaklandı. Özel sektörün yatırım harcamaları yüzde 45.5 oranında artış gösterdi. Kamunun yatırım harcamaları ise yüzde 4.7 oranında geriledi.

Özel sektörün yatırım harcamaları büyük ölçüde yenilemeye ve mevcut tesislerin kapasitelerini artırmaya yönelik oldu. Makine ve teçhizat alımları yüzde 60.3 artış gösterdi. Bina inşaatı için yapılan harcamalar ise yüzde 15.3 arttı.    

En çok tüccarın yüzü güldü

İç talepteki bu artış geçen yıl en çok tüccarın yüzünü güldürdü. Ticaret sektörü yüzde 12.8 ile en hızlı büyüyen sektör oldu. İç talepteki yükselişe ek olarak ihracatın da rekor kırması sayesinde sanayi de yüzde 9.4 gibi yüksek oranlı bir büyüme tutturdu. Tarım sektörü ancak yüzde 2’lik bir büyüme gösterebildi. İnşaat sektörü 1999’dan beri süren küçülme dönemini atlattı ve yüzde 4.6 oranında büyüdü. Ulaştırma-haberleşme sektöründe de kayda değer bir büyüme yaşandı.

hedGeçen yıl kurların gerilemesi sayesinde dolar cinsinden hesaplanan milli gelir büyüklüklerinde gerçekte olduğundan daha yüksek bir artış görüldü. Önceki yıl 239.2 milyar dolar olan toplam GSMH geçen yıl 299.5 milyar dolara yükseldi. Önceki yıl 3 bin 383 dolar olan kişi başına milli gelir ise 4 bin 172 dolara çıktı.

Geçen yıl ekonomide yaşanan hızlı büyüme ilk yarıyılın ürünü oldu. İlk yarıyılda çift haneli büyüme gösteren ekonomi, ikinci yarıyılda epey yavaşladı. Bu yavaşlama ertelenmiş talebin hız kesmesinden kaynaklandı. Ertelenmiş talebin hız kesmesine ise hükümetin aldığı iç talebi kısıcı önlemler ve bahar aylarında finansal piyasalarda yaşanan çalkalanma sonucu faizlerin yükselmesi etkide bulundu.

Yılın ilk aylarına ilişkin göstergeler, iç talepteki hız kesmenin bu yıla da sarktığını gösteriyor. İlk çeyrekte ekonomi geçen yılın son çeyreğindekine benzer bir performans gösterdi gibi. Bu durum bu yıl ekonomideki büyümenin geçen yıla göre epey yavaşlayacağını düşündürüyor. Ancak, yine de yüzde 5-6 arasında bir büyüme gerçekleşebilir gibi görünüyor.

TURİZMDE YENİ REKORUN UCU GÖRÜNDÜ

Devlet İstatistik Enstitüsü’nün (DİE) ilk çeyrek döneme ilişkin olarak yayınladığı turizm istatistikleri, bu alanda yeni bir rekorun yolda olduğu izlenimini veriyor. İlk çeyrekte hem turizm gelirlerinde hem de turist sayısında geçen yılın aynı dönemine göre önemli artışlar yaşandığı görülüyor.

DİE’nin verilerine göre, ilk çeyrekte ülkemizi ziyaret eden yabancılar evlerine dönerken geride 1 milyar 463 milyon dolar bıraktı. Aynı dönemde anavatanı ziyaret eden gurbetçilerimiz ise 530 milyon dolarlık harcama yaptı. Böylece ilk çeyrekte turizmden elde ettiğimiz gelir 1 milyar 994 milyon dolara ulaştı.

Yabancıların turizm harcamalarında 2004’ün aynı dönemine göre yüzde 18.5 oranında artış görünüyor. Gurbetçilerin harcamalarındaki artış ise daha düşük ve yüzde 10.9 düzeyinde. Toplam turizm harcamalarındaki artış ise yüzde 16.4 olarak hesaplanıyor.

hedİlk çeyrekte turizm harcamalarında yaşanan bu artış aynı dönemde ülkemizi ziyaret edenlerin sayısının da artmasından kaynaklanıyor. Hatta ziyaretçilerin sayısındaki artış daha yüksek ve yüzde 24.3 düzeyinde. Turizm gelirlerindeki artışın daha düşük olmasının nedeni ise ziyaretçi başına harcama tutarının 47 dolar azalması.

Turizm sektöründen gelen bilgiler yaz aylarına yönelik rezervasyonların epey yüksek olduğu yönünde. Bu durum turist sayısındaki artışın önümüzdeki aylarda da süreceğini düşündürüyor. Tabii bu durumda turizm gelirlerindeki artış da sürecek.

Geçen yıl ülkemize gelen 20.3 milyon ziyaretçiden 15.9 milyar dolarlık döviz geliri elde etmiştik. İlk çeyrekte yaşanan gelişmeler bu yıl ziyaretçi sayısının 25 milyona, turizm gelirlerinin ise 18.5 milyar dolara çıkabileceğini düşündürüyor.

Turizmde yaşanan bu olumlu performans hem ekonomideki büyümeye yardımcı olacak hem de cari işlemler dengesine olumlu etkide bulunacak.

İLK ÇEYREKTE BÜTÇE AÇIĞI YARIYA İNDİ

hedTürkiye ekonomisinde son 3 yılda yaşanan olumlu gelişmelerde maliye politikasında yaşanan disiplinin önemli payı var. Bu disiplinin ekonomide yarattığı olumlu gelişmeler faiz ödemelerinin azalmasını sağlayarak sonuçta kamu maliyesi üzerinde bir olumlu geri besleme etkisi de yaptı. Faiz ödemelerinin azalması geçen yıl bütçe açığının nominal olarak bile gerilemesini sağlamıştı.

Bütçede geçen yıl gördüğümüz bu tabloyu bu yılın ilk 3 ayında da aynen yaşadık.

İlk 3 ayda bütçe açığı geçen yılın aynı dönemine yüzde 57.1 oranında azaldı. Bu dönemde bütçe açığı yaklaşık 3 milyar YTL olarak gerçekleşti. Oysa geçen yılın aynı döneminde yaklaşık 7 milyar YTL’lik açık söz konusuydu.

Bütçe açığındaki bu düşüşe en büyük katkıyı faiz ödemelerinin yüzde 19.7 gerilemesi yaptı. İlk çeyrekte Hazine 11.9 milyar YTL’lik faiz ödemesi yaptı. Geçen yılın ilk çeyreğinde faize ödenen para ise 14.9 milyar YTL idi.

Aslında ilk çeyrekte bütçe gelirlerinde de önemli bir artış yaşandı. Özellikle vergi tahsilatlarındaki artış sayesinde bütçe gelirleri yüzde 18.8 oranında yükseliş gösterdi. İlk çeyrekte bütçede toplanan gelir 28.3 milyar YTL olarak gerçekleşti. Geçen yılın aynı döneminde bu tutar 23.9 milyar YTL düzeyindeydi.

Ancak, bütçe gelirlerindeki artışın faiz dışı harcamalardaki artıştan (yüzde 21.4) düşük olduğu dikkati çekiyor. Buna göre eğer faiz ödemelerindeki gerileme olmasaydı, gelirlerdeki artışa rağmen, bütçe açığındaki artış devam edecekti.

İstikrar programının kilit göstergelerinde olan faiz dışı bütçe fazlası ise ilk çeyrekte yüzde 13.5 oranında arttı ve 8.9 milyar YTL olarak gerçekleşti. Böylece 27.3 milyar YTL olan yıl sonu hedefinin yaklaşık üçte birlik bölümü ilk üç ayda elde edilmiş oldu.

DÜNYA EKONOMİSİNDE YAVAŞLAMA BEKLENTİSİ

hedGeçen yıl sadece Türkiye’de değil pek çok ülkede hızlı büyüme yılıydı. Bu durum dünya ekonomisinin de son 30 yıllık dönemin en parlak yılını yaşamasını sağladı.

IMF’nin geçen ay yayınladığı “World Economic Outlook” (Dünya Ekonomisinin Görünümü) adlı raporda yer alan bilgilere göre, 2004 yılında dünya ekonomisindeki büyüme oranı yüzde 5.1 olarak gerçekleşti. Dünya ekonomisinin bundan daha yüksek oranda büyüdüğü son yıl yüzde 6.8 büyümenin gerçekleştiği 1973 yılıydı.

Ancak, IMF uzmanları bu yıl dünya ekonomisindeki büyümenin geçen yılki kadar hızlı olmayacağını tahmin ediyor. IMF’nin 2005 yılı büyüme tahmini yüzde 4.3 düzeyinde. Dünya ekonomisinin gelecek yıl da benzer bir performans göstermesi ve yüzde 4.4 oranında büyümesi bekleniyor.

Belli başlı ülkelere bakıldığında en fazla yavaşlamanın Almanya ve Japonya’da beklendiği görülüyor. 2004’te biraz toparlanan bu iki ülkenin bu yıl yeniden durgunluğa geri dönecekleri tahmin ediliyor.

ABD ve Çin’de beklenen yavaşlama daha sınırlı düzeyde. Almanya’nın durgunluğa geri dönmesine rağmen, başta Fransa ve İngiltere olmak üzere diğer üyeler sayesinde, Avrupa Birliği’ndeki (AB) yavaşlamanın da sınırlı kalması bekleniyor.

Firmaların artık daha fazla ihracata çalışması ve finansmanda da yabancı kaynakların payının artması nedeniyle, Türkiye ekonomisindeki büyümenin dünya ekonomisindeki büyümeye duyarlılığı son 10 yılda epey arttı. Bu durum dünya ekonomisinde yaşanacak yavaşlamanın bizi de etkileyeceğini düşündürüyor. Nitekim IMF de, hükümetin hedefini de esas alarak, bu yıl Türkiye ekonomisinin yavaşlamasını ve büyüme oranının yüzde 5’e inmesini bekliyor.

NET BORÇTA MAASTRİCHT KRİTERİNE YAKLAŞTIK

hed2001 krizinin en büyük yansımalarından biri kamunun borç yükünde görülmüştü. Kamu bankalarının görev zararlarının tasfiyesi ve Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) bünyesine alınan özel bankaların bilançolarının düzeltilmesi için çıkarılan özel tertip tahviller, kamunun borç stokunda sıçramaya yol açmıştı.

Son 3 yılda ekonomide işlerin tıkırında gitmesi ise borç yükünün giderek azalmasını sağladı. Hazine Müsteşarlığı’nın geçen ay açıkladığı verilere göre, toplam kamu net borç stokunun Gayri Safi Milli Hasıla’ya (GSMH) oranı 2004 yılında yüzde 63.4’e kadar geriledi. Bu oran 2003 yılında yüzde 70.4 düzeyindeydi. 2001 ve 2002 yıllarında ise sırasıyla yüzde 90.5 ve yüzde 78.6 olarak gerçekleşmişti.

Toplam kamu net borç stoku, kamunun brüt borçlarından finansal varlıklarının düşülmesiyle elde ediliyor. Bu finansal varlıkları dikkate almaz isek kamunun borç stokunun GSMH’ye oranı yüzde 77.4 olarak hesaplanıyor. Bu oran da son üç yıldır düşüyor ama doğal olarak net borç yükünün üzerinde seyrediyor.

Avrupa Birliği’nde euro alanının oluşturulması kararı alınırken 1992 yılında kabul edilen Maastricht kriterlerinde kamu borcunun milli gelire oranının yüzde 60’ı aşmaması ilkesi de yer almıştı. Bu kriter son yıllarda dünyada kamu borcu için bir emsal halini almış durumda.

Net borç stokumuzun GSMH’ye oranını dikkate alırsak geçen yıl bu kritere epey yaklaştık. Ancak bu alandaki Maastricht kriteri net değil, brüt borç stokunu içeriyor. Fakat kamu borçlarının hesaplanmasında Türkiye’nin kullandığı yöntem ile AB’nin kullandığı yöntem aynı değil. Bir dönem Hazine Müsteşarlığı yapan Mahfi Eğilmez, Türkiye’nin net borç stoku hesabının AB’nin brüt borç stoku hesabına daha yakın olduğunu söylüyor. Yakında bu konuda da bir uyumlaştırma çalışmasının yapılacağını da ekliyor. Bu itibarla biz de borç yükünde Maastricht kriterine yaklaştığımızı söyleyebiliriz.

EKONOMİDE YABANCI SERMAYENİN PAYI ARTIYOR

hedAvrupa Birliği’ne (AB) üyelik sürecinin başlamasıyla birlikte Türkiye’ye yabancı sermaye girişinin artması pek çok iktisatçının paylaştığı bir beklentiydi. Ancak, bu konuda kafalarda birtakım soru işaretleri de yok değildi.

Geçen ay Dışbank’ın Hollanda-Belçika sermayeli Fortis Bank’a 1.3 milyar dolara satılacağının açıklanması, bu soru işaretlerinin önemli bir bölümünü sildi. Yılbaşından bu yana gerçekleşen ve halen görüşmelerin sürdüğü anlaşmalar da dikkate alındığında, bu yılın yabancı sermaye girişinde rekor bir yıl olması kesin gibi görünüyor. Dahası yabancı sermaye girişindeki bu artışın 2006’ya da sarkması ihtimali bulunuyor.

Yabancı sermaye girişlerindeki bu yükseliş, önümüzdeki yıllarda yabancıların Türkiye ekonomisi içindeki etkinliklerinin artmasına yol açacak.

Yabancıların ekonomideki yeri

Yabancı sermayenin halen Türkiye ekonomisinde ne kadar paya sahip olduğuna ilişkin resmi bir veri yok. Ancak, Merkez Bankası’nın danışman kadrosu içinde yer alan Ercan Türkkan’ın birkaç ay önce yayınlanan bir çalışması, bu konuda bazı ipuçları veriyor. Türkkan’ın İstanbul Sanayi Odası (İSO) tarafından her yıl yayınlanan “Türkiye’nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu” araştırmasının sonuçlarından yararlanarak yaptığı çalışma, yabancı sermayenin Türkiye ekonomisi içindeki payının hiç de az olmadığını gösteriyor. Ayrıca bu payın yükseliş eğiliminde olduğu ve son 15 yılda ikiye katlandığı da görülüyor.

Türkkan’ın çalışmasına göre, 2003 yılı itibariyle, Türkiye’nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu’nun 147’sinde yani yüzde 29.4’ünde yabancı sermayenin payı var. Bu firmalardan 94’ünde yani yüzde 63.9’unda yabancı sermaye hakim ortak konumunda. Yabancı sermayeli firmalar içinde yabancı sermayenin payının ise yüzde 60 olduğu görülüyor.

Türkkan’ın çalışması, yabancı sermayenin iştirak ettiği firmaların 500 Büyük içindeki payının yükseliş eğiliminde olduğunu da gösteriyor. 1990 yılında 500 Büyük içinde yabancı sermayenin iştirak ettiği firma sayısı 88, oranı ise yüzde 17.6 idi. Bunlar içinde hakim ortağın yabancı olduğu firma sayısı ise 43’tü ve yarıdan bir eksikti. Bu firmalarda yabancı sermayenin payı ise yüzde 38.6 düzeyindeydi.

hedTürkkan’ın çalışmasında yabancı sermayenin ekonomik aktivitedeki payını başlıca ekonomik büyüklükler itibariyle gösteren veriler de var. Bu veriler 500 Büyük firmanın üretimlerinin yüzde 20.1’inin yabancı sermaye tarafından gerçekleştirildiğini gösteriyor. Bu oranın 1990 yılında yüzde 8.2 iken, son 15 yılda hızla yükseldiği dikkati çekiyor.

Yabancı sermayenin en aktif olduğu ekonomik faaliyetin ise ihracat olduğu görülüyor. 500 Büyük firmanın ihracatının yüzde 26.3’ünü yabancı sermaye gerçekleştiriyor.

En büyük pay otomotivde

2001-2003 dönemi ortalaması itibariyle sektörel durum incelendiğinde ise yabancı sermayenin en çok otomotiv sektöründe yoğunlaştığı görülüyor. 500 Büyük içinde yer alan otomotiv firmalarının üretiminde yabancı sermayenin payı yüzde 49.6’yı buluyor. Makine-metal eşya yüzde 33.4’lük, kimya-petrol-lastik yüzde 32.7’lik, gıda-içki-tütün yüzde 25.5’lik paylarla yabancı sermayenin aktif olduğu diğer sektörleri oluşturuyor.

İSO’nun 500 Büyük araştırması sadece sanayi sektörünü kapsadığı için, Türkkan’ın çalışmasında diğer sektörlere ilişkin bilgi yok. Ancak özellikle hizmetler sektöründe durumun sanayidekinden farklı olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü hizmetler sektöründe faaliyet gösteren yabancı sermayeli firma sayısı, sanayi sektöründekinden daha fazla. Buna dayanarak Türkiye’de ekonomik faaliyetlerin yüzde 20-25 arasındaki bir bölümünün yabancı sermaye tarafından gerçekleştirildiği tahminini yapabiliriz. Yabancı sermaye girişindeki artış bu oranın önümüzdeki yıllarda yükseleceği izlenimini veriyor.

Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Yorum Yaz