Ekonomiye Siyaset Freni

Türkiye’de siyasetin ekonomiyle yıldızı bir türlü barışmıyor. İşlerin en yolunda gittiği dönemlerde bile mutlaka olumsuz bir siyasi gelişme yaşanıyor. Bu gelişmenin faturası da ekonomiye çıkıyor. B...

1.07.2002 03:00:000
Paylaş Tweet Paylaş

Türkiye’de siyasetin ekonomiyle yıldızı bir türlü barışmıyor. İşlerin en yolunda gittiği dönemlerde bile mutlaka olumsuz bir siyasi gelişme yaşanıyor. Bu gelişmenin faturası da ekonomiye çıkıyor. Böylece siyaset ekonomiyi frenlemiş oluyor.

 

Siyasetin ekonomiyle yıldızının barışmamasının pek çok nedeni var. Bunların başında Türkiye ekonomisinin çok hassas ve kırılgan bir yapıya sahip olması geliyor.

 

Yüksek enflasyon ve ağır iç borç problemi yaşayan Türkiye’de ekonomideki tüm dengeler adeta pamuk ipliğine bağlı. Bu problemler nedeniyle mali piyasalar sürekli diken üstünde oturuyor.

 

Ekonomide dengelerin değişebileceğine yönelik bir sinyal geldiğinde bu piyasalardaki oyuncular hemen pozisyon değiştiriyor. Böylece faizler ve kurlar her siyasi gelişmede hareketleniyor.

 

Siyasetçinin rolü önemli

 

Siyasetin ekonomiyle yıldızının barışmamasında siyasetçilerin de önemli bir rolü var.

Türkiye’de siyasetçiler ekonominin son 20 yılda yaşadığı değişimi hala idrak edemedi. Faizler ve kurlar artık hükümetin kontrolünde değil ve piyasalarda serbestçe belirleniyor. Ekonomide tüm dengeler pamuk ipliğine bağlı olduğu için, herkes geleceğe yönelik bir sinyal alabilmek için siyasetçilerin ağzının içine bakıyor.

 

Ancak, siyasetçiler bunun farkında değilmiş gibi aldıkları kararların ekonomiyi nasıl etkileyeceğini pek dikkate almıyor. Zaman zaman ayaküstü demeçler verilip piyasaların hop oturup hop kalkmasına neden olunuyor. Sonraki gün “Ben öyle demek istememiştim” dense bile, bir kere olan olmuş oluyor.

 

Siyasetin sık sık ekonomiyi frenlemesinin bir nedeni de iş dünyasının Ankara’daki gelişmelere gerektiğinden çok daha fazla önem vermesi.

 

Evet, üretim ve yatırım kararları verilirken siyasi gelişmeleri de dikkate almak şart. Ancak, ilgili ilgisiz her siyasetçinin söylediğine kulak vermek, artık devlet politikası haline gelmiş konularda değişiklik olabileceğini düşünmek de fazla oluyor.

 

Başbakan Ecevit’in hastalığı

 

Siyasi gelişmelerin iş dünyası tarafından gereğinden fazla ciddiye alınmasında basının da rolü var. Yazılı ve görsel basın, tiraj ve rating uğruna her gelişmeyi abartarak haberleştiriyor. Ankara kulislerinde konuşulan her senaryonun sanki gerçekmiş gibi aktarılması zaman zaman herkese “Ne oluyoruz?” dedirtiyor.

 

Siyasetin ekonomiyi frenlemesine bugünlerde yine şahit oluyoruz. İki ay önce Başbakan Bülent Ecevit’in rahatsızlanıp hastaneye kaldırılmasıyla başlayan süreç, bir süredir krizden çıkış işaretleri veren ekonominin önünü tıkama noktasına kadar geldi.

 

Ecevit’in sağlık durumu belirsizliğini korurken Avrupa Birliği (AB) konusunda da tartışmaların yoğunlaşması, hükümetin geleceği konusunda endişeleri artırdı.

Piyasalar hükümetin istifasını ve erken seçim olasılığını gündeme alınca faizler yükseldi ve kurlarda sıçrama yaşandı.

 

Fatura şimdilik sadece Hazine’ye çıkmış durumda. Ancak, siyasi belirsizlik uzarsa reel ekonomi de bu gelişmelerden ister istemez etkilenecek.

 

Geçmişten alınacak dersler

 

Siyasi belirsizliğin ekonomiyi olumsuz etkilemesine son 7 yılda 3 kez tanık olduk. 1995-1999 arasında yaşanan bu 3 siyasi belirsizlik döneminin öyküsü “Konjonktür”ün üçüncü sayfasındaki kutuda yer alıyor.

 

Her 3 dönemin ortak özelliği, siyasi belirsizlik nedeniyle iç borçlanma faizleri ile döviz kurlarının yükselmesi. Faiz ve kurlardaki bu gelişmeler, ekonomiyi değişik derecelerde etkilemişti.

 

24 Aralık 1995 seçimlerinden sonra 6 aydan uzun süren belirsizlik ortamında faizlerdeki ve kurdaki yükselme enflasyondaki gerileme eğiliminin sona ermesine ve yeniden yükselmesine neden olmuştu. Önünü görmekte zorlanan sanayici üretimi yavaşlatınca ekonominin büyüme hızı da gerilemişti.

 

RP-DYP koalisyon hükümetinin tasfiye edildiği 28 Şubat sürecinde siyasi belirsizliğin faturasını büyük ölçüde Hazine yüklendi. Enflasyon yeni hükümetin kurulmasından sonra yükseldi. İş dünyası Ankara’ya kulağını tıkadığı için ekonominin büyüme oranında ise bir gerileme olmadı. 

 

“Türkbank skandalı” sonrasındaki siyasi belirsizlik ortamı ise ekonominin içinde bulunduğu krizin üzerine tuz biber ekmişti. Enflasyondaki gerileme eğilimi durmuştu. Ekonomideki küçülme ise hızlanmıştı.

 

Ekonomide neler olabilir?

 

Geçmişte yaşanan gelişmeler dikkate alındığında siyasi belirsizliğin uzaması halinde şunların olması beklenebilir:

 

* Siyasi belirsizliğin ilk etkisi her zaman faizlerde görülüyor. Nitekim son gelişmeler de hemen faizleri yükseltti. İç borçlanma ihalelerindeki faiz oranı nisan ayı sonunda yüzde 52.5’e kadar gerilemişti. Biz “Konjonktür” bölümünü hazırladığımız sırada yapılan son ihalede ise Hazine yüzde 73.9 oranında faizle borçlanabilmişti. Siyasi belirsizlik uzarsa faizler yeniden yüzde 100’leri görebilir.

 

* Tıpkı geçmişte olduğu gibi son siyasi gelişmeler de kurların sıçramasına neden oldu. Yılın ilk 5 ayında 1 milyon 300 binlere oturan dolar kuru, geçen ay 1 milyon 500 bin liranın üzerine yükseldi. Siyasette sular durulmazsa kurların nereye kadar yükselebileceğini öngörmek çok zor.

 

* Enflasyon son aylarda olağanüstü bir gerileme eğilimi içinde. Mayıs ayı sonunda yıllık enflasyon yüzde 50’nin altına indi. Beklentiler yıl sonunda enflasyonun hükümetin hedefi olan yüzde 35’in altına inebileceği yönünde. Ancak, kurlardaki yükseliş devam ederse enflasyondaki gerileme durur. Yüzde 35’lik enflasyon hedefi hayal olur.

 

Durgunluk tehlikesine dikkat

 

* Geçen yılı krizde geçiren ekonomiden mart ayından bu yana canlanma sinyalleri geliyor. Sanayi üretimi mart ve nisan aylarında çift haneli artışlar gösterdi. Mayıs ayında kapasite kullanım oranının yükselmesi, sanayi üretimindeki artışın bu ayda da sürdüğünü gösteriyor. Böyle giderse ekonomi bu yıl hükümetin yüzde 3’lük hedefinin üzerinde bir büyüme oranı tutturabilir. Ancak siyasi belirsizliğin uzaması halinde, yükselen faizler tüketim ve yatırım kararlarını olumsuz etkileyeceği için, sanayici üretimi rölantiye alabilir. Böylece ekonomi bu yılı da durgun geçirebilir.

 

Ekonomide olumsuz gelişmelerin yaşanmaması için, siyasetteki belirsizliğin bir an önce ortadan kaldırılması gerekiyor. Öncelikle Başbakan Ecevit’in sağlık durumunun açıklığa kavuşturulması şart. AB konusunda da partiler bir asgari müşterek de uzlaşma yoluna gitmeli.

 

Eğer bu sorunlar çözülemeyecekse, sürüncemede bırakmak yerine yeni bir hükümet modeli üzerinde çalışmak ya da bir an önce erken seçime gitmek belki de daha iyi olacak.

 

Uzun vadeli tedbirler

 

Uzun vadede ise siyasetin ekonomi üzerindeki etkisinin minimuma indirilmesi için yapılması gereken başka şeyler var. Burada siyasetçilere olduğu kadar ekonomik kamuoyuna da iş düşüyor tabii.

 

Ekonominin siyasi gelişmelere karşı bağışıklık kazanması için yapılması gerekenleri şöyle özetlemek mümkün:

 

* Öncelikle ekonomiyi siyasi gelişmelere karşı hassas kılan yapıyı değiştirmek şart. Türkiye’de enflasyon bu kadar yüksek olmasa ve bu kadar ağır bir iç borç sorunu bulunmasa siyaset ne kadar karışırsa karışsın faizlerde fazla yükseliş olmayacak. Hükümetin geliri giderini karşılasa, Hazine mali piyasalarda tok alıcı rolünü oynayacak. Böyle bir durumda borç verenler risk primini istedikleri gibi artırma imkanını bulamayacak.

 

* Siyasetçilerin ağızlarından çıkan her kelimeyi dirhemle tartmayı artık öğrenmeleri gerekiyor. Piyasaların her söylediklerinden bir mesaj çıkardığını bilerek, ayak üstü demeçler verme alışkanlığından vazgeçmeleri şart. Kamuoyuna verecekleri mesajları, ekonomiyi nasıl etkileyeceğini de dikkate alarak, ince eleyip sık dokuduktan sonra açıklarlarsa daha iyi olacak.

 

“İtalya modeli” işler mi?

 

* İş dünyasının da siyasi gelişmelere gerektiğinden fazla önem vermemesi gerekiyor. Siyasette hangi gelişme yaşanırsa yaşansın Türkiye hükümetsiz kalmaz. İşbaşına gelecek hiçbir hükümetin de Türkiye’nin devlet politikası haline gelen AB’ye üyelik gibi hedeflerden sapması mümkün değil. O halde iş dünyası için en iyisi Ankara’daki gelişmeleri çok fazla abartmadan kendi işine bakmak. Bu konuda İtalya en iyi örnek. İtalya’da hükümetler bizdekinden daha sık değişiyor ama ekonomi de gelişimini sürdürüyor.

 

* Basının üzerine düşen görev ise siyasi gelişmeleri abartmaktan kaçınmak. Sonuçta ekonomi hepimizin ekmek teknesi. Siyasi gelişmelerin abartılarak haberleştirilmesi ilk anda tirajı ya da ratingi artırabilir belki. Ancak, yaşanan gelişmeler ekonomiye zarar verdiğinde, basının en önemli gelir kaynağı olan reklam gelirlerinin azalacağını da unutmamak şart. 

 

İLK FATURA YİNE HAZİNE’YE ÇIKTI

 

Siyasi ortamın gerginleştiği, geleceğe yönelik belirsizliğin arttığı her dönemde ilk fatura Hazine’ye çıkar. Çünkü, böyle dönemlerde borç verenler risk primini yükseltir ve iç borçlanma faizleri artar. Faizlerdeki artış da Hazine’nin borçlanma maliyetini yükseltir. Hazine durduk yerde ek faiz yüküyle karşı karşıya kalır.

 

Siyasette yaşanan son gelişmeler de ilk faturayı yine Hazine’ye çıkardı. Bu gelişmeler öncesinde iç borçlanma faizleri düşüş eğilimindeydi. Şubat ayı sonunda yüzde 71.5 olan faiz oranı, nisan ayında yapılan son ihalede yüzde 52.5’e kadar düşmüştü. Faizin daha da düşmesi bekleniyordu ama siyasi ortamın karışması mayıs ayı başından itibaren yeniden yükselişe yol açtı. Biz “Konjonktür” bölümünü hazırlamadan önce yapılan son ihalede faiz yüzde 73.9’a kadar çıkmıştı.

 

Siyasi belirsizliğin Hazine’ye ne kadar fatura çıkardığını tespit etmek için biz şöyle bir yol takip ettik:

 

* Mayıs ayı başından haziran ortasına kadar Hazine 7 ihale düzenledi. Bu ihalelerde 8 katrilyon 285 trilyon liralık net borçlanma yaptı. Vade sonlarında 10 katrilyon 673 trilyon liralık ödeme yapma yükümlülüğü altına girdi. Bu ödemenin 2 katrilyon 389 trilyon lirası faiz olacak.

 

* Bu 7 ihalede faiz oranı giderek yükseldi. Oysa olumsuz siyasi gelişmeler olmasa faiz en kötü ihtimalle nisan ayı sonundaki yüzde 52.5’lik düzeyinde sabit kalacaktı.

 

* 7 ihalede de yıllık bileşik faizin yüzde 52.5 olduğu varsayılarak hesap yapıldığında, 8 katrilyon 285 trilyon liralık net borçlanma için vade sonunda ödenmesi gereken para 10 katrilyon 408 trilyon lira çıkıyor. Bunun 2 katrilyon 124 trilyon lirasını faiz oluşturuyor.

 

* İlk hesaplamada bulunan faiz düzeyi son hesapta bulunandan çıkarıldığında 265 trilyon liralık bir sonuca ulaşılıyor. İşte bu Hazine’ye siyasi belirsizlik nedeniyle çıkan fatura.   

 

Bu hesapta siyasi gelişmeler olmasaydı faizdeki düşüşün süreceği de varsayılabilir tabii. Bu durumda fatura biraz daha kabarık oluyor. Örneğin son 7 ihalede gerçekleşen faiz yüzde 50 olarak varsayıldığında, Hazine’ye binen ek faiz yükü 360 trilyon liraya çıkıyor.

 

SİYASİ BELİRSİZLİK ÜZERİNE 3 ÖYKÜ

 

ANAYOL MACERASI

 

NELER OLDU: 24 Aralık 1995’te yapılan erken seçimde hiçbir parti tek başına iktidar olacak oyu alamadı. O zamana kadar marjinal bir parti görünümünde olan Refah Partisi (RP), en fazla oyu alıp seçimden birinci parti olarak çıktı. Ancak, kamuoyunun büyük çoğunluğu RP’li bir iktidara karşıydı. Bu nedenle yeni hükümeti kurma çalışmaları uzadıkça uzadı. Sonunda seçimin üzerinden 2 aydan fazla bir süre geçtikten sonra 6 Mart’ta Anavatan Partisi (ANAP) ile Doğru Yol Partisi (DYP) tarafından ANAYOL adı verilen hükümet kuruldu. Ancak, bu hükümet kamuoyunun baskısıyla zoraki olarak kurulmuştu. Koalisyonun iki ortağı arasında derin görüş ayrılıkları vardı. Hükümetin ömrü sadece 3 ay sürdü ve 6 Haziran’da istifasını verdi. Koalisyondan ayrılan DYP, 28 Haziran’da RP ile yeni bir hükümet kurdu.   

 

EKONOMİ NASIL ETKİLENDİ: 6 aydan uzun süren siyasi belirsizliğin etkisi faiz ve kurlara yansıdı. Seçim öncesinde de siyasi ortam epey gergin olduğu için faizler zaten yükselme eğilimindeydi. 1995’in yaz aylarında yüzde 90’lara düşmüş olan iç borçlanma faizi, aralık ayında yüzde 180’i geçmişti. Seçim sonucunda işlerin daha da karışması faizlerin yüzde 200’ü bulmasına neden oldu. ANAYOL hükümetinin kurulmasından sonra gerileyen faiz, hükümetin istifasından sonra yeniden yükseldi. Kurlardaki aylık artış yüzde 6’nın altına pek inmedi. Bu gelişmeler, düşüş sürecinde olan enflasyonun yeniden yükselişe geçmesine neden oldu. Karamsarlığın artması reel ekonomiyi de olumsuz etkiledi. Sanayi üretiminde yavaşlama görüldü.

 

28 ŞUBAT SÜRECİ

 

NELER OLDU: RP-DYP Hükümeti, toplumun büyük çoğunluğunun içine sinmemişti. Başbakan Necmettin Erbakan’ın başbakanlık konutunda tarikat liderlerini ağırlaması gibi olaylar laikliğin elden gittiği şeklinde yorumlanıyordu. 28 Şubat 1997’de toplanan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) hükümetin irtica ile mücadele etmesine yönelik kararlar aldı. 28 Şubat’ta başlayan bu süreçte hükümetin istifa etmesi için baskılar artmaya başladı. Erbakan’ın istifa etmeye yanaşmaması, yeni bir askeri darbe olacağı korkusu yarattı. Sonunda hükümet 18 Haziran’da istifa etmek zorunda kaldı. Esasında koalisyonun iki ortağı Erbakan’ın yerine DYP lideri Tansu Çiller’in başbakan olması ile yeni hükümeti de kendilerinin kurması konusunda anlaşmıştı. Ancak, yeni hükümeti kurma görevi ANAP lideri Mesut Yılmaz’a verilince bu hesap boşa çıktı. Yeni hükümet 30 Haziran’da ANAP, DTP (Demokrat Türkiye Partisi) ve DSP (Demokratik Sol Parti) tarafından kuruldu.

 

EKONOMİ NASIL ETKİLENDİ: Siyasi gerginliğin faturası büyük ölçüde Hazine’ye çıktı. 28 Şubat sürecinde iç borçlanma faizleri 20 puandan fazla artış gösterdi ve Hazine’nin borçlanma maliyeti arttı. Dolar kurundaki artış da normalin üzerine çıktı. Enflasyon dönem boyunca yüzde 77-78 bandında kaldı. Ancak, yeni hükümetin kurulmasından sonra hızla yükselişe geçerek yıl sonunda yüzde 100’e dayandı. Reel ekonomi ise bu siyasi gerginliği fazla takmadı. İş dünyası Ankara’ya kulağını tıkayıp işine baktı. Ekonomide 2 yıldır süren hızlı büyüme 1997’de de devam etti.

 

TÜRKBANK SKANDALI

 

NELER OLDU: Hükümeti oluşturan üç parti parlamentoda çoğunluğa sahip olmadığı için sağlam bir zemine oturmuyordu. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) hükümete dışarıdan destek veriyordu. Türkbank özelleştirmesi sırasında mafyanın işin işine karıştığı ortaya çıkınca, Kasım 1998’de CHP hükümetten desteğini çekti. CHP’nin verdiği gensoru sonucunda 25 Kasım’da hükümet düştü. Daha önceden 18 Nisan 1999’da seçim yapılması kararlaştırılmıştı ama seçime nasıl bir hükümetle gidileceği şimdi belirsiz hale gelmişti. Meclisteki siyasi partilerin anlaşamaması yeni hükümetin kurulması çalışmalarını uzattı.

Hükümeti kurma görevi önce DSP lideri Bülent Ecevit’e, ardından bağımsız milletvekili Yalım Erez’e verildi. Ancak ikisi de hükümeti kurma çalışmalarında başarılı olamadı. Sonunda ikinci kez görevlendirilen Ecevit, 12 Ocak 1999’da DSP azınlık hükümetini kurdu.

 

EKONOMİ NASIL ETKİLENDİ: Siyasi kriz başladığında ekonomi zaten pek iyi durumda değildi. Ağustos ayında Rusya’da patlayan kriz sonrasında Türkiye’den de büyük yabancı sermaye çıkışı olmuş ve faizler yükselmişti. Temmuz ayında yüzde 70’lere kadar gerilemiş olan iç borçlanma faizi, ekim ayında yüzde 140’ı aşmıştı. Hükümet krizi bunların üzerine tuz biber ekti. Faiz yüzde 145’e ulaşırken kurlar da hareketlendi. Bu gelişmeler enflasyondaki gerileme eğiliminin sona ermesine neden oldu. Bu kez reel ekonomi de yaşanan olumsuz gelişmelerden yakasını sıyıramadı. Sanayi üretiminde gerileme başladı ve ekonomi krize yuvarlandı.

 

ENFLASYON YERE ÇAKILACAK MI?

 

Önceki aylarda bu sayfalarda haber verdiğimiz gibi, yıllık enflasyon mart, nisan ve mayıs aylarında olağanüstü bir düşüş gösterdi. Hatta yaşanan düşüş bizim tahminlerimizi de aştı.

 

Son üç ayda TÜFE (Tüketici Fiyatları Endeksi) enflasyonunda yaşanan düşüş 26.9 puan oldu. Şubat sonunda yüzde 73.1 olan yıllık TÜFE enflasyonu, mayıs sonunda yüzde 46.2’ye kadar geriledi.

 

Aynı dönemde yıllık TEFE (Toptan Eşya Fiyatları Endeksi) enflasyonunda yaşanan düşüş ise 42.5 puanı buldu. Şubat sonunda yüzde 91.8 olan yıllık TEFE enflasyonu, mayıs sonunda yüzde 49.3’e indi.

 

Ayrıca, mayıs ayı sonunda yıllık enflasyon TEFE’de 13 aylık, TÜFE’de ise 12 aylık bir aradan sonra yeniden yüzde 50’nin altını görmüş oldu.

 

Son dört ayda aylık enflasyon oranları sadece geçen yılın aynı aylarının değil mevsim normallerinin de çok altında çıktı. Bu durum kurların yerinde saymasından ve ekonomideki talebin pek canlı olmamasından kaynaklandı.

 

Kurların yerinde sayması, ithal hammadde ve ara malları ile fiyatı dövize endekslenmiş yerli ürünlerin fiyatlarının fazla yükselmesini önleyerek işletmelere maliyet avantajı sağladı. Talebin canlı olmaması da işletmelerin sattıklara ürünlere zam yapmalarını engelledi.

 

Enflasyondaki gidişat son dört aydaki gibi olursa yıl sonunda hükümetin hedeflerinin çok altının görülmesi mümkün olacak. Ancak kurlarda ve faizlerde yaşanan son yükseliş işlerin böyle gitmesine engel olabilir. Ayrıca ekonominin canlanması halinde de fiyat artışlarının hızlanması ihtimali var.

 

DIŞ TİCARETTE İLK ÇEYREK BİLANÇOSU

 

Devlet İstatistik Enstitüsü’nün (DİE) önceki ay sonunda mart ayı verilerini açıklamasıyla, dış ticarette yılın ilk çeyreğine ait bilanço belli olmuş oldu. Bu bilançoyu şöyle özetlemek mümkün:

 

* İhracat ocak-mart döneminde yüzde 5.9 oranında arttı. İlk 3 ayda 7 milyar 727 milyon dolarlık ihracat yapıldı. Geçen yılın aynı döneminde yapılan ihracat 7 milyar 298 milyon dolardı.

 

* İhracat yıla iyi girmiş ve ocak ayında yüzde 13.9 artmıştı. Ancak, şubat ayında yüzde 4 oranında gerileme yaşandı. Fakat bu gerileme, aynı ayda yaşanan bayram tatilinden kaynaklandığı tahmin edildiği için, fazla endişe yaratmadı. Ayrıca, Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin (TİM) verileri de mart ayından itibaren ihracatın yeniden yükselmeye başladığını gösteriyordu. Nitekim DİE’nin verileri de mart ayında ihracatın yüzde 8.6 arttığını gösterince yersiz endişeye kapılanlar da rahatladı.

 

* Ocak-mart döneminde ithalatta ise yüzde 10.2 oranında gerileme yaşandı. Bu yılın ilk 3 ayında 9 milyar 675 milyon dolarlık ithalat yapıldı. 2001’in ilk 3 ayında yapılan ithalat 10 milyar 775 milyon dolar düzeyindeydi.

 

* İlk çeyrek itibariyle ithalatta düşüş var ama aylık veriler mart ayında ithalatın arttığını gösteriyor. DİE’nin verilerine göre, mart ayında ithalat yüzde 11.1 oranında artış gösterdi. Bu durum son aylarda ekonomiden gelen canlanma sinyallerini teyit ediyor. Çünkü, Türkiye’de üretim yapısı ithalata aşırı bağımlı olduğu için, ekonomi canlandığında ithalat da mutlaka artıyor.

 

SANAYİDE İŞLER İYİ GİDİYOR

 

Siyasette yaşanan son gelişmeler öncesine ait veriler sanayide işlerin iyi gittiğini gösteriyor.

 

Sanayi üretimi 13 aylık bir aradan sonra mart ayında yeniden yükselişe geçmişti. Hem de bu üretim yükselmesi patlama şeklinde olmuş ve çift haneli olarak gerçekleşmişti. Mart ayındaki üretim artışı yüzde 18.9 düzeyindeydi.

 

Mart ayından sonra nisan ayında da sanayi üretiminde çift haneli artış yaşandı. Nisan ayında üretim yüzde 14.1 oranında arttı.

 

Yılın ilk iki ayında sanayi üretimi gerilemişti. Ancak, mart ve nisan aylarındaki yüksek oranlı artışlardan sonra, ocak-nisan dönemi itibariyle de sanayi üretiminde tatminkar düzeyde bir artış gerçekleşmiş oldu. DİE’nin verilerine göre, yılın ilk dört ayında gerçekleşen sanayi üretimi, geçen yılın aynı dönemindeki üretim düzeyini yüzde 6.1 oranında aştı.

 

Sanayi üretimindeki artışın ihracatçı sektörlerden kaynaklandığını iddia edenler var. Ancak, mart ayında olduğu gibi nisan ayında da ihracattan çok iç piyasaya çalışan sektörlerde de yüksek üretim artışları yaşandı. Örneğin petrol ürünleri sektöründe yüzde 25, kimya sanayiinde yüzde 22.7, tütün sanayiinde yüzde 21 oranlarında üretim artışları görüldü.

 

İmalat sanayi kapasite kullanım oranının yüzde 75.7 olması, sanayi üretimindeki artışın mayıs ayında da devam ettiği sinyalini veriyor. Geçen yılın aynı ayındaki kapasite kullanım oranı yüzde 70.4 düzeyinde kalmıştı.

 

Sanayideki üretim artışları böyle sürerse, bu yıl ekonomi hükümetin yüzde 3’lük hedefinin çok üzerinde bir büyüme hızı yakalayabilecek. Ancak yaşanan son siyasi gelişmelerin ekonomiye ne ölçüde yansıyacağı henüz belli değil.

 

TENSİKATLAR İLK ÜÇ AYDA DA SÜRDÜ

 

Türkiye’de işgücü piyasası ile ilgili veriler, Devlet İstatistik Enstitüsü’nün (DİE) her ay düzenlediği ama sonuçlarını üçer aylık dönemler itibariyle açıkladığı Hanehalkı İşgücü Anketleri ile derleniyor. DİE, bu anketlerin 2002’nin ilk 3 ayına ilişkin sonuçlarını önceki ayın sonunda açıkladı. Açıklanan verilere göre, işgücü piyasasında son durum şöyle:

 

* DİE’nin verileri, ilk 3 aydaki işsiz sayısını 2 milyon 462 bin kişi olarak gösteriyor. Geçen yılın aynı dönemindeki işsiz sayısı 1 milyon 809 bindi. 2001’in son çeyreğinde ise 2 milyon 335 bin işsiz vardı. Bu sonuçlar işletmelerin tensikata bu yılın ilk 3 ayında da devam ettiğini gösteriyor.

 

* Eksik istihdamdakilerin sayısının ise geçen yılın ilk 3 ayına göre az da olsa gerilediği dikkati çekiyor. Eksik istihdam, part-time çalışanlar ile işinden memnun olmadığı için yeni bir iş arayışında olanları kapsıyor. Eksik istihdamdaki azalma, ekonomideki kriz ortamının zoraki de olsa insanlara işlerini sevdirdiğini gösteriyor.

 

* DİE’nin hesaplarına göre, ilk 3 aydaki işsizlik oranı yüzde 11.8 düzeyinde. Bu oran geçen yılın aynı dönemine göre 3.2 puan artmış durumda. Eksik istihdamdakilerin oranının ise 0.1 puanlık gerilemeyle yüzde 6’dan yüzde 5.9’a indiği görülüyor.

 

* Çalışma iktisatçıları, anketlerle belirlenen işsizlik oranını pek gerçekçi bulmuyor ve bu orana eksik istihdamdakileri de katıyor. Bu durumda ilk 3 aydaki gerçek işsizlik oranı yüzde 17.7 olarak hesaplanıyor. Atıl durumda bulunan işgücünün oranı geçen yılın aynı döneminde yüzde 14.6’ydı. Eksik istihdamdakilerin sayısında azalma olduğu için, bu orandaki artış işsizlik oranındaki artışın gerisinde kalıyor.

  

4.1 MİLYON AİLE TARIMLA GEÇİNİYOR

 

Türkiye’de her 10 yılda bir tarım sayımı yapılır. Bu sayımlarla tarımsal yapı ortaya çıkarılmaya çalışılır. Son tarım sayımı geçen yıl yapılmıştı. DİE, bu sayımın ilk sonuçlarını mayıs ayı sonunda yayınladı. Yayınlanan verilere dayanarak tarımsal yapı şöyle özetlenebilir: 

 

* Türkiye’de geçimini tarımdan sağlayan 4 milyon 106 bin aile bulunuyor. Bunlar kırsal kesimdeki ailelerin üçte ikisini (yüzde 66.4) oluşturuyor. 1991 yılında yapılan önceki sayımda, kırsal kesimdeki ailelerin yüzde 85.9’unun tarımla uğraştığı saptanmıştı. Buna göre, tarımın kırsal kesim için geçim kaynağı olma özelliğinin yavaş yavaş azaldığı anlaşılıyor.

 

* En çok çiftçi ailesi Ege Bölgesi’nde yaşıyor. Ancak, kırsal kesim için tarımın en çok önem taşıdığı bölge Kuzeydoğu Anadolu. Bu bölgede kırsal kesimde yaşayan ailelerin yüzde 80.8’i tarımla uğraşıyor.

 

* Kırsal yerleşim yerlerindeki toplam arazi miktarı 668 milyon 782 bin dekar. Ancak, bu arazinin sadece yüzde 27.5’lik bölümünde (184 milyon 104 bin dekar) fiilen tarım yapılıyor.

 

* Tarım yapılan arazinin 152 milyon 373 bin dekarlık bölümü tarla. 25 milyon 858 bin dekarlık alanı meyve bahçeleri kaplıyor. 5 milyon 883 bin dekarlık alanda ise sebze ve çiçek yetiştiriliyor.

 

* Tarım arazilerinin miktarına yakın bir alan (184 milyon 831 bin dekar) orman arazisi. 146 milyon 165 bin dekarlık alan çayır ve otlak. 96 milyon 780 bin dekarlık bir arazi ise tarıma elverişli olmadığı için boş kalıyor.

 

* 19 milyon 443 bin dekarlık alan ise tarıma elverişli olduğu halde kullanılmıyor. Böylece meyve bahçelerinin kapladığına yakın bir alan atıl durumda kalıyor. Ayrıca 37 milyon 459 bin dekarlık alan da nadasa bırakıldığı için fiilen tarım yapılan arazinin dışında kalıyor. 

 

VERİMLİLİKTE YERİMİZDE SAYIYORUZ

 

Milli Prodüktivite Merkezi (MPM) önceki ay “Verimlilik Raporu” adıyla bir rapor yayınladı. Raporda yer alan bilgi ve verilere göre, Türkiye’nin verimlilik cephesindeki durumu şöyle:

 

* Ekonominin verimlilik düzeyi son 5 yıldır yerinde sayıyor. 1992 yılının baz alındığı işgücü verimliliği indeksinin 1996 yılındaki değeri 113.6’ydı. Ekonomideki krizlere paralel olarak inip çıkan bu indeksin değeri 2001 yılında 118.7 olarak gerçekleşti.

 

* Esasında sanayi ve hizmetler sektörlerinin 2001 yılındaki verimlilik düzeyi 5 yıl öncesinin de gerisinde. Tarımda ise istihdamdaki büyük düşüş nedeniyle 2000 yılında verimlilik düzeyinde sıçrama yaşandığı görülüyor. Bu durum ekonominin geneli için hesaplanan verimlilik düzeyini yukarı çekiyor.

 

* Tarımdaki verimlilik düzeyi baz alınıp üç ana sektör arasında karşılaştırma yapıldığında en yüksek verimlilik düzeyinin sanayide olduğu görülüyor. Sanayideki verimlilik düzeyi tarımdakini yaklaşık 4 kat aşıyor. Hizmetler sektöründeki verimlilik düzeyi ise tarımdakinin yaklaşık 3.5 kat üzerinde bulunuyor.

 

* Tarımda verimliliğin düşük olmasında bu sektörde yaygın olan gizli işsizlik önemli rol oynuyor. Tarımın istihdam içindeki payı yüzde 36’yı buluyor. Yapılan araştırmalar, mevcut tarımsal üretimin mevcut işgücünün yüzde 57’siyle eksiksiz olarak yapılabileceğini gösteriyor. Buna göre tarımdaki her 10 kişiden yaklaşık 4’ü gizli işsiz konumunda bulunuyor.

 

* Uluslararası karşılaştırmalar, Türkiye ekonomisindeki verimlilik düzeyinin gelişmiş ülkelerin çok gerisinde olduğunu gösteriyor. Türkiye’deki verimlilik düzeyi ABD’nin yüzde 30’u, Avrupa Birliği ortalamasının ise yüzde 38’i düzeyinde kalıyor.

 

 

Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Yorum Yaz