Enflasyon ve Büyüme

Enflasyon ve büyüme arasındaki ilişki, iktisat yazınında çok araştırılmış konulardan biridir. Birkaç yıl öncesine kadar bu konu Türkiye’de de sık sık gündeme gelirdi. Özellikle enflasyonu düşürmek ...

1.03.2006 02:00:000
Paylaş Tweet Paylaş

Enflasyon ve büyüme arasındaki ilişki, iktisat yazınında çok araştırılmış konulardan biridir. Birkaç yıl öncesine kadar bu konu Türkiye’de de sık sık gündeme gelirdi. Özellikle enflasyonu düşürmek amacıyla istikrar programlarının uygulandığı dönemlerde, ekonomide ilk sıkıntılar çıkar çıkmaz “Enflasyonu bırak, büyümeye bak” istekleri yükselirdi. 

hedEnflasyonun tek haneye iniş sürecinin başlangıcı olan 2002 başında da benzer bir tartışma yaşamış ve bu konuya o zaman da “Konjonktür” sayfalarında yer vermiştik. O yazıda enflasyonla büyüme arasında negatif yönlü bir ilişki olduğuna, yani yüksek enflasyonun büyümeyi kıstığına dikkat çekmiştik. Bu nedenle de, o günlerde ekonomik kamuoyunda büyüyememe korkusu yaşanmasına rağmen, enflasyona karşı açılan savaşa destek vermiştik.

Koşullar değişince…
Dört yıl aradan sonra bu sayıda yine enflasyon ile büyüme arasındaki ilişkiyi ele alacağız ama bu kez konuya farklı bir açıdan yaklaşacağız. Bu farkın nedeni de bugünkü koşulların dört yıl öncesinden çok farklı olması. Dört yıl önce enflasyon yüzde 70’in üzerindeydi ve o düzeydeyken enflasyona karşı açılan savaşın büyümeye zarar verme olasılığı düşüktü. Nitekim gerçekleşme de böyle oldu. Enflasyonun hızla düştüğü son dört yılda Türkiye, 1950-1953 dönemine ait, en uzun süre hızlı büyüme rekorunu egale etti. Bugün ise enflasyon yüzde 7’lerde. Biz bu noktadan sonra enflasyonla savaşın büyümeye zarar verme olasılığı olduğunu düşünüyoruz. Bu nedenle de artık enflasyonla savaşırken büyümeyi de kollamak gerektiği görüşünü taşıyoruz. Çünkü bugün bir numaralı sorun haline gelmiş olan işsizliği azaltmak için, hızlı büyümeye ihtiyacımız var.

Öncelikle belirtelim ki, enflasyonla büyüme arasında negatif yönlü bir ilişki olduğu düşüncemiz bugün dört yıl öncekinden daha güçlü. Çünkü bu arada konuyu daha detaylı inceleme fırsatını bulduk ve hatta bu konuda bilimsel bir makale de (Orhan Karaca, “Türkiye'de Enflasyon-Büyüme İlişkisi: Zaman Serisi Analizi”, Doğuş Üniversitesi Dergisi, Cilt: 4, Sayı: 2, Temmuz 2003, s. 247-255) ürettik. 1987-2002 dönemine ilişkin üçer aylık verileri kullandığımız bu çalışmamızda enflasyondan büyümeye doğru tek yönlü bir nedensellik tespit etmiş ve enflasyondaki her 1 puanlık artışın büyüme oranını 0,37 puan düşürdüğü bulgusunu elde etmiştik.

Bu arada, son dört yılda enflasyon düşerken hızlı büyümenin gerçekleşmesi, enflasyonla büyüme arasında negatif yönlü bir ilişki olduğuna ekonomik kamuoyunu da büyük ölçüde ikna etmiş durumda.

Eşik etkisi
hedFakat yaptığımız incelemelerde enflasyonla büyüme arasındaki ilişkinin doğrusal olmadığını da gördük. Daha açık söylemek gerekirse, enflasyon büyümeyi olumsuz etkilemeye, belli bir eşik değerini aştıktan sonra başlıyor. Bu eşik değerinin altında ise enflasyonla büyüme arasında aynı yönlü bir ilişki bulunuyor. Yani düşük enflasyon oranlarında enflasyonun daha da düşmesi büyüme oranını da düşürürken, enflasyondaki yükselişle birlikte büyüme hızlanıyor.

Bu konuda yapılmış araştırmalardan biri (Mohsin S. Khan ve Abdelhak S. Senhadji, “Threshold Effects in the Relationship Between Inflation and Growth”, IMF Working Paper, No: 00/110, June 2000) iki IMF uzmanına ait. 140 ülkenin 1960-1998 dönemi verilerinin kullanıldığı bu çalışmada ulaşılan sonuçlar, enflasyonun gelişmiş ülkelerde yüzde 1-3, gelişmekte olan ülkelerde ise yüzde 7-13 eşiğini geçtikten sonra büyümeyi olumsuz etkilemeye başladığını gösteriyor. TÜSİAD’ın dört yıl önce yayınladığı bir raporda da (Kamil Yılmaz, Cevdet Akçay ve Emre Alper, “Enflasyon ve Büyüme Dinamikleri: Gelişmekte Olan Ülke Deneyimleri Işığında Türkiye Analizi”, TÜSİAD Yayını, Aralık 2002) 29 gelişmekte olan ülkenin 1970-2000 dönemine ait verileriyle yapılan bir analizde, enflasyonun yüzde 13 eşiğini aştıktan sonra büyümeyi olumsuz etkilemeye başladığı sonucu elde edilmişti.

Türkiye için eşik kaç?
Türkiye gelişmekte olan bir ülke olduğu için, yukarıdaki çalışmalarda elde edilen eşik düzeylerinin bizim için de geçerli olduğu sonucuna varabiliriz. Biz bu sonuçla da yetinmedik ve 1950-2005 dönemine ilişkin verilerle bir analiz yaparak Türkiye’deki enflasyon-büyüme ilişkisinde bir eşik etkisinin bulunup bulunmadığını ortaya çıkarmaya çalıştık.

Esasında Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) Türkiye geneli için hesapladığı tüketici enflasyonu verileri 1983 yılı öncesine gitmiyor. Ancak önceki yıllara ilişkin olarak Ankara için hesaplanmış veriler var. 1983 sonrasındaki veriler Ankara’daki enflasyon ile Türkiye genelindeki enflasyon arasında önemli bir fark olmadığını gösterdiği için de, 1950-1982 dönemi için Ankara’nın verilerini kullanmanın bir sakıncası yok.

Bu enflasyon verileri ile GSYİH büyüme oranı verilerini kullanarak yaptığımız analizler, Türkiye’de enflasyon-büyüme ilişkisinin değiştiği eşik düzeyinin yüzde 6 olduğu sonucunu veriyor. “Konjonktür”ün ikinci sayfasında yer alan üç grafikten en üstteki, Türkiye’de 1950-2005 döneminde enflasyon-büyüme ilişkisinin negatif yönlü olduğunu gösteriyor. Ancak ortadaki grafikte de görüldüğü gibi, enflasyon oranının yüzde 6’nın altında olduğu yıllarda bu ilişki pozitif hale geliyor. En alttaki grafik ise enflasyon ile büyüme arasındaki negatif ilişkinin enflasyonun yüzde 6’nın üzerinde olduğu yılların ürünü olduğunu ifade ediyor.

Hedef, eşiğin altında
Türkiye’de şu anda enflasyon yüzde 7,9 düzeyinde. 2006 sonu için konulan hedef ise yüzde 5. Yani bu yıl hedefe ulaşmak için yukarıdaki analizde tespit ettiğimiz eşik değerin altına inilmesi gerekiyor.

2001 Krizi sonrasında enflasyonla mücadelenin neredeyse tüm yükünü üstlenmeye başlayan Merkez Bankası, son dört yılda gözünü sadece enflasyona dikti. Çeşitli raporlarında ve açıklamalarında kendisinin de ifade ettiği gibi, bu dönemde Merkez Bankası’nın tek hedefi enflasyonu düşürmek oldu. Kriz sonrasında para politikasının temel aracı olarak belirlenen kısa vadeli faiz oranları, sadece enflasyon hedeflerine ulaşabilmek için kullanıldı. Bu dönemde enflasyon düşerken hızlı büyümenin de sürmesi ise bu politikanın doğruluğunu tescil etti.

Ancak hedefe ulaşmak için eşik düzeyinin altına inilmesi gereken bu yıl sadece enflasyona odaklanmak pek doğru olmayacak gibi görünüyor. Çünkü bu durumda enflasyonla birlikte büyümenin de gerilemesi ihtimali bulunuyor.

Hızlı büyümek şart
Oysa Türkiye için artık hızlı büyümeyi sürdürmek enflasyonu geriletmekten daha fazla önem taşıyor. Dört yıl önce enflasyon bir numaralı sorun iken bugün bir numaralı sorunumuzu işsizlik oluşturuyor. İşsizliği azaltmak için ise her şeyden önce büyümenin sürmesini sağlamak gerekiyor.

İşsizlik sorununu halk enflasyona göre çok daha derinden hissediyor. Enflasyonun büyüme performansını düşürdüğü bir gerçekti ama bunu uzmanların dışındakilerin anlaması pek kolay değildi. Zaten enflasyona uzun süre ciddi bir savaş açılamamasının nedeni de buydu. İşsizliğin etkisi ise anlatmaya gerek duyulmayacak kadar açık. Kriz sonrasında 1,5 milyondan 2,5 milyona çıkan işsizler ordusunun mevcudu hala orada duruyor. Genç bir nüfusa sahip olan Türkiye’de işgücü piyasasına her yıl yaklaşık 500 bin kişi giriş yaptığı için de, bu ordunun daha da kalabalıklaşması olasılığı bulunuyor.

Yapılan araştırmalar, her yıl işgücü piyasasına yeni giren gençlere istihdam olanağı sağlamak için bile yüzde 6’lık büyümenin şart olduğunu gösteriyor. İşsizler ordusunun mevcudunu azaltmak için büyümenin daha da yüksek olması gerekiyor.

Artık büyümeye de bakmalı
Türkiye için 2,5 milyon işsiz sayısı bile çok. İşsiz sayısının işgücüne oranlanmasıyla hesaplanan işsizlik oranı halen yüzde 10’a yakın düzeyde bulunuyor. Her zaman işinden ayrılanlar ve işgücü piyasasına yeni girip iş arayanlar olacağı için bu oranı sıfıra indirmek mümkün değil ama en azından yüzde 5’in altına çekmek gerekiyor. Aksi takdirde toplum hep yüksek gerilim içinde olacak. Giderek yükselen suç oranlarını geriletmek olanaksızlaşacak.

İşte bunun için artık sadece enflasyona odaklanmamak gerektiğini, aynı zamanda büyümeyi de kollamak gerektiğini düşünüyoruz. Dört yıl önce istikrarlı büyüme ortamına ulaşmak için mutlaka enflasyonu düşürmek zorundaydık. Şimdi ise büyümeyi sürdürmek için gerekirse enflasyondan taviz vermemiz gereken bir konumdayız.

“Konjonktür”ün ikinci sayfasındaki kutuda da okuduğunuz gibi, esasında Merkez Bankası da bu yıl para politikası uygulamasında böyle bir değişiklik yaptı gibi görünüyor. Son dört yılda sadece enflasyona odaklanan Merkez Bankası, ocak ayında yayınladığı ilk “Enflasyon Raporu”nda artık büyümeye de bakmaya başlayacağının sinyalini verdi. Biz de bu politika değişikliğinin doğru olduğunu düşünüyoruz.

MB’DEN BÜYÜMEYE DE BAKMA SİNYALİ
hed2006 başından itibaren para politikası uygulamasında açık enflasyon hedeflemesi sistemine geçen Merkez Bankası, bu değişiklikle birlikte yeni bir raporun yayınına da başladı. Bundan böyle üç ayda bir yayınlanacak olan ve “Enflasyon Raporu” adını taşıyan bu raporun ilk sayısı ocak ayı sonunda yayınlandı. Bu rapor içerik olarak daha önce yayınlanmakta olan “Para Politikası Raporu”na benzemekle birlikte ondan önemli bir farkı bulunuyor. Merkez Bankası, Enflasyon Raporu’nda, enflasyonun orta vadedeki geleceğiyle ilgili tahminlerini de kamuoyuna açıklıyor.

İlk Enflasyon Raporu’nda enflasyonun orta vadeli geleceğiyle ilgili tahminler iki senaryo çerçevesinde verildi. Bu senaryoların ikisi de yurtiçi arz ve talep koşullarının 2006’da enflasyondaki düşüşe geçmiş yıllardakine nazaran daha az katkı yapması, dünya petrol fiyatlarının yatay seyretmesi, AB ile üyelik müzakerelerinde sorun çıkmaması, mevcut programın uygulamasının devam etmesi, uluslararası likidite koşullarının gelişmekte olan ülkeler lehine sürmesi, mali disiplinden taviz verilmemesi, yapısal reformlar ile özelleştirmelerin sürmesi varsayımlarına dayanıyor. Fakat ilk senaryoda kısa vadeli faizlerin 2006’ın ilk aylarında yatay seyrettikten sonra kademeli olarak indirilmesi varsayımı yer alırken, ikinci senaryoda kısa vadeli faizlerin 2006 yılı boyunca bugünkü düzeyinde (yüzde 13,5) sabit tutulması varsayımına yer veriliyor.

Birinci senaryoda enflasyonun 2006 yılı sonunda yüzde 4,7-6,3, 2007 ortasında ise yüzde 3-5,5 arasına ineceği tahmini yer alıyor. 2006 sonu enflasyon hedefinin yüzde 5, 2007 sonu enflasyon hedefinin ise yüzde 4 olduğunu göz önüne alırsak, bu, 2006’da enflasyonun hedefin üzerinde olması olasılığının bulunduğu ama 2007’de hedefin tutturulacağı anlamına geliyor. Bu senaryoda ekonomide büyümenin süreceği tahmini de yer alıyor.

İkinci senaryoda enflasyonun 2006 sonunda yüzde 4,2-5,8, 2007 ortasında ise yüzde 1,5-4,0 arasına ineceği tahmini yer alıyor. Bu sonuçlar ise 2006’da hedefin tutturulacağı, 2007’de ise enflasyonun hedefin altına ineceği anlamına geliyor. Fakat çıktı açığıyla ilgili tahminlere baktığımızda, bu senaryonun ekonominin durgunluğa girmesini içerdiği anlaşılıyor.

MB ne demek istiyor?
Bizim bu senaryolardan anladığımıza göre Merkez Bankası şunları demek istiyor:

* Eğer istersek faizleri yüksek tutup, bu yıl enflasyon hedefini tuttururuz ama bu arada ekonomi durgunluğa girer. Bu durgunluk 2007’de enflasyonu hedefin de altına çeker.

* Faizleri düşürmeyi sürdürürsek bu yıl enflasyon hedefin biraz üzerinde çıkabilir ama ekonomi büyümeye devam eder. 2007’de ise büyümede bir sıkıntı olmadan enflasyon hedefi tutar.

Merkez Bankası, Enflasyon Raporu’nda, bu senaryolardan hangisini tercih ettiğini açıkça belirtmiyor. Ancak biz büyümeyi de kollayan senaryonun tercih edildiğine dair güçlü bir sinyal alıyoruz. Çünkü diğer senaryo 2007’de enflasyonun hedefin çok altına inmesi sonucunu veriyor. Son dört yıldaki para politikası uygulamasında enflasyonun hedefin altında gerçekleşmesi olumlu bir gelişme olarak kabul edildi. Fakat Merkez Bankası enflasyon hedeflemesine geçerken bundan böyle hedefin altındaki gerçekleşmelerin de olumsuz sapma olarak kabul edileceğini açıkça belirtti. Bu nedenle Merkez Bankası’nın 2007’de enflasyonu hedefin çok altına indiren bir senaryoyu benimseme olasılığının düşük olduğunu düşünüyoruz.

DIŞ KAYNAK GİRİŞİ CARİ AÇIĞIN İKİ KATI 
hedAralık ayı dış ticaret ve ödemeler dengesi verilerinin geçen ay açıklanmasıyla, dış dengede 2005 yılı bilançosu da ortaya çıkmış oldu. Önümüzdeki aylarda bu verilerde birtakım revizyonlar muhakkak olacak ama genel tablo çok fazla değişmeyecek. Bu nedenle 2005 yılı dış denge gelişmelerini şimdi değerlendirmekte bir sakınca yok.

Son üç yıldır dış dengede dikkatleri en çok üzerinde toplayan gösterge kuşkusuz cari açık. Cari açık, 2004’te hem mutlak değer (15,6 milyar dolar) hem de milli gelire oran olarak (yüzde 5,2) rekor kırmıştı. Bu da yeni bir ekonomik krizin yakın olduğu görüşlerinin ortalığı kaplamasına yol açmıştı. Çünkü daha önce cari açığın milli gelire oranının yüzde 3,5’i aştığı her dönemin sonu genelde kriz olmuştu. Ancak 2005’te bu rekorlar yenilendiği halde kriz mriz görülmedi.

Cari açıkta yeni rekor
Merkez Bankası’nın açıkladığı verilere göre, 2005 yılında cari açık 22,9 milyar dolar olarak gerçekleşti. Henüz 2005 yılının milli gelir düzeyi açıklanmış değil ama bu tutarın 360 milyar dolar civarında olacağı tahmin ediliyor. Bu da 2005 yılında cari açığın milli gelire oranının yüzde 6,3 dolayında çıkacağı anlamına geliyor.

hed2005 yılında cari açık rekorunun yenilenmesinin gerisinde ithalatta yaşanan artışın sürmesi yatıyor. İthalatta yaşanan artışın nedeni ise ekonomideki büyümenin sürmesi ve yatırım eğiliminin güçlü seyretmesi. Türkiye ekonomisinin üretimde ithalata bağımlı bir yapıya sahip olması nedeniyle, ekonomideki büyüme ara malı ithalatını artırıyor. Girişimcinin ekonominin geleceğine güvenip yatırımlarını sürdürmesi ise sermaye malı ithalatının artmasına yol açıyor.

Tabii bu arada, özellikle petrolde olduğu gibi, dünya piyasalarında fiyatların yükselmesinin de ithalattaki artışta etkisi var. Geçen yıl 2004’e göre 527 bin ton daha az petrol ithal ettiğimiz halde, 2,6 milyar dolar daha fazla ödeme yaptık. Çünkü 2004 yılında varilini ortalama 34,5 dolardan ithal ettiğimizi petrolü, 2005 yılında 50,1 dolardan almak zorunda kaldık.

Burada bir parantez açıp, ödemeler dengesi verilerinde gördüğünüz ithalat ve ihracat verileri ile dış ticaret tablosunda gördüğünüz ihracat ve ithalat verilerinin neden farklı olduğunu da belirtelim. Bu farklılık ödemeler dengesinde bazı başka kalemlerin de dış ticaret içinde kabul edilmesinden kaynaklanıyor. Örneğin gümrük kapılarında tutulan kayıtlardan oluşturulan resmi ihracat arasında yer almayan bavul ticareti, anket yöntemiyle belirlenmek suretiyle, ödemeler dengesindeki ihracat kalemine dahil ediliyor.

Finansman daha fazla
Cari açık daha önce görülmemiş düzeylere çıktığı halde ortalıkta kriz mriz görmememizin nedenine gelince, bu açığın finansmanında bir sorunla karşılaşmamamızdan kaynaklanıyor. Türkiye, verdiği cari açıktan çok daha yüksek tutarda dış kaynak girişine sahne oluyor. Bu bir taraftan dünya piyasalarında yaşanan likidite fazlalığından, diğer taraftan da Türkiye’nin ekonomide istikrarı yakalamasından ve Avrupa Birliği (AB) üyeliği yolunda ilerlemesinden kaynaklanıyor.

2005 yılında dış kaynak girişinde de olağanüstü bir gelişme yaşadık. Ödemeler dengesinin finans kalemlerindeki fazlalık, cari açığın iki katını aştı. 44,1 milyar doları bulan dış kaynak girişi 22,9 milyar dolarlık cari açığı rahatlıkla finanse etmeye yettiği gibi, 23,2 milyar doları da rezervlere eklendi.

Bazı kesimler “Cari açık finanse ediliyorsa sorun yoktur” görüşlerine, finansmanın ağırlıklı olarak sıcak para niteliğindeki kısa vadeli sermaye hareketlerinden oluşuyor olması nedeniyle şiddetle karşı çıkıyorlardı. Bu kesimlere göre cari açığın finansman kalitesi düşüktü.

Ancak 2005’te cari açığın finansman kalitesinin de yükseldiğini gördük. Geçen yıl, cari açığın finansmanında en sağlam kaynak olarak görülen doğrudan yabancı yatırımlarda da rekor yaşandı. Ağırlıklı olarak özelleştirmeler ve şirket satışlarıyla gerçekleşen net doğrudan yabancı yatırım girişi, yüzde 332,7 artışla, 8,6 milyar doları buldu. 2004’te yüzde 12,7 olan net doğrudan yabancı yatırımların cari açığa oranı, 2005’te yüzde 37,6’ya çıktı.

SANAYİDE GELENEKSEL SEKTÖRLERİN İŞİ ZORLAŞIYOR
Sanayi 2005’te önceki üç yıldaki performansını koruyamadı ama vasatın üzerinde bir büyüme göstermeyi de bildi. Ancak her sektör aynı şansı bulamadı. Özellikle dış piyasalardaki yıkıcı rekabete ayak uyduramayan iki geleneksel sektörümüz tekstil ve giyimde durum iyice kötüleşti.

hedTürkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerine göre, 2005’te sanayi üretiminde yaşanan artış yüzde 5,5 oldu. Bu oran önceki üç yılda gerçekleşen üretim artışlarından oldukça düşük. Sanayi üretimi 2002 yılında yüzde 9,4, 2003 yılında yüzde 8,8, 2004 yılında ise yüzde 9,8 oranında artmıştı. Sanayideki performansın düşmesi 2005 yılında büyümenin de önceki üç yıldakinden düşük olmasına yol açacak. Ancak tahminimize göre 2005’te büyüme yine de yüzde 5’lik hedefin üzerinde ve yüzde 5,5 dolayında çıkacak.

Sanayinin genelindeki durumu ve büyümeye etkisini bu şekilde özetledikten sonra sektörel gelişmelere baktığımızda ise şu tabloyla karşılaşıyoruz:

* Sanayinin nüvesini oluşturan imalat sanayiindeki üretim artışı genel orandan biraz daha düşük ve yüzde 4,9 düzeyinde.

* İmalat sanayindeki performans düşüşüne rağmen sanayi üretimindeki artışın yüzde 5’in üzerinde gerçekleşmesi büyük ölçüde madencilikteki canlanmadan kaynaklanıyor. Madencilik sektörü beş yıl üst üste küçüldükten sonra 2004’te toparlanmaya başlamıştı. Girişimcinin madenlere ilgisinin artması 2005’te bu sektörü canlandırdı ve yüzde 13,8’lik bir üretim artışı sağladı.

* Diğer ana sektör olan elektrik-gaz-su sektöründe ise üretim artışının 2004’e göre biraz hızlandığı görülüyor.

İnşaattaki canlanmanın etkisi
* İmalat sanayi içinde belli bir büyüklüğün (payı yüzde 3’ü aşan) üstündeki sektörlere baktığımızda ise 2005’te en yüksek üretim artışının metal eşya sanayinde olduğunu görüyoruz. Bu durumun inşaat sektöründeki canlanmadan kaynakladığını tahmin ediyoruz. Çünkü metal eşya sanayinin kapsadığı iş kolları içinde metal yapı malzemelerinin imalatı önemli bir yer tutuyor.

* İnşaat sektörüyle daha yakından bağlantılı bir sektör olan çimento-cam-seramik sektöründe de üretim artışı genel ortalamanın epey üzerinde. Ancak bu sektörün üretimindeki artışın önceki üç yıldakinden çok farklı olmaması, geçen yıl inşaat sektöründe yaşanan canlanmanın ekstra bir katkı getirmediğini düşündürüyor.

* 2005’te yüksek performans gösteren diğer iki sektörü elektrikli makine ve plastik sektörleri oluşturuyor. Bu sektörlerdeki performans hem ihracatlarındaki yükselişin sürmesi hem de iç talepteki canlılıkla bağlantılı gibi görünüyor.

* Önceki üç yılda olağanüstü bir performans gösteren otomotiv ise geçen yıl epey hız kesti. Bu gerilemede ihracatın önceki yıllardaki kadar hızlı artmaması etkili oldu.

* Üretimdeki yavaşlamanın, diğer sektörlere hammadde ve ara malı üreten kimya ve ana metal sektörlerinde performansı gerilettiği dikkati çekiyor. Yatırımlardaki artışın sürmesine rağmen makine ve teçhizat sektöründeki üretim artışının neredeyse durması da dikkat çekici.

* Ancak en kötü durumda olan sektörler giyim ve tekstil. Esas olarak ihracata çalışan bu sektörlerin üretiminde büyük gerileme var. Bu durum bu iki sektörün Çin’den kaynaklanan rekabet karşısında dış pazarlarda tutunamamasından kaynaklanıyor. Bu rekabet önümüzdeki yıllarda daha da artacak. Sektör yetkilileri hala kurdan şikayet ediyor ama, tekstil ve giyimin bu yapısal sorunla başa çıkmak için başka önlemler üzerinde durması gerekiyor.

MAASTRICHT KRİTERLERİNDEN BİRİNCİSİ TAMAM
hedAvrupa Birliği’nin (AB) 1991 yılında Hollanda’nın Maastricht kentinde parasal birliğe girecek ülkeler için belirlediği kriterler, daha sonraki yıllarda düzgün bir ekonomiye sahip olmak açısından evrensel kriterler haline gelmişti. Bu kriterlerden enflasyonla ilgili olanına henüz uzağız. Kamu borcu ile ilgili olanı konusundaki durumumuz ise, net borcun mu yoksa brüt borcun mu dikkate alınması gerektiği tartışmaları nedeniyle belirsiz. Ancak bütçe dengesi ile ilgili olan kritere geçen yıl ulaştık. Hem de Almanya ve Fransa gibi AB’nin lokomotifleri bile bu kritere uyum gösteremeyip sulandırmaya çalışırken.

Bütçe dengesi ile ilgili Maastricht kriteri, milli gelirin yüzde 3’ünden fazla açık olmamasını öngörüyor. Maliye Bakanlığı’nın geçen ay açıkladığı 2005 yılı bütçe verileri ise bizde bu oranın yüzde 2’ye gerilediğini gösteriyor.

Büyük ölçüde ekonomide sağlanan istikrarın faiz ödemelerinde getirdiği düşüş nedeniyle, geçen yıl bütçe açığımız 2004’e göre yüzde 67,8’lik bir gerileme gösterip 9,7 milyar YTL’ye kadar indi. 2005’in milli gelir düzeyi henüz belli değil ama 490 milyar YTL civarında çıkacak gibi görünüyor. Bu durumda 2005’te bütçe açığının milli gelire oranı ise yüzde 2 ediyor.

Türkiye’de bütçe açığının milli gelire oranı daha dört yıl önce yüzde 16,9 düzeyindeydi. Bu oranın bu kadar kısa sürede Maastricht kriterinin altına düşmesi uygulanan istikrar programının başarısı. Bu programın kamu harcamalarına getirdiği kısıtlama kuşkusuz epey sıkıntı yarattı ama bu sıkıntının sonucu da alındı. Bütçedeki düzelme 2006’da hükümetin kamu yatırımlarına daha fazla kaynak ayırmasını sağladı. Yeniden ipin ucunu kaçırmaz isek, önümüzdeki yıllarda bütçe faiz ödeme bütçesi olmaktan çıkıp, vatandaşa hizmet götürme bütçesi olabilecek.

YATIRIMDA CANLILIK SÜRECEK GİBİ
hedHazine Müsteşarlığı tarafından yatırımlara verilen teşvik belgelerin kapsadığı toplam yatırım tutarı 2005 yılında 24,1 milyar YTL olarak gerçekleşti. Bu tutar 2004 yılına göre yüzde 11’lik bir artışa tekabül ediyor. 2004 yılında verilen yatırım teşvik belgelerinin kapsadığı toplam yatırım tutarı 21,7 milyar YTL idi.

Geçen yıl teşvikli yatırımların 2004 yılındaki düzeyinin üzerine çıkması, yılın ikinci yarısındaki ve özellikle de aralık ayındaki yükselişten kaynaklandı. Aralık ayında teşvikli yatırımlarda yaşanan artış yüzde 96.1’i buldu. Aralık ayındaki bu patlama, hükümetin 2006 yılında Kurumlar Vergisi oranını yüzde 30’dan yüzde 20’ye düşürürken yatırım indirimini kaldırma kararı almasından kaynaklandı. Bu karar yürürlüğe girmeden yatırım indiriminden yararlanmak isteyenler, yatırım projelerini Hazine’ye sunmakta acele etti.

Ancak aralık ayından önceki dört ayda da teşvikli yatırımlarda artış yaşanması, 2005’te görülen artışın sadece hükümetin bu kararına bağlanamayacağını gösteriyor. 2003’teki yükselişten sonra 2004’te biraz gerileyen yatırım eğiliminde 2005’te yeni bir yükseliş başladı gibi görünüyor. Ekonominin dört yıl üst üste hızlı büyümesi ile girişimcinin geleceğe daha umutla bakmaya başladığı ve yeni yatırımlara girişmeye heveslendiği anlaşılıyor.

Bu heves gerçeğe dönüştüğü takdirde dört yıldır süren hızlı büyüme 2006 yılına da taşınabilecek. Böylece Cumhuriyet tarihinin en uzun süre hızlı büyüme rekoru kırılabilecek.

Ekonomideki büyümenin sürmesi yeni istihdam alanları yaratıp işsizlik sorununun hafifletilmesine yardımcı olacak. Sadece 2005’te teşvik belgesine bağlanan yatırımlar gerçekleştiği takdirde bile yaklaşık 181 bin kişiye doğrudan iş olanağı sağlanacak.

YOKSULLUKLA SAVAŞ KIRSALA YAYILMALI
hedTürkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) üç yıldan beri Yoksulluk Çalışması adıyla bir araştırma yapıyor. Türkiye’deki yoksulluğun boyutlarını ortaya koymayı amaçlayan bu çalışmanın 2004 yılına ait olan sonuncusunun sonuçları geçen ay açıklandı. Açıklanan bu verileri önceki yılların verileri ile karşılaştırdığımızda şu değerlendirmeleri yapmak mümkün oluyor:

* Bize göre en anlamlı yoksulluk ölçüsü gıda ve gıda dışı yoksulluk. Bu ölçüye baktığımız zaman 2003 yılında artan yoksulluğun 2004 yılında gerilediği görülüyor. Gıda ve gıda dışı yoksulluk ölçüsüne göre 2002 yılında nüfusumuzun yüzde 26,96’sı yoksul konumdaydı. Bu oran 2003 yılında yüzde 28,12’ye çıkmıştı. 2004 yılında ise yüzde 25,60’a geriledi.

Büyüme ve yoksulluk
* Genelde iktisatçılar yoksullukla mücadelenin en etkili yolunun ekonominin hızlı büyümesi olduğunu söyler. Bu açıdan bakıldığında 2004 yılındaki hızlı büyüme (yüzde 8,9) ile yoksulluktaki gerileme arasında bir bağlantı kurmak mümkün. Ancak 2004 yılındaki kadar olmasa bile 2003 yılında da hızlı büyüme (yüzde 5,8) vardı. Buna rağmen yoksullukta gerileme değil artış olmuştu.

* Hızlı büyüme yaşanan iki yıldan birinde yoksulluk artarken diğerinde azalması, büyümenin istihdama yansıma derecesiyle bağlantılı olabilir. 2003 yılında ekonomi hızlı büyüdüğü halde istihdamda 207 bin kişilik düşüş yaşanmıştı. 2004 yılında ise istihdam 644 bin kişi arttı. 2004’te istihdamdaki artış fertlerin gelir düzeylerine yansıyıp yoksulluğu geriye çekti gibi görünüyor.

* 2004 yılında yoksulluk Türkiye genelinde gerilerken, kır ve kent bağlamında durumun oldukça değiştiği gözleniyor. Türkiye genelindeki olumlu tablo kentlerden kaynaklanıyor. Buna karşılık kırsal kesimde yoksulluğun giderek yaygınlaştığı dikkati çekiyor.

* Gıda ve gıda dışı yoksulluk ölçüsüne göre 2002 yılında kırsal kesimdeki yoksulların oranı yüzde 34,48’di. Bu oran 2003 yılında yüzde 37,13’e, 2004 yılında ise yüzde 39,97’ye çıktı. Yani elimizdeki son verilere göre şu anda kırsal kesimde yaşayan her 10 kişiden 4’ü, gıda ve gıda dışındaki zorunlu ihtiyaçlarını karşılayamayacak durumda.

* Ülkemizde merkezi hükümetin ve yerel yönetimlerin yoksullukla mücadele için geliştirdiği bazı programlar mevcut. Ancak biz bunların yeterli olmadığı gibi daha çok kentlerle sınırlı kaldığı gibi de bir izlenime sahibiz. TÜİK’in verileri bu mücadelenin hem daha da yoğunlaştırılması hem de kırsal kesime yayılması gerektiğini gösteriyor.

YOKSULLUK SÖZLÜĞÜ
Yoksulluk:
Bireylerin temel ihtiyaçlarını karşılayamaması durumudur. Dar ve geniş anlamda olmak üzere iki türlü tanımlanabilir. Dar anlamda yoksulluk açlıktan ölecek durumda olmayı ve barınacak yeri bulunmamayı gösterir. Geniş anlamda yoksulluk ise gıda, giyim ve barınma gibi olanakları yaşamlarını devam ettirmeye yettiği halde toplumun genel düzeyinin gerisinde kalmayı ifade eder.

Mutlak yoksulluk: Bireylerin yaşamlarını sürdürmeleri için gerekli asgari tüketim ihtiyaçlarını karşılayamaması durumudur.

Gıda yoksulluğu: Açlık sınırının altında olmak olarak da bilinen gıda yoksulluğu, bireylerin yaşamlarını sürdürebilmek için gerekli günlük kaloriyi alacak kadar bile tüketim yapamamasıdır. TÜİK’in araştırmasında günlük kalori ihtiyacı 2 bin 100 kalori olarak alınıyor.

Gıda ve gıda dışı yoksulluk: Gıda yanında giyim ve barınma gibi diğer zorunlu ihtiyaçları da karşılayamama durumudur.

Dolar olarak günlük tüketim: Günlük 1 doların, 2,15 doların ve 4,30 doların altındaki tüketim, uluslararası karşılaştırmalarda kullanılan yoksulluk ölçüleridir. Buradaki dolar kuru cari kur değil, satınalma gücü paritesine göre hesaplanmış kurdur.

Göreli yoksulluk: Bireylerin toplumun ortalama refah düzeyinin belli bir oranının altında olması durumudur. TÜİK’in araştırmasında kişi başına tüketim harcaması medyan değerinin yüzde 50’si göreli yoksulluk sınırı olarak alınıyor.

Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Yorum Yaz