EKONOMİDE YUMUŞAK İNİŞ ÇABASIEkonomiyi kalkışa geçirmek konusunda Türkiye’nin eline su dökecek çok fazla ülke yok. Başka ülkelerde başlayan bir kriz ya da durgunluk yıllarca sürerken, Türkiye her k...
EKONOMİDE YUMUŞAK İNİŞ ÇABASI
Ekonomiyi kalkışa geçirmek konusunda Türkiye’nin eline su dökecek çok fazla ülke yok. Başka ülkelerde başlayan bir kriz ya da durgunluk yıllarca sürerken, Türkiye her krizden sonra hemen yeniden büyümeye geçiyor.
Türkiye ekonomisinin bu özelliğini çoğu zaman kendi iktisatçılarımız ve işadamlarımız bile gözden kaçırıyor. 1994 krizinden sonra 1995’te Koç Holding’in büyüme tahmini yüzde 1 iken, ekonomi yüzde 8 büyümüştü. 2001 krizinden sonra “Bu kez kriz en az 3 yıl sürer” diyenler çoğunlukta iken, 2002’de hemen büyüme başlamış ve üstelik yüzde 7.9’u bulmuştu.
Ancak yükselen ekonomiyi yumuşak inişe geçirme konusunda pek başarılı değiliz. Ekonominin aşırı ısındığı dönemlerin sonunda genelde kriz kapımızı çalıyor. 1992 ve 1993 yıllarındaki büyümeden sonra 1994’te yumuşak iniş yapmak yerine ekonomiyi yere çakmıştık. 1995-1997 dönemindeki hızlı büyümeden sonra da yumuşak inişi beceremedik. 1999’daki yüzde 6.1’lik küçülmede, yaşanan 2 büyük depremin de önemli etkisi vardı ama bu depremler olmasaydı da büyüme negatif değer alacaktı. 2000 yılındaki hızlı büyümeyi de ekonominin yere çakıldığı bir yıl takip etti.
Pişmiş aşa su katmak
Aslında ekonomide yumuşak inişi beceremememizin önemli bir nedenini bu konuda pek çaba harcamamamız oluşturuyor. Hızlı büyümenin getirdiği nimetlerle gözü kamaşan hükümetler, ekonomiyi yavaşlatma önerilerine pek sıcak bakmıyor. Bu tür öneriler pişmiş aşa su katmak olarak değerlendiriliyor.
Hızlı büyümenin sonunda yaşanacak olumsuz gelişmeler ise hep küçümseniyor. Gelişmiş ülkelerde hızlı büyümeden enflasyonu yükseltme ihtimali nedeniyle korkulur. Biz de ise yıllarca enflasyonu önemseyen olmadı. Hızlı büyümenin yarattığı cari açığın da bir şekilde finanse edileceğine inanç hep tamdı. 1993’te cari açık büyürken, sermaye hareketlerini 1989’da serbest bırakmamızdan sonra tanıştığımız sıcak paraya güvendik. 2000’de cari açık yükselirken ise içimizde büyüyen endişeyi “IMF arkamızda” diyerek bastırdık.Aslında hala benzer görüşlere sahip olanlar var. Bu yıl cari açık büyürken bazı iktisatçılar bu sorunun dalgalı kur sistemi sayesinde kolayca aşılacağını savunuyor. Net hata ve noksan kalemine yansıyan kaynağı belirsiz döviz girişlerine aşırı güven besleyenler de mevcut.
Hükümet önlem peşinde
Ancak, bu kez ekonomi yönetimi geçmiş yıllardakinden daha sağduyulu bir bakışa sahip gibi görünüyor. Merkez Bankası, geçen ayki enflasyon raporunda cari açıktaki artışın tehlike yaratabileceği üzerinde durdu ve hükümete “seçici önlemler” almasını tavsiye etti. Ardından IMF de cari açık uyarısında bulununca, hükümet ekonomide yumuşak inişi sağlamak için harekete geçti.
Aslında cari açıktaki yükseliş karşısında ilk tedbir geçen mayıs ayında alınmıştı. İthalattaki patlamada ve dolayısıyla cari açıktaki artışta önemli etkisi olan otomobil talebini azaltmak için, geçen yıl uygulanmaya başlayan hurda teşviki yarıya indirilmişti.
İktisatçıların talebi kamçılayarak ekonomideki ısınmaya önemli katkı yaptığını savundukları tüketici kredileri, hükümetin ikinci hedefi oldu. Geçen ay tüketici kredilerindeki Kaynak Kullanımını Destekleme Fonu (KKDF) kesintisi yüzde 10’dan yüzde 15’e çıkarıldı. Burada amaç kredinin kullanıcıya maliyetini artırmak ve böylece talebi azaltmak.
Yeterli olacak mı?
Ancak, bu önlemlerin ekonomide yumuşak inişi sağlamaya yetip yetmeyeceği kuşkulu. Hurda teşvikinin yarıya indirilmesi otomobile olan talebi biraz yavaşlattı ama ithalattaki artışı önleyecek kadar bir etki de yapmadı.
Bankacılar, 5 puanlık KKDF artışının ise tüketiciye getirdiği ek maliyetin düşük olması nedeniyle, kredi kullanımında bir azalma yaratmayacağı görüşünü savunuyor. Örneğin yüzde 2.5 faizli ve 12 ay vadeli 5 milyar liralık bir tüketici kredisinde ek maliyet artışı sadece 45 milyon lira olarak hesaplanıyor.
Bu durumda önümüzdeki günlerde hükümetin yeni önlemler alması mümkün görünüyor. Ancak, bu konuda elde çok fazla silah yok ve olanların da etkileri konusunda kafalar oldukça karışık. Bu nedenle ne gibi önlemler alınabileceği konusunda bir görüş birliği yok.
İktisatçıların cari açıktaki artışı önlemek için alınmasını önerdiği bazı yöntemler birbiriyle çelişiyor. Örneğin, bazıları Merkez Bankası’nın faiz artırmasını savunurken, bazıları tam tersine faizlerin indirilmesinden bahsediyor.
Temel görüş farklılığı
Bu çelişki ithalatın döviz kuruna mı yoksa ekonomideki büyümeye mi daha duyarlı olduğu konusundaki görüş farklılığından kaynaklanıyor. İthalatın döviz kurundaki değişmelere daha duyarlı olduğunu savunanlar kuru yükseltecek tedbirler önerirken, ithalatın ancak ekonominin yavaşlamasıyla frenlenebileceğini savunanlar, iç talebi azaltacak önlemler üzerinde duruyor.
Merkez Bankası’nın faizleri indirmesini savunanlara göre, bu durum TL yatırımların çözülmesini ve dövize olan talebin artmasını sağlayacak. Böylece kurlar yükselecek. Bu da ihracatı artırıp ithalatı kısarak dış dengenin düzelmesini sağlayacak.
Merkez Bankası’nın faizleri artırmasını savunanlara göre ise bu durumda tüketim ve yatırım talebinin azalması yoluyla ekonomi yavaşlayacak. Bu da ithalatı azaltacak ve cari açığın küçülmesini sağlayacak.
Yan etkilere dikkat
Ancak, bu kararların yan etkileri de dikkate alındığında ortaya başka tablolar çıkıyor. Faiz indirimi durumunda hem yatırım hem de tüketim talebinin yükselişe geçmesi ve böylece ekonomideki büyümenin daha da hızlanması olası. Büyümenin hızlanması ise ithalatın ve dolayısıyla cari açığın daha da artmasına yol açar.
Öte yandan faizlerin yükseltilmesinin de TL yatırımların cazibesini artırıp dövize olan talebin daha da azalmasına yol açması ihtimali mevcut. Bu durum döviz kurunun düşük kalmasına yol açıp ithalatın cazibesini sürdürmesini sağlayabilir. Bu ise cari açıkta beklenen düzelmenin gerçekleşmesini önleyebilir.
Merkez Bankası’nın aylardır faizleri sabit tutması ve ne aşağı ne de yukarı hareket etmeye niyetli görülmemesi de, belki de alınacak kararın bu yan etkilerinden kaynaklanıyor. Yan etkilerin işlerin sarpa sarmasına yol açması ihtimalini önlemek için, Merkez Bankası şimdilik faiz politikasında pasif pozisyonda kalmayı tercih ediyor.
Doğrudan müdahalenin etkileri
İthalatın döviz kuruna olan duyarlılığına güvenenlerin önerdikleri bir başka tedbir, Merkez Bankası’nın döviz piyasasına doğrudan müdahale edip kurları yükseltmesi. Ancak böyle bir şey uygulanan dalgalı kur politikasından vazgeçmek anlamına geldiğinden ekonomi politikalarında köklü bir değişimi gerektiriyor.
Ayrıca, Merkez Bankası uzmanlarının yaptıkları çalışmalar, ithalatın kurdaki değişimlere ekonomideki büyümeye göre daha az duyarlı olduğunu gösteriyor. Bu durumda ithalatı azaltmak için gerekli kur artışının oldukça yüksek olduğu ortaya çıkıyor. Kurlarda yaşanacak böyle bir yükseliş ise muhakkak enflasyonda sıçramaya yol açacak. Esas olarak enflasyona odaklanan Merkez Bankası, bu nedenle kurlarda yüksek oranlı bir artışa taraftar değil.
Merkez Bankası’nın son enflasyon raporunda cari açıktaki tırmanışı durdurmak için hükümete “seçici önlemler” almasını tavsiye etmesi de tavrını kurdaki yükselişten değil ekonomideki yavaşlamadan yana koyduğunu gösteriyor.
Tasarruf açığını kapatmak
Ekonomide yumuşak inişi sağlamak için önerilen bir tedbir ise hükümetin faiz dışı fazlayı daha da artıracak önlemler alması. Bu görüşün arkasında, cari açığın ekonomideki tasarruf açığını kapatmak için dış dünyadan kaynak transferi yapılması anlamına gelmesi yatıyor. Hükümetin harcamaları daha da kısarak ya da vergileri artırarak faiz dışı fazlayı artırması, ekonomideki toplam tasarrufları artıracak. Bu durumda cari açık küçülecek.
Ancak, harcamalar zaten sıkılabildiği kadar sıkıldığı ve son yıllardaki uygulamalardan sonra toplumda artık vergi artırımına tahammül kalmadığı için bu önerinin hayata geçme ihtimali yok gibi.
Görüldüğü gibi, ekonomiye yumuşak iniş yaptırmak pek kolay bir iş değil. Elde yeterli silah yok ve olanların da ne ölçüde açığa çıkacağı meçhul yan etkileri var. Zamansız ya da yanlış bir uygulama, ekonominin yumuşak iniş yapmak yerine yere çakılmasına yol açabilir.
Esasında ekonomideki ısınma konusunda bir görüş de bunun son 3 yılda ertelenen talebin devreye girmesinden kaynaklandığı ve bu ek talep devreden çıktıktan sonra ekonominin kendiliğinden yavaşlayacağı yönünde. Bu görüşte haklılık payı olabilir. Çünkü ücret ve maaşlarda iç talebi canlı tutacak düzeyde bir artış yok. Bu durumda önümüzdeki aylarda ya da en geç 2005 başında ekonomide yavaşlama belirtileri görebiliriz.
EKONOMİ ÇOK HIZLI BÜYÜYORTürkiye ekonomisi yılın ilk çeyreğinde yüzde 12.4 oranında büyümüştü. Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) ikinci çeyrek büyüme oranını 10 Eylül’de açıklayacak. Bizim tahminimiz ikinci çeyrek büyüme oranının da çift haneli çıkacağı yönünde. Bu görüşümüzün gerekçelerini şöyle sıralayabiliriz:
* Ekonomideki büyüme için en önemli öncü gösterge sanayi üretiminde yaşanan değişimdir. Sanayinin ekonomideki payı yüzde 30’a yakın olduğu için, bu sektördeki gelişmeler ekonominin genelindeki gelişmeler ile paralellik gösterir. Ekonominin genelindeki büyüme oranı genelde sanayi üretimindeki değişim oranına yakın çıkar.
* Ekonominin yüzde 12.4 büyüdüğü yılın ilk çeyreğinde aylık sanayi üretim endeksindeki değişim yüzde 11.1 olmuştu. İkinci çeyrekte ise sanayi üretimindeki değişim yüzde 15.9’u buldu. İşte ikinci çeyrekte büyüme oranının çift haneli çıkabileceği yönündeki en önemli sinyali bu oluşturuyor.
* Hizmet sektörlerindeki durumu sanayi kadar iyi izleyemiyoruz. Ancak otomobil ve beyaz eşya satışları gibi göstergeler bu sektörlerde de durumun en azından ilk çeyrekteki kadar iyi olduğu izlenimini veriyor. İlk çeyrekte yüzde 63.4 olan beyaz eşya satışlarındaki artış oranı, ikinci çeyrekte yüzde 88.8’e yükseldi. Otomobil satışlarındaki artış oranı, hurda teşvikinin yarıya indirilmesinin etkisiyle biraz gerilese de yine de yüksek gerçekleşti. İlk çeyrekte yüzde 358.7 olan otomobil satışlarındaki artış oranı, ikinci çeyrekte yüzde 135 oldu.* İlk çeyrekte yüzde 99.2 olan tüketim malı ithalatındaki artış oranının ikinci çeyrekte yüzde 105.8 olarak gerçekleşmesi de bu dönemde iç talebin canlı olduğunu gösteriyor.
* Tek yıl-çift yıl olgusu nedeniyle, geçen yıl gerileyen tarımsal üretiminin bu yıl artacağını tahmin ediyoruz. İlk çeyrekte küçülme gösteren tarım sektörünün ikinci çeyrekte büyümeye geçmiş ve de ekonominin genelindeki büyümeyi pozitif etkilemiş olması mümkün.
Tüm faktörleri bir arada değerlendirdiğimizde ikinci çeyrek büyüme oranının ilk çeyrektekine yakın çıkacağı tahminini yapabiliriz. Bu ise yılın ilk yarısında ekonominin yüzde 10’un üzerinde büyüme göstermiş olması demek. Türkiye’nin potansiyel büyüme oranı yüzde 5 dolayında olduğuna göre, ekonomideki büyümenin çok hızlı olduğunu söyleyebiliriz.
Temmuz ayında imalat sanayi kapasite kullanım oranının önceki 2 aydaki gibi yine yüzde 84’ün üzerinde gerçekleşmesi, hızlı büyümenin yılın ikinci yarısına da sarktığı izlenimini veriyor. Ekonominin çarklarının el yakmasına neden olan bu hızlı büyüme, cari açığın rekorlar kırmasının da bir numaralı sorumlusunu oluşturuyor.
İTHALATTAKİ ARTIŞ HEDEFLENENİN 4 KATI
Yılın ilk yarısında dış ticaret, hükümetin hedeflediğinden çok farklı bir seyir izledi. Hem ihracat hem de ithalat hedeflerin çok üzerinde artış gösterdi. İthalattaki artış oranının ihracattaki artış oranından daha yüksek gerçekleşmesi dış ticaret açığının büyümesine neden oldu. Döviz giderlerimizin yüzde 80’lik bölümünü oluşturan ithalattaki patlama, hizmet ticaretini de kapsayan cari açığın da endişe verici bir boyuta yükselmesine yol açtı.
İncelemeye ithalatla başlayalım. Hükümet, geçen sonbaharda 2004 yılı hedeflerini belirlerken ithalat artışının yüzde 11.5 olmasını öngörmüştü. Oysa yılın ilk yarısında ithalattaki artış yüzde 47.3’ü buldu. 2003’ün ilk yarısında 30.8 milyar dolar olan ithalat, 2004’ün aynı döneminde 45.4 milyar dolar olarak gerçekleşti. Böyle giderse hükümetin 75 milyar dolar olarak hedeflediği 2004 ithalatı 90 milyar doların üzerine çıkacak.
Yılın ilk yarısında tüm mal gruplarında ithalat artışı beklenenin üzerinde oldu. Ancak en yüksek oranlı artış tüketim malı ithalatında yaşandı. İlk yarıyılda yapılan tüketim malı ithalatı, 2003’ün aynı dönemindeki gerçekleşen düzeyin 2 katından fazla. Bu artışın en önemli nedeni ise otomobilde 3 yıldır ertelenen talebin devreye girmesiyle ithal araçlara olan talebin de yükselmiş olması.
İşletmelerin krizden sonra askıya aldıkları makine-teçhizat yatırımlarını gerçekleştirmeye başlamaları ilk yarıyılda yatırım malı ithalatının da çok yüksek ve yüzde 84 oranında artış göstermesine neden oldu. Ekonominin hedeflenenin 2 katını aşan bir büyüme performansı tutturması ise üretimde kullanılan hammadde ve ara mallarının ithalatındaki artış oranının yüzde 32.2’yi bulmasına yol açtı.
Hükümetin 2004 yılı ihracatı için öngördüğü artış hedefi ise yüzde 12.3 düzeyindeydi. İthalat hedeflenenden daha hızlı artarken ihracattaki artış hedef düzeyinde kalsaydı tam felaket olacaktı. Allah’tan yılın ilk yarısında ihracat da beklenenden daha iyi bir performans gösterdi ve böylece dış açıktaki artış daha sınırlı kaldı.
İhracat ilk yarıyılda geçen yılki ivmesini korudu ve artış oranı yüzde 31.8 olarak gerçekleşti. 2003’ün ilk yarısında 21.7 milyar dolar olan ihracat, bu yılın aynı döneminde 28.6 milyar dolara yükseldi. Böyle giderse hükümetin 51.5 milyar dolar olarak hedeflediği 2004 yılı ihracatı 60 milyar dolara yaklaşacak.
Kurların 3 yıldır yerinde saydığı ve TL’nin değerlendiği bir ortamda ihracatta yaşanan rekor artışlar dikkat çekici. Bu artışlara ihracatçıların kendileri bile inanamıyor. İhracatçı örgütlerinin temsilcileri, bir yıldan uzun bir süredir devamlı ihracatta çöküş için 3 ay sonrasına randevu verip duruyor. Fakat ihracat yükselmeye devam ediyor. Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin (TİM) verileri, ilk yarıyılda 5 milyar dolar barajını aşan aylık ihracatın, temmuz ayında 5.5 milyar doların da üzerine çıktığını gösteriyor. Bu durum ihracatta kurun etkisinin zayıf olduğunu gösteren bilimsel çalışmaları doğruluyor.
Cari açıkta rekor
Fakat ihracat bu performansına rağmen maalesef ithalata ayak uyduramıyor. İthalattaki artışın çok daha yüksek olması nedeniyle, yılın ilk yarısında dış ticaret açığı yüzde 84’lük bir artış gösterdi ve 9.2 milyar dolardan 16.8 milyar dolara yükseldi.
Hizmet gelirlerinde de ithalattaki patlamayı emecek düzeyde bir artış yaşanmayınca ilk yarıyılda cari işlemler dengesi açığı da 2 kata yakın bir yükseliş gösterdi. İlk yarıyılda cari açık 9.9 milyar dolar olarak gerçekleşti ve tüm zamanların rekorunu kırdı. 2003 yılının aynı döneminde bu tutar 5.1 milyar dolar olmuştu.
Hükümet 2004 yılında cari açığın 7.6 milyar dolar olmasını öngörmüştü. Bu öngörü daha ilk yarıyılda havada kalınca, cari açık hedefi 10.8 milyar dolar olarak revize edildi. Ancak iktisatçıların çoğu bu revize hedefin de tutmayacağı ve yıl sonunda cari açığın 13-14 milyar doları bulacağı görüşünde. Bu endişeler nedeniyle hükümet de kolları sıvadı ve cari açığı azaltacak önlemler için harekete geçti.
ENFLASYONDA DURAKLAMA DÖNEMİ
Yılın ilk aylarında hızla düşen ve mayıs sonunda 33 yıllık bir aradan sonra tek haneye inen enflasyon, yaz aylarında bir duraklama dönemine girdi. Yıllık tüketici enflasyonu haziran ayında, nisanda indiği yüzde 8.9’luk düzeyde sabit kalırken, temmuz ayında hafifçe yükselerek yüzde 9.6 olarak gerçekleşti.
Esasında enflasyonun yaz aylarında duraklama dönemine girmesi beklenen bir şeydi. Geçen yılın yaz aylarında enflasyon oranları eksi çıkmıştı. Bu yıl daha da düşük oranlar çıkması beklenmiyordu. Hatta mayıs ayında kurlarda yaşanan artışın ve akaryakıt zamlarının etkisiyle enflasyonun yükselmesini bekleyenler de vardı. Ancak kurlardaki artış ve akaryakıt zamları enflasyona beklendiği ölçüde yansımadı.
Merkez Bankası ve hükümet, yılın ikinci yarısında enflasyonun hafifçe yükselişe geçmesini ve 2004’ü yüzde 12’lik hedef dolayında kapatmasını bekliyor. Buna karşılık iktisatçıların çoğu, yıl sonunda enflasyonun hedefin altında kalacağını düşünüyor. Merkez Bankası’nın düzenlediği beklenti anketinde yıl sonu enflasyon tahminlerinin ortalamasının yüzde 10.6’ya kadar düştüğü dikkati çekiyor.Tabii yıl sonunda enflasyonun hedefin üzerine çıkacağını düşünen iktisatçılar da yok değil. Bu kişilerin gerekçelerini ise petrol fiyatlarındaki artış ve cari açık tedirginliğinin tetiğini çekeceği bir devalüasyon ihtimali oluşturuyor.
Enflasyonun 2004’ü hangi düzeyde bitireceği önümüzdeki 2 ayın gerçekleşmeleri görüldükten sonra büyük ölçüde ortaya çıkacak. Geleneksel olarak enflasyonun ateşinin yükseldiği eylül ve ekim aylarında fiyat artışları makul düzeylerde kalırsa, enflasyondaki mevcut duraklama eğilimi yıl sonuna kadar devam edebilir. 2003’ü yüzde 18.4 ile kapatan enflasyon, yarı yarıya düşerek, 2004’ü yüzde 9 dolayında bitirebilir.
TÜKETİCİNİN GÜVENİ SARSILMAYA BAŞLADIMerkez Bankası ve Devlet İstatistik Enstitüsü’nün (DİE) tüketicinin güven düzeyini ölçmek için ortaklaşa düzenledikleri ankette 3 aydır düşüş eğilimi mevcut. Nisan ayında 111 olan tüketici güven endeksinin değeri, sürekli gerileyerek Temmuz ayında 105.4’e kadar düştü. Bu durum söz konusu dönemde yaşanan kur artışı, petrol fiyatlarında yükseliş, cari açıktaki tırmanış gibi olayların tüketicinin geleceğe güven düzeyini de sarstığını gösteriyor.
Tüketici güven endeksinin sonuçlarına alt kalemler itibariyle baktığımızda, güven kaybına yol açan en önemli unsurun gelecek dönemdeki satın alma gücü konusundaki kaygılar olduğu görülüyor. Gelecek 6 aylık dönemde satın alma gücünün artacağına inananların oranı giderek azalırken, aynı düzeyde kalacağına ya da azalacağına inananların oranı yükseliyor. Mart ayında, gelecek dönemde satın alma gücünün artacağını düşünenlerin oranı yüzde 32.7’ye kadar çıkmıştı. Temmuz ayında ise bu oranın yüzde 21’e gerilediği dikkati çekiyor.
Tüketicinin genel ekonomik durum ile ilgili beklentileri de giderek bozuluyor. Gelecek 3 ayda ekonomik durumun daha iyi olacağına inananların oranı ocak ayında yüzde 46.5 gibi yüksek bir düzeydeydi. Bu oranın mayıs ayından itibaren hızla gerilediği ve temmuz ayında yüzde 31.4’e kadar indiği görülüyor.
Ekonominin geleceğine olan güven sarsılınca, iş bulma olanaklarına ilişkin güvende de azalma olmuş durumda. Gelecek 6 aylık dönemde iş bulma olanaklarının artacağını düşünenlerin oranı, ocak ayında yüzde 32.5 ile bugüne kadarki en yüksek düzeyine çıkmıştı. Bu düşüncede olanların oranı da giderek geriledi ve temmuz ayında yüzde 22.4’e kadar indi.
Fakat tüketicilerin kendilerinin ve ekonominin geleceğine ilişkin güvenleri azalmasına rağmen, mevcut dönemin dayanıklı tüketim malı satın almak için uygun olduğu yönündeki görüşleri hala geçerliliğin koruyor. Bu düşüncede olanların oranı nisan ayında yüzde 56.7 ile en yüksek düzeyine çıkmıştı. Mayıs ve haziran aylarında yaşanan hafif düşüşlerden sonra temmuz ayında söz konusu oranın biraz yükseldiği ve yüzde 53.4’e çıktığı görülüyor.
HURDAYA ÇIKAN ARAÇ SAYISI TEŞVİKLE PATLADITürkiye’de motorlu araçlar ekonomik ömürlerini çok aşan sürelerde kullanılıyor. Bu nedenle çoktan oto mezarlığını boylaması gereken araçları hala karayollarında sefer halinde görebiliyoruz. En kötü yıllarda bile trafiğe çıkan araç sayısının 150 bini bulduğu ülkemizde, trafikten kaydı silinen araç sayısı ise 10-15 bin arasında kalıyor. Bu nedenle Amerikan filmlerinde gördüğümüz oto mezarlıklarının örnekleri de ülkemizde yok. Son nefesini vermiş araçlara genelde kırsal kesimlerde boş bir arsada yatar ve çocuklara oyuncak vazifesi görürken rastlıyoruz.
Hükümetin geçen yıl çıkardığı yeni otomobil alımındaki hurda teşviki, trafikten kaydı silinen araç sayısında bir patlamaya yol açtı. Geçen yıl eylül ayında başlayan bu patlama ile son 8 ayda trafikten kaydı silinen araç sayısı 176 bine ulaştı.
Eylül ayında başlayan artış ile 2003 yılında trafikten kaydı silinen araç sayısı 90 bine çıkmıştı. Oysa 2002 yılında trafikten kaydı silinen araç sayısı sadece 14 binden ibaretti.
2004’ün ocak-nisan döneminde ise 99 bin motorlu aracın trafikten kaydı silindi. Bu sayı hurda teşviki uygulamasının henüz başlamadığı 2003’ün aynı dönemine göre 18 katlık bir artışı ifade ediyor. 2003’ün ilk 4 ayında trafikten kaydı silinen araç sayısı 5 bindi.
Tabii hurda teşviki trafikten kaydı silinen araç sayısını artırırken trafiğe kaydı yapılan araç sayısını da artırdı. Bu yılın ilk 4 ayında trafiğe çıkan araç sayısı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 390 arttı ve 243 bine yükseldi.
Otomobil talebindeki bu artış ithalattaki patlamada ve dolayısıyla cari açıktaki yükselişte önemli rol oynadı. Bu durum karşısında hükümet mayıs ayında hurda teşvikini yarıya indirdi. Yıl sonunda ise teşvik tamamen kalkacak. Hurda teşvikinin yarıya inmesi otomobil talebindeki artışı yavaşlattı. Trafikten kaydı silinen araç sayısı da mayıs ayından itibaren gerilemeye başlayabilir.
PETROLDEKİ ARTIŞ DÜNYA EKONOMİSİNİ YAVAŞLATACAK
Dünya petrol fiyatları yılbaşından bu yana yükseliş eğiliminde iken hep bir yerden geriye döneceği beklentisi vardı. Ancak bu beklentiler gerçekleşmeyip bir varil petrolün fiyatı 50 dolara kadar dayanınca, bunun dünya ekonomisine maliyetinin ne olacağı tartışılmaya başladı.
OECD’ye (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı) bağlı bir kuruluş olan Uluslararası Enerji Ajansı’nın (International Energy Agency-IEA) geçen mayıs ayında yayınladığı bir rapor bu konuyu ele alıyor. Söz konusu raporda petrol fiyatlarının 2003 yılındaki 25 dolarlık düzeyinden 35 dolara 10 dolarlık kalıcı bir artış göstermesinin, 2004 ve 2005 yıllarındaki etkileri analiz ediliyor.
EIA uzmanlarının hesapları, böyle bir artışın bir bütün olarak OECD ülkelerinin GSYİH’sını (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) yüzde 0.4 oranında düşüreceğini gösteriyor. Enflasyon oranının 0.5 puan, işsizlik oranının 0.1 puan artacağı hesaplanıyor. Cari işlemler dengesine ise 2004’te 32, 2005’te 42 milyar dolarlık ekstra bir yük getireceği tahmin ediliyor.
Yapılan hesaplara göre, petrole bağımlılığı yüksek olan Avrupa Birliği ülkelerinde GSYİH’deki kayıp biraz daha fazla ve yüzde 0.5 düzeyinde olacak. ABD, aynı zamanda önemli bir petrol üreticisi olduğu ve ihtiyacının önemli bir bölümünü kendisi karşılayabildiği için yüzde 0.3’lük kayıpla kurtulacak.
Petrol ihracatçıları dışındaki gelişmekte olan ülkelerin, petrol fiyatlarındaki artıştan gelişmiş ülkelere göre daha fazla olumsuz etkiye maruz kalacağı tahmin ediliyor. Çünkü bu ülkelerde petrole bağımlılık daha yüksek ve enerji kullanımında etkinlik de yok. Gelişmekte olan ülkelerde bir birim üretim için harcanan petrol miktarı gelişmiş ülkeler düzeyinin 2 katını buluyor. Yapılan hesaplara göre, petrol fiyatlarındaki 10 dolarlık artış Asya’da GSYİH’yı yüzde 0.8, yüksek borçlu fakir ülkelerde ise yüzde 1.6 düşürecek.
Petrol fiyatlarındaki 10 dolarlık artışın dünya ekonomisinin GSYİH’sını ise 0.5 puan düşüreceği hesaplanıyor. Bu ise 255 milyar dolarlık bir kayıp anlamına geliyor.
IMF İLE NİKAH 3 YIL DAHA UZUYOR
IMF ile 2002 yılında imzaladığımız 18’inci stand-by anlaşmasının süresi önümüzdeki şubat ayında doluyor. Bu tarihten sonra IMF ile ilişkinin devam edip etmeyeceği bir süre öncesine kadar belirsizdi. İktisatçıların çoğu bu ilişkinin bir şekilde devam etmesi taraftarı iken hükümet buna isteksiz gibiydi.
Ancak geçen ay için Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı açıklama ile IMF ile yeni bir stand-by anlaşmasının imzalanacağı duyuruldu. Ardından IMF heyeti Türkiye’ye çağrıldı ve yeni anlaşma ile ilgili ilk görüşmeleri yapıp gitti. 3 yıllık olması beklenen yeni anlaşmanın ne kadar kredi kullanımını içereceği gibi ayrıntıların birkaç ay içinde netleşmesi bekleniyor.
Finansman ihtiyacı büyüyorHükümeti fikir değiştirmeye zorlayan temel neden Türkiye’nin dış finansman ihtiyacının ciddi bir şekilde artmaya başlaması ve dünya konjonktürünün de bu ihtiyacı kendi başımıza karşılama ihtimalini giderek azaltması. Gelişmiş ülkelerde faiz oranlarının artmaya başlaması, göçmen kuşlar misali dünyayı dolaşan global sermayenin yakında yeniden bu ülkelere yönelmeye başlayacağı görüşüne yol açtı. Bu durumda Türkiye’nin de son 2 yıldaki kadar ucuz ve kolay dış borç bulması mümkün olmayacak. İşte hükümet bu zorluk nedeniyle IMF’nin desteğini bir süre daha arkasına almayı tercih etti gibi görünüyor.
IMF’nin geçen haziran ayında yayınladığı Türkiye raporunda önümüzdeki yıllardaki dış finansman ihtiyacına yönelik hesaplar mevcut. Yapılan projeksiyonlara göre, geçen yıl 54.7 milyar dolar olan finansman ihtiyacı, bu yıl 7 milyar dolarlık artışla 61.7 milyar dolara çıkacak. Gelecek yılki finansman ihtiyacı da buna yakın olacak. Daha sonra ise bu tutar yavaş yavaş yükselecek ve 2008’de 67.4 milyar dolara ulaşacak.Önümüzdeki 2 yılda dış finansman ihtiyacını artıracak en önemli gelişme IMF’den son 3 yılda aldığımız kredilerin geri ödemelerinin yoğunlaşmaya başlaması olacak. Geçen yıl IMF’ye 1.7 milyar dolar ödemiş ve bunu da aldığımız aynı miktardaki kredi ile finanse etmiştik. Bu yıl ise alacağımız kredi miktarı 1.9 milyar dolarda kalırken, ödememiz gereken tutar 4.7 milyar doları bulacak. 2005’te sadece 0.7 milyar dolar kredi alacak, buna karşılık 7.6 milyar dolarlık ödeme yapacağız. 2006’da ise alacağımız yeni kredi sıfır, ödememiz gereken tutar 11.6 milyar dolar olacak. 2007 ve 2008’de ise borç geri ödemeleri azalacak.
İşte IMF ile yeni bir stand-by anlaşması yapılıp taze kredi alınmasıyla bu geri ödemelerin azaltılması planlanıyor.
IMF’nin dış finansman ihtiyacı projeksiyonunda bu yılki cari açık 9.5 milyar dolar olarak varsayılmış. Önümüzdeki yıllarda ise bu tutarın 7-8 milyar dolar arasında gerçekleşmesi bekleniyor. Cari açıktaki mevcut gidişat bu yıl için 10 milyar doların üzerinde bir değere işaret ediyor. Ekonomide yumuşak inişi sağlayamazsak gelecek yıllardaki cari açıklar da öngörülenden daha yüksek gerçekleşebilir. Bu durumda finansman ihtiyacı IMF’nin tahminlerinden daha yüksek olabilir.
IMF’nin projeksiyonunda finansman ihtiyacının tamamının yeni kaynaklarla karşılanamayacağı ve rezervlerin kullanılması gerekeceği öngörüsü yapılıyor. Buna göre bu yıl için 32.4 milyar dolar olması beklenen rezervlerin 2008 yılında 20.8 milyar dolara kadar inmesi bekleniyor. Rezervlerde bu boyutta bir erime ise dış borçların sürdürülebilirliği konusunda endişe yaratabileceğinden çok tehlikeli.
IMF ile kredi desteği içeren yeni bir anlaşmanın imzalanması bu nedenlerle iyi olacak. Yalnız yeni anlaşmada Türkiye’nin net borç ödeyicisi konumunun korunması şart. Çünkü kalan borcu iyice azaltıp 20’nci stand-by’a gerek kalmadan IMF’den boşanmamız ancak bu şekilde mümkün olacak.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?