2001 krizi sonrasında uygulanan istikrar programlarının ekonominin krizlere dayanma gücünü artırdığı son yıllarda bazı iktisatçılarının öne sürdüğü ve bizim de benimsediğimiz bir görüş idi. Bu görü...
2001 krizi sonrasında uygulanan istikrar programlarının ekonominin krizlere dayanma gücünü artırdığı son yıllarda bazı iktisatçılarının öne sürdüğü ve bizim de benimsediğimiz bir görüş idi. Bu görüşün doğruluk derecesini, mayıs ve haziran aylarında finansal piyasalarda yaşanan dalgalanma sırasında test etme olanağını bulduk. Bizim düşüncemiz ekonominin bu testten yüzünün akıyla çıktığı yönünde. Çünkü son 20 yılda üç büyük krize yol açan bir süreci bu kez çok daha az hasarla atlattık.
Merkez Bankası’nın tanımını esas alarak Ocak 1992-Haziran 2006 dönemine ait aylık sıcak para hareketlerini hesapladığımızda, mayıs ayında ülkemizi terk eden paranın üç büyük kriz sırasında çıkan miktardan hiç de az olmadığını görüyoruz. Hatta Mayıs 2006’da gerçekleşen sıcak para çıkışı, 1994 krizinin tetiğinin çekildiği Ocak-Şubat 1994’te gerçekleşen sıcak para çıkışını epey aşıyor. Fakat bu sermaye kaçışının kurlarda ve faizlerde yarattığı yükseliş bu kez kriz dönemlerindeki kadar olmadı. Enflasyondaki yükseliş de geçmişteki kadar olmayacak gibi. Önceki sermaye kaçışlarından sonra ekonomi derin krizlere girmiş iken, bu kez büyüme de çok fazla zarar görmeyecek gibi görünüyor. İşte bütün bunlar da Türkiye ekonomisinin geçmişe göre epey sağlamlaştığına işaret ediyor.
Ekonomi nasıl sağlamlaştı?
Türkiye ekonomisinin sağlamlık derecesinin artmasına en büyük katkı kamu maliyesinde disiplinin sağlanmasından geldi. Sağlanan disiplin kamu açıklarını ve borç stoku düzeylerini tehlike sınırlarının altına çekerken, faiz oranlarının ve enflasyonun düşmesine de katkıda bulundu. Kamu maliyesinde sağlanan disiplin olmasa, Merkez Bankası’nın yüksek enflasyona karşı açtığı savaşı kazanması olanaksızda.
Daha 5 yıl önce yüzde 16.5 düzeyinde olan bütçe açığının milli gelire oranının geçen yıl yüzde 1.7’ye düşmesinin ekonominin sağlamlık derecesini artırdığına hiç kuşku yok. 2001’de yüzde 51’e kadar çıkan faiz ödemelerinin bütçe içindeki payının geçen yıl yüzde 32’ye inmesi ve 2001’de yüzde 90’ı bulan kamunun net borç stokunun milli gelire oranının geçen yıl yüzde 55’e gerilemesi de ekonominin dayanma gücünü artıran faktörler arasında. Bütçe açığının, faiz ödemelerinin ve borç yükünün azalması Hazine’yi her ne pahasına olursa olsun borçlanma zorunluluğundan kurtardı. Böylece bu kez, 1994 ve 2001’de yapıldığı gibi, kaçan sermayeyi geri çekmek için süper faizli bonolar çıkarmaya ihtiyaç duyulmadı.
İmaj da önemli
Kamu maliyesinde yaşanan iyileşme Türkiye’nin dış dünyadaki imajını da düzeltti. Örneğin, bütçe açığımızın “kale gibi sağlam” ekonomilere sahip olduğu varsayılan Almanya ve Fransa gibi gelişmiş ülkelerdekinin bile altına düşmesi, Türkiye’yi uluslararası spekülatörlerin gözünde “çantada keklik” bir ülke olmaktan çıkardı.
Her ne kadar Türkiye’de bazı iktisatçılar borç stokundaki mutlak değişime bakmayı tercih etseler de dünyadaki genel uygulama, oransal değişime bakmak. Bu nedenle borç stokunun milli gelire oranının son dört yılda 35 puan gerilemesi de Türkiye’nin artık kağıttan bir kule olmadığını yabancılara anlattı.
Ekonominin sağlamlık derecesinin artmasına enflasyondaki düşüş de büyük katkıda bulundu. Enflasyonun 1990’lı yıllarda Güney Amerika’da bile yenilgiye uğratılmasından sonra, tek tük kalan yüksek enflasyonlu ülkeler kafadan çürük sepetine atılmaya başlanmıştı. Son dört yılda enflasyonun yüzde 70’lerden yüzde 7’lere kadar indirilmesi, Türkiye’yi bu sepetin dışına çıkardı.
Finansal sağlamlığın etkisi
2001’de krize girmemize yol açan finansal kesimdeki zayıflığın giderilmesi de Türkiye ekonomisinin krizlere dayanma gücünü artırdı. Kamu bankalarının finansman açıklarının kapatılmasından ve sorunlu özel bankaların sistemden çıkarılmasından sonra, finans sektörü mali piyasalardaki her dalgalanmada uçurumun eşiğine gelmekten kurtuldu.
Merkez Bankası’nın yeni hesaplamaya başladığı bir endeks olan finansal sağlamlık endeksi, finans kesiminde 2001 krizinden bu yana yaşanan düzelmeyi açıkça gösteriyor. 2001 krizinden önce 100’ün altında olan bu endeksin değeri şu sıralarda 116’nın üzerinde bulunuyor. Bankacılık sektörünün risklerini ve kırılganlıklarını yansıtacak rasyolar kullanılarak hesaplanan finansal sağlamlık endeksindeki yükseliş, finans kesiminin gücünün arttığına işaret ediyor.
Siyasi istikrarın önemi
Türkiye ekonomisinin sağlamlık derecesinin son dört yılda artmasında sadece ekonomide değil siyasette yaşanan gelişmelerin de etkisi var. Bu dönemde siyasette yaşanan en önemli gelişme, 10 yıldan fazla süren koalisyonlar döneminin sona ermesi ve bir tek parti iktidarının kurulması oldu. Tek parti iktidarıyla, alınacak her karar öncesinde koalisyon ortakları arasında uzun uzun pazarlıklar yapılması dönemi bitti ve çıkarılması gereken yasalar için duyulan “Acaba Meclis’ten geçecek mi?” endişesi de azaldı. Böylece de ekonomide sorun yaşandığı dönemlerde hükümetin verdiği sözlerin piyasaları sakinleştirme olasılığı arttı.
2001 krizi sonrasında Merkez Bankası’na yasal bağımsızlık verilmesi de bizce ekonominin sağlamlığını artıran faktörler arasında. Çünkü, bu bağımsızlık Merkez Bankası’nın finansal piyasalar üzerindeki hakimiyetini artırıyor ve yaşanan arızalara da anında müdahale etme imkanını veriyor. Tabii yasal bağımsızlığın uygulamada da görülmesi gerekiyor. Merkez Bankası’nın önceki yönetiminin bağımsızlıktan taviz vermemesi finansal piyasalarda pek çok dalga tehlikesini büyümeden önlemişti. Mayıs ve haziran aylarında yaşanan dalgalanmanın nedenleri arasında ise Merkez Bankası’nın yeni yönetiminin bağımsızlığa sahip çıkamayacağı endişesi de vardı.
Dış açık riski
Son 4 yılda ekonominin sağlamlık derecesini olumsuz etkileyen tek gelişme ise dış dengede görüldü. Cari açığın milli gelire oranının daha önce görülmemiş bir düzey olan yüzde 6’nın üzerine çıkması ekonomiyi döviz piyasasındaki dalgalanmalara açık hale getirdi.
Ancak, dış açığın finansman kalitesinde görülen iyileşme dış açığın yarattığı bu riski sınırlıyor. Son 20 yılda yaşadığımız üç kriz öncesinde dış açığın finansmanı neredeyse tamamen sıcak paraya dayanıyordu. Bu nedenle sıcak paranın yurtdışına uçuşa geçmesi cari açığı finanse edilemez hale getirmiş ve dış dengenin sağlanması için ekonominin küçülmesi kaçınılmaz olmuştu. Son dalgalanmada söz konusu kriz dönemlerindeki kadar sıcak para çıkışı olmasına rağmen benzer gelişmelerin görülmemesi ise cari açığın finansmanının artık doğrudan yabancı yatırımlar ile uzun vadeli kredilere dayanmasından kaynaklanıyor.
Türkiye’ye gelen doğrudan yabancı yatırım tutarı geçen yıla kadar birkaç milyar doları aşmıyordu. 2005’te ise gelen doğrudan yabancı yatırım tutarı 9.8 milyar doları buldu. Bu yıl ise ilk 6 ayda 8.8 milyar doları bulan bu tutarın yıl sonuna kadar 20 milyar dolara yaklaşacağı tahmin ediliyor.
Dış açıkta riski azaltan ve dolayısıyla ekonominin sağlamlaşmasına katkıda bulunan faktörler arasında kısa vadeli dış borçların oransal olarak azalması da var. Asya krizinden sonra bu konuda geliştirilen bir kriter Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinin kısa vadeli dış borçların üzerinde olmasını gerektiriyor. 2000 yılında döviz rezervleri dış borçların altındayken bugün yüzde 33 üzerinde bulunuyor. Bu da Türkiye’ye yönelecek bir spekülatif saldırının döviz rezervleriyle kontrol altına alınması olasılığını artırıyor ve dolayısıyla caydırıcı bir rol oynuyor.
Henüz “kale gibi” değiliz
Fakat ekonomimiz her ne kadar geçmiş yıllara göre sağlamlaşmış olsa da henüz “kale gibi sağlam” denilebilecek bir duruma gelmiş de değiliz. Ekonomimiz mayıs ve haziran aylarında yaşadığımız büyüklükte dalgalara yine dayanır. Fakat son beş yılda inşa ettiğimiz “dalgakıran”ı aşacak büyüklükte dalgalarla karşılaşma ihtimalimiz de var. Bu nedenle söz konusu dalgakıranı daha da yükseltmemiz şart.
Dalgakıranın boyunu yükseltmenin ilk yolu ekonominin ithalata bağımlı yapısını azaltmaktan ve böylece büyümenin cari açığa bağlı olmasını önlemekten geçiyor. Bu ise hükümetin uzun vadeli bir plan ve program çerçevesinde hammadde ve ara malı üreten sanayilerin gelişmesini desteklemesini gerektiriyor. Son dönemde Türkiye’nin rafineri yatırımları için gözde bir ülke haline gelmeye başlaması bu konuda umut veriyor.
Her yıl 500 bin genç işgücü piyasasına girdiğinden ve bunları iş güç sahibi yapmak için de en az yüzde 6’lık büyüme şart olduğundan, cari açığı kısmak için büyümeyi yavaşlatma gibi bir seçeneğimiz ise yok. Çünkü, böyle bir durumda cari açığın küçülmesi ekonominin sağlamlık derecesini artırırken, işsizliğin artması ise tam tersi etkilere yol açacak.
Dalgakıranın boyunu yükseltmenin bir yolu da ekonomide verimliliği artırarak dış pazarlardaki rekabet gücümüzü yükseltmekten geçiyor. İstihdam vergilerinin azaltılması ise bu konuda atılması gereken ilk adım gibi görünüyor.
Gedik açılmamalı
Ekonominin sağlamlık derecesi, dalgakıranda son dönemde açılan gediklerin bir an önce kapatılması ve yeni gediklerin açılmasına olanak verilmemesi yoluyla da artırılabilir. Bu gedikler hükümetin Merkez Bankası’na yeni başkan seçiminde izlediği yol ile yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda yarattığı tartışmalar nedeniyle açılmıştı. Ekonomide yaşanan dalgalanmadan sonra hükümet bu konuda geri adım attı. Ancak, önümüzdeki yıl yapılacak iki seçim nedeniyle piyasalar hala diken üzerinde duruyor. Hükümetin cumhurbaşkanlığı seçiminde uzlaşmacı bir tutum takınması ve genel seçimler öncesinde ise “seçim ekonomisi” uygulamasına fazla sapmaması, ekonominin krizlere dayanma gücünü koruması için şart görünüyor.
Enflasyon Merkez’i Dinlemiyor
Geçen ay bu sayfalarda, Merkez Bankası’nın 14 Temmuz’da hükümete verdiği Enflasyon Mektubu’nda yer alan 2006 ve 2007 yılı enflasyon öngörülerine yer vermiştik. Merkez Bankası, 28 Temmuz’da yayınladığı üçüncü Enflasyon Raporu’nda bu öngörülerinde biraz değişiklik yaptı. Fakat temmuz ayı enflasyon oranları açıklandığında, bu değişikliğin pek hayırlı olmadığı anlaşıldı. Çünkü, temmuz ayında yıllık enflasyon, Merkez Bankası’nın daha bir hafta önce yayınladığı raporunda yer alan tahmin aralığının üstüne taştı.
Esasında Merkez Bankası enflasyon öngörülerini rakamsal olarak vermiyor, bir grafik olarak yayınlıyor. Bu nedenle bu öngörüleri grafikten yaklaşık olarak kestirebiliyoruz. Son Enflasyon Raporu’nda yer alan grafikte temmuz sonu için yıllık enflasyon beklentisinin üst sınırı yüzde 11.1 gibi görünüyor. Temmuz ayındaki gerçekleşme ise yüzde 11.7 oldu. Merkez Bankası’nın 14 Temmuz tarihli Enflasyon Mektubu’nda yer alan temmuz ayı enflasyon öngörüsünün üst sınırı ise gerçekleşmeye daha yakın ve yüzde 11.5 gibi bir yerdeydi.
Temmuz ayı enflasyonu sadece Merkez Bankası uzmanlarının tahmininden değil piyasadaki genel beklentiden de yüksek çıktı. Ancak, Merkez Bankası’nın öngörülerinin tutmaması geleceğe ilişkin beklentileri piyasa tahminlerinin tutmamasından daha olumsuz etkiliyor. Finansal piyasalarda mayıs ve haziran aylarında yaşanan dalgalanmada tetiği çeken faktörlerden biri de, Merkez Bankası’nın yıllık enflasyonda düşüş beklediği nisan ayında tam tersine yükseliş yaşanmasıydı. Bu nedenle Merkez Bankası’nın tahmin yöntemlerini gözden geçirmesi şart gibi görünüyor.
Dış Açıkta Daralma Zor
Dış dengede yılın ilk yarısı mevcut trendlerde kayda değer bir değişiklik olmadan kapandı. Kurlarda ve faizlerde yaşanan yükselişten sonra ekonominin yavaşlayacağı beklentisi yılın ikinci yarısında dış açıkta bir düzelme olacağı beklentisine yol açmıştı ama yayınlanan son verilerden sonra bu umut kayboldu. Merkez Bankası’nın düzenlediği beklenti anketlerinin sonuçları, mayıs ayında 27.5 milyar dolarken haziran ayında 25.5 milyar dolara kadar inen yıl sonu cari açık beklentisinin son iki ayda yeniden yükselerek 26.5 milyar dolara çıktığını gösteriyor.
Aslında finansal piyasalarda yaşanan dalgalanma sırasında ihracat performansında bir yükseliş görüldü. Kurlardaki yükselişin yeni ihracat bağlantılarına yansıması için 2-3 aylık bir süre gerektiğinden, ihracattaki bu artışın ne kadarının kur etkisinden kaynaklandığı belli değil. Ancak mayıs ve haziran aylarında ihracatın hızlandığı bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Haziran ayında ithalatta hafif bir yavaşlama olduğu da dikkati çekiyor.
Dış ticaretteki bu gelişmeler haziran ayında cari işlemler dengesine de olumlu yansıdı ve aylık cari açıkta gerileme yaşandı. Ancak, aylık cari açık yine de geçen yılki düzeyinin üzerinde olduğundan yıllık cari açıktaki yükseliş durmadı. Yıllık cari açık 28.7 milyar dolara ulaşıp yeni bir rekor kırdı.
Fakat temmuz ayına ilişkin geçici veriler pek olumlu değil. Haziran ayında 4.2 milyar dolara gerileyen aylık dış ticaret açığı temmuz ayında 5 milyar dolara yaklaşacak gibi görünüyor. Kurların yeniden gerilemeye başlaması ve ekonomide ilk etapta düşünüldüğü kadar yavaşlama olmayacak gibi görünmesi ise önümüzdeki aylar için de umut vermiyor.
Büyüme İşizliği Azaltmaya Başladı
2001 krizinden sonra hızla yükselen işsizlik oranı 2003 yılının ikinci yarısından itibaren yavaşça düşmeye başlamıştı. Ancak, bu süreç zaman zaman kesintiye de uğramıştı. Bu kesintilerin sonuncusu geçen yılın son çeyreği ile bu yılın ilk çeyreğinde yaşandı. Fakat geçen ay açıklanan veriler, ikinci çeyrekte düşüşün yeniden başladığını gösteriyor.
İşgücü piyasası verileri 2005 yılı başından bu yana aylık olarak yayınlanıyor. Ancak bu aylık veriler, ilgili olduğu ayın öncesi ve sonrasındaki aylarla birlikte, üç aylık bir dönemin ortalamasını gösteriyor. Bu nedenle şubat, mayıs, ağustos ve kasım verileri aynı zamanda üçer aylık dönemlere ait veriler oluyor ve 2000-2004 döneminde yayınlanan üçer aylık verilerle karşılaştırma olanağı ortaya çıkıyor.
Bu karşılaştırmayı yaptığımızda 2006’nın ikinci çeyrek dönemindeki işsizlik oranının 2001 krizinden bu yana gerçekleşen en düşük işsizlik oranı olduğunu görüyoruz.
Grafikte de gördüğünüz gibi, işgücü piyasası verilerinde çok açık bir mevsimsellik var. İlk çeyrekte yüzde 9.9 olan işsizlik oranının ikinci çeyrekte yüzde 8.8’e inmesi bu mevsimsellikten kaynaklanıyor. Ancak, ikinci çeyrekteki işsizlik oranının geçen yılın aynı dönemindeki yüzde 9.2’lik oranın altında olması, işsizlikte mevsimsel nedenlerin ötesinde de bir gerileme olduğunu gösteriyor. Her ne kadar istihdamsız büyüme tartışmaları hiç bitmese de, ekonomideki hızlı büyüme yavaş yavaş işsizliği düşürüyor. Büyümenin işsizliğe etkisinin zayıf kalmasına ise Türkiye’nin bir demografik geçiş sürecinden geçmesi ve işgücü piyasasına her yıl 500 bin dolayında yeni giriş olması yol açıyor.
Reel Kesimin Sinirleri Tüketiciden Daha Sağlam
Finansal piyasalarda yaşanan dalgalanma ekonomik birimlerin gelecek beklentilerini olumsuz etkiledi. Bunu düzenlenen çeşitli anketlerden ve hesaplanan endekslerden görüyoruz. Bu endeksler arasında yer alan Tüketici Güven Endeksi (TGE) ve Reel Kesim Güven Endeksi (RKGE), finansal dalgalanmanın tüketicinin beklentilerini reel kesime göre daha olumsuz etkilediğini gösteriyor. Reel kesimin ise soğukkanlılığını korumaya çalıştığı görülüyor.
Bu iki endekste de 100’ün üzerindeki değerler iyimserliğe, 100’ün altındaki değerler ise kötümserliğe işaret ediyor.
Finansal piyasalardaki dalgalanmadan önce 100’ün üzerinde olan TGE’nin değeri, dalgalanmanın ilk ayında fazla gerileme göstermedi ama ikinci ayında tam bir çöküş yaşadı. TGE’nin değeri haziran ayında 92.2’ye indi. Bu değerin 100’ün altında olması, tüketicinin kötümserleştiğini gösteriyor. TGE’nin değerinin temmuz ayında biraz daha gerileyerek 88.6’ya inmesi ise bu kötümserliğin derinleşmekte olduğu anlamına geliyor.
RKGE’nin değeri ise finansal dalgalanma esnasında zigzaglı bir seyir izledi. Mayıs ayında gerileyen RKGE haziranda biraz yükseldi ama temmuzda yeniden gerileme yaşandı. Fakat bu zigzaglı seyir esnasında 100’ün üzerinde tutunmayı başardı. RKGE’nin değerinin hala 100’ün üzerinde olması reel kesimin iyimserliğini koruduğunu gösteriyor.
Ekonominin üretim cephesinde bir yavaşlama olmaması reel kesimin iyimserliğini korumasından kaynaklanıyor. Tüketicinin kötümserleşmesi ise iç talepte bir gerilemeye yol açmış durumda. Ekonomide büyümenin sürmesi için tüketicinin güveninin yeniden kazanılması gerekiyor.
İkinci Çeyrekte Büyüme Yüksek Çıkıcak
İkinci çeyrek döneme ilişkin milli gelir verileri 11 Eylül’de açıklanacak. Finansal piyasalarda yaşanan dalgalanma bu dönemin son iki ayına denk gelmesine karşın, büyüme oranı ikinci çeyrekte de yüksek çıkacak gibi görünüyor. Bizim tahminimiz ikinci çeyrekte büyüme oranının yüzde 6.5 ile yüzde 9.5 arasında çıkacağı yönünde.
İkinci çeyrekte büyüme oranının yüksek çıkacağı beklentimiz, sanayinin performansının bu dönemde yükselmesinden kaynaklanıyor. Sanayi üretimi yılın ilk çeyreğinde geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 3.4 oranında artış göstermişti. İkinci çeyrekte bu oran yüzde 9.4’e yükseldi.
Grafikte de gördüğünüz gibi, Türkiye’de sanayi üretimindeki değişim oranı ile GSYİH (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) büyüme oranı arasında genelde bir paralellik var. Bu paralellik sanayinin ekonomideki payının yüzde 30’a yaklaşmasından kaynaklanıyor. Diğer sektörlerdeki duruma göre, GSYİH büyüme oranı sanayi üretimindeki değişim oranının biraz altında veya üstünde çıkıyor.
Yılın ilk çeyreğinde sanayinin performansı düşük olmasına rağmen, özellikle ticaret ve inşaat sektörlerindeki canlılığın etkisiyle, GSYİH büyüme oranı yüzde 6.4’ü bulmuştu. Esasında sadece 2006’nın ilk çeyreğinde değil ondan önceki beş çeyrek dönemde de ekonominin genelindeki büyüme sanayi üretimindeki değişimin üzerindeydi. Finansal dalgalanma sırasında iç talepte görülen yavaşlama nedeniyle ikinci çeyrekte hizmet sektörlerindeki durum ilk çeyrekteki kadar iyi çıkmayabilir. Fakat sanayinin yükselen performansının bunu telafi edeceğini ve büyüme oranının yüksek kalmasını sağlayacağını düşünüyoruz.
Maliye Bütçe Açığını Hedefin AltındaBekliyor
2006 yılı bütçe hedefleri belirlendiğinde dikkatimizi çeken bir husus, öngörülen bütçe açığının, 2005’te gerçekleşeceği belli olan açıktan yüksek olmasıydı. Doğrusu bu biraz da yıl sonunda hedeflenenden daha iyi bir tablo ile karşılaşılmasını sağlamayı amaçlayan bir taktik gibi kokuyordu. İlk altı ayda gerçekleşen sonuçlar da yıl sonu hedefinin çok yüksek kaldığı yönünde sinyal verince, Maliye Bakanlığı, bu yıl yayınlamaya başladığı Merkezi Yönetim Bütçe Gerçekleşmeleri ve Beklentiler Raporu’nda 2006 yılı bütçe hedeflerinde revizyona gitti.
Maliye Bakanlığı’nın son tahminlerine göre, daha önce 14 milyar YTL olarak belirlenen 2006 yılı bütçe açığı 9.2 milyar YTL olarak gerçekleşecek. Bütçe açığındaki 4.8 milyar YTL’lik bu düşüş bütçe giderlerinin daha önce öngörülenden 2.1 milyar YTL daha düşük ve gelirlerin de 2.7 milyar YTL daha yüksek gerçekleşmesinden kaynaklanacak.
Faiz oranlarındaki son yükseliş nedeniyle faiz giderleri hedefinde bir değişiklik yok. Giderlerdeki düşüşün tamamen faiz dışı harcamalardaki kısıntıdan kaynaklanması bekleniyor.
Gelirlerin öngörülenden daha yüksek gerçekleşmesine ise büyük ölçüde vergi gelirlerindeki artış katkıda bulunacak.
Faiz dışı giderlerde düşüş yönünde revizyon yapılması, faiz dışı fazlanın da yükselmesi anlamına geliyor. Daha önce 32.3 milyar YTL olarak hedeflenen faiz dışı fazlanın şimdi 37.1 milyar YTL olarak gerçekleşmesi bekleniyor.
Ancak yapılan bu revizyonlara rağmen 2006 yılı bütçe açığı hedefi hala geçen yılki gerçekleşmenin üzerinde. Yapılan revizyonlar bütçe açığının milli gelire oranında da geçen yıla göre bir düzelme getirmiyor.
Demografik Geçiş Büyümeyi Hızlandırıcak
Türkiye yaklaşık 20 yıldan bu yana “demografik geçiş” adı verilen bir süreci yaşıyor. Bu sürecin daha 2020 yılına kadar da devam etmesi bekleniyor. Demografik geçiş, 15-64 yaşları arasındakileri kapsayan çalışabilir nüfusun toplam nüfus içindeki payının artması anlamına geliyor. Demografik geçiş, 0-14 ve 65+ yaş gruplarındakilerin sayısının 15-64 yaş grubundakilerin sayısına bölünmesiyle hesaplanan bağımlılık oranının düşmesi olarak da tanımlanıyor ki bu da ilk tanımdakiyle aynı kapıya çıkıyor.
Bir ülke için çalışabilir yaştaki nüfusun artması hem bir risk hem de bir fırsat. Risk, bu nüfusa yeterli istihdam olanağı sağlanamadığı takdirde işsiz sayısının kabarması ihtimalinden kaynaklanıyor. Fırsat ise bu nüfusun iş güç sahibi yapılmasıyla ekonominin büyüme hızının yükseltilmesi ihtimalinin olmasından doğuyor.
Büyümeye etkisi pozitif
Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) bünyesindeki Ekonomi Politikaları Araştırma Enstitüsü (EPRI) tarafından geçen şubat ayında yayınlanan bir çalışma, söz konusu demografik geçiş sürecinin önümüzdeki 20 yılda Türkiye ekonomisindeki büyümeyi ne ölçüde etkileyebileceğini araştırıyor. Onur Mumcu ve Esen Çağlar’ın imzasının taşıyan çalışma “Türkiye’nin Nüfusu Zenginlik Kaynağı Olabilir mi?” başlığını taşıyor ve sonuçta bu soruya olumlu bir cevap veriyor. Ancak aynı çalışmada demografik geçiş sürecinden daha fazla yararlanılmasının eğitimde ve kurumsal yapıda iyileşme sağlanması gibi faktörlere bağlı olduğu da ortaya konuyor.
Çalışmada öncelikle 65 ülkenin 1965-1990 dönemi verileriyle kurulan bir model yardımıyla demografik geçiş sürecinin kişi başına milli gelirin büyüme oranını ne yönde etkilediği araştırılıyor. Demografik geçiş değişkeni olarak çalışma çağındaki nüfus ile toplam nüfus arasındaki artış hızı farkının kullanıldığı bu regresyon analizinden beklendiği gibi demografik geçişin büyümeyi pozitif etkilediği sonucu elde ediliyor. Daha sonra model sonuçları kullanılarak Türkiye için hesaplar yapıldığında, 1965-1990 dönemindeki büyümenin beşte birinin demografik geçişten kaynaklandığı bulgusuna ulaşılıyor.
Yine model sonuçları kullanılarak 2000-2025 dönemine ilişkin olarak yapılan hesaplar ise bu dönemde demografik geçişin büyümeye katkısının üçte bire yükseleceğini gösteriyor. Bu dönem için hesaplanan yıllık yüzde 2.44’lük kişi başına milli gelir büyüme hızının 0.82 puanının demografik geçişten kaynaklanacağı tahmin ediliyor.
Eğitim şart!
Yapılan hesaplarda Türkiye’nin eğitim değişkeni yerine Avrupa Birliği (AB) ortalaması kullanıldığında, 2000-2025 dönemi için tahmin edilen yıllık büyüme hızı 0.31 puan yükseliyor. Kurumsal kalite değişkeni olarak AB ortalaması alındığında büyüme hızında 1.02 puanlık yükseliş oluyor. Hem eğitimde hem de kurumsal kalitede Türkiye verileri yerine AB ortalamasının ikame edilmesi ise büyüme hızında 1.33 puanlık yükselişe yol açıyor. Bu sonuçlar eğitimde ve kurumsal kalitede iyileşme sağlanması halinde demografik geçişin büyümeye olumlu etkisinin artacağı anlamına geliyor.
Türkiye ekonomide istikrarı sağlamakta geç kaldığı için demografik geçiş sürecinin ilk yarısını pek iyi kullanamadı. Ancak hala geride değerlendirilmeyi bekleyen uzun bir süre var. Son dört yılda güç bela sağlanan istikrar bozulmazsa, bu dönem Türkiye için bir ekonomide atılım dönemi olabilir. Böylece 20 yıl sonra gelişmiş ülkeler arasında katılmasına az kalmış bir Türkiye karşımıza çıkabilir.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?