Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB) üyelik macerası bir kez daha sisli bir yola girdi. Fransa ve Hollanda’da Anayasa referandumlarından hayır kararı çıkmasından sonra bir de bütçe krizi patlayınca, ...
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB) üyelik macerası bir kez daha sisli bir yola girdi. Fransa ve Hollanda’da Anayasa referandumlarından hayır kararı çıkmasından sonra bir de bütçe krizi patlayınca, AB’nin geleceği tartışmaya açıldı. Türkiye’nin üyeliği de bu geleceğin bir parçası olduğu için, doğal olarak bundan etkilendik. Bu gelişmelerden sonra AB içindeki Türkiye karşıtlarının eli güçlendi ve sesleri daha gür çıkmaya başladı.
AB’nin Türkiye ile üyelik görüşmelerinin başlaması kararını aldığı 17 Aralık 2004 zirvesinden önce ve sonra yazdığımız iki yazıda (Geleceğe Bakış, Aralık 2004 ve Ekonomide AB Projesi, Ocak 2005), AB’nin Türkiye’yi üyeliğe kabul etme konusunda pek de gönüllü olmadığının altını çizmiştik. Uç kesimlerin din ve kültür farklılığı gibi söylemlerini bir yana bıraksak bile, kalabalık ve yoksul bir nüfusa sahip olmamız nedeniyle AB kamuoyunun Türkiye’yi bir yük olarak gördüğünü belirtmiştik. Geçmişte verilen sözler ve ülkemizin stratejik önemi nedeniyle AB’li siyasetçilerin Türkiye’ye açıkça hayır diyemediklerine ama işi yokuşa sürüp kendiliğinden vazgeçmesi için uğraş verdiklerine değinmiştik. Bu nedenle de ekim ayında başlayacak üyelik görüşmelerinin çok zorlu geçeceği öngörüsünde bulunmuştuk.
Son bir ayda yaşanan gelişmeler bu konudaki görüşümüzü pekiştirdi. Esasında AB’nin iki büyük ülkesi olan Fransa ve Almanya’da siyasetçilerin Türkiye için imtiyazlı ortaklık görüşünü daha fazla dile getirmeye başlamasını görüşmelerin hiç başlamayabileceği şeklinde yorumlayanlar da var. Biz, eğer kendimiz bir hata yapmaz isek, işin bu kadar ileriye gideceğini sanmıyoruz ama artık görüşmelerin daha da zorlu geçeceği izlenimine kapılıyoruz.
AB için B planı
AB için bir B planının gerekli olup olmadığı, geçen yıl 17 Aralık zirvesine doğru yol alınırken gündeme gelmişti. 17 Aralık’ta olumsuz bir karar çıkması halinde ne yapılacağı o zaman epey merak edilen bir konu idi. Radikal Gazetesi yazarı Funda Özkan’ın yazdığına göre, Gazi Erçel’in bir toplantıda “Türkiye’nin B planı olmalı mı” diye sorduğu Hollanda Büyükelçisi Sjoerd Gosses “AB için B planının adını bile anmayın” diye cevap vermişti (Radikal, 20 Mayıs 2004).
Türkiye’de, herhangi bir konuda B planı oluşturmayı, esas amaçtan sapmak olarak yorumlamak oldukça yaygın. Bu nedenle zaman zaman bazı yöneticilerin esas amaca bağlılıklarını vurgulamak için gururla “B planımız yok” dediklerine şahit oluyoruz. Büyükelçi Gosses’in yukarıdaki sözleri, aynı mantığın batıda da mevcut olduğunu gösteriyor.
Ancak bu hiç de doğru bir mantık değil. Her zaman için ve her konuda A planının yanında mutlaka bir B, hatta C ve D gibi başka planların da olması şart. Çünkü A planının sarpa sarması durumunda, hemen alternatif bir hareket tarzını uygulamaya sokamayanların ağır kayıplara uğramaları kaçınılmaz oluyor. Alternatif planların varlığı ise olası kayıpları minimumda tutmaya imkan veriyor.
Türkiye’nin AB’siz bir geleceği olamayacağını düşünenler, bu konuda bir B planı geliştirilmesine karşı çıkıyor. Oysa Türkiye’nin AB’siz de bir geleceği olabilir ve AB işi olmaz ise ne yapılacağını şimdiden planlamamız gerekiyor.
AB’siz de kalkınmak mümkün
Kuşkusuz bu tür bir B planının geliştirilmesi siyasetçilerin ve bürokratların işi. Biz AB için B planının ne gibi unsurlara sahip olması gerektiği üzerinde durmak istemiyoruz. Ancak Türkiye’nin AB’siz bir geleceği olamayacağına inananlar için bir şeyler yazmak ihtiyacını hissediyoruz. Tabii burada da sınırımız uzmanlık alanımız olan ekonomi olacak.
Türkiye’de AB üyeliğine taraftar olan her kesimin kendine göre bir gerekçesi var. Fakat geniş halk kitlelerinin üyeliğe taraftar olmalarının temel gerekçesi iş ve aş. Yapılan kamuoyu araştırmaları, toplumun AB üyeliğine taraftar olan kesimlerinde üyeliğe olumlu bakılmasının nedenleri arasında, ekonominin güçlenmesi, işsizliğin azalması gibi ekonomiyle ilgili nedenlerin ön plana çıktığını gösteriyor. Çoğu kişi, AB üyesi olunduğunda, AB fonlarından yararlanma imkanının elde edilmesi sayesinde, kalkınmanın hızlanacağını ve kısa sürede AB’nin refah seviyesine yaklaşılacağını düşünüyor. Bazı iktisatçıların, Yunanistan, Portekiz ve İspanya’nın AB üyesi olduktan sonra bunu başardıklarını ileri sürmesi, bizim halkımızın da iştahını kabartıyor. Son 10 yılda yaşadıklarımızdan sonra kendimize güvenimiz iyice sıfırlandığı için, AB üyesi olmadan kalkınmayı başarabileceğimize inanan pek fazla kimseye ise rastlanmıyor.
Oysa Yunanistan, Portekiz ve İspanya’nın kalkınmasının AB üyesi olduktan sonra hızlandığı doğru değil. Bu ülkelerde refah seviyesi de hala AB ortalamasının gerisinde. Buna karşılık AB’nin kıyısından bile geçmediği halde kalkınmayı başarmış ülkeler var. Yani AB üyesi olmak hızlı kalkınmayı garanti etmediği gibi, AB üyesi olmadan hızlı kalkınma olanağı da bulunuyor.
Yakınsama araştırması
Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşlar son yıllarda ülkelere ilişkin ekonomik veri setlerini oldukça çeşitlendirdi. Ancak geçmiş yıllara doğru gidildikçe bu veri setleri yetersiz kalıyor. Örneğin Dünya Bankası’nın veri tabanındaki bilgiler ancak 1960 yılına kadar geri gidebiliyor. Bu veri tabanındaki Satınalma Gücü Paritesi’ne (SGP) göre hesaplanmış milli gelir verileri ise 1975 yılından başlıyor.
Fakat çalışmalarını bu tür veri setlerinin oluşturulması üzerine yoğunlaştırmış bazı bilim adamları da var. Profesör Angus Maddison, bunlardan biri. Maddison’un iktisat tarihi üzerine pek çok yayını var. Temeli Maddison tarafından atılan, ülkelere ilişkin bir veri seti, Hollanda’daki Groningen Üniversitesi’ne bağlı Groningen Growth and Development Centre adlı kuruluşun internet sitesinde (http://www.ggdc.net) yayınlanıyor. Bu veri setindeki SGP’ye göre hesaplanmış milli gelir verileri 1950 yılına kadar geri gidiyor.
Biz bu veri setinden, AB üyeliğinin kalkınma üzerindeki etkisinin ne olduğuna ilişkin bir araştırma yapmak için yararlandık. Konjonktür’ün ikinci sayfasında bu araştırma sonucunda oluşturduğumuz bir tablo yer alıyor. Bu tabloyu incelediğinizde edineceğiniz bilgileri, isterseniz burada da kısaca özetleyelim:
AB üyeliği kimlere yaradı?
* AB üyesi oldukları tarihte AB ortalamasının önemli derecede altında bir refah düzeyine sahip olan dört ülke var. Bunlar İrlanda, Yunanistan, İspanya ve Portekiz. Yaptığımız araştırma AB üyeliğinin bu ülkelerden sadece İrlanda’ya kalkınma açısından fayda sağladığını gösteriyor. Yunanistan’ın ise, bizde sanıldığının aksine, kalkınma açısından AB üyeliğinden zararlı çıktığı görülüyor. İspanya ve Portekiz’in kalkınma durumlarında ise üyelik öncesi ve sonrasında önemli bir farklılık gözlenmiyor.
* İrlanda’nın SGP’ye göre hesaplanmış kişi başına milli geliri, AB’nin kurulduğu 1957 yılında AB ortalamasının yüzde 63.2’si düzeyindeydi. Bu oran 1972 yılında yüzde 60.9’a gerilemişti. İrlanda 1973 yılında AB üyesi oldu. 2004 yılı verileri İrlanda’nın kişi başına milli gelirinin AB ortalamasının epey üzerine çıktığını gösteriyor.
* Yunanistan’ın kişi başına milli geliri, 1957 yılında AB ortalamasının yüzde 50.8’i idi. Yunanistan’ın AB üyesi olmasından bir yıl önce, 1980’de, bu oran yüzde 74.2’ye yükselmişti. 2004 yılındaki oran ise yüzde 76.9 olarak hesaplanıyor. Üyelik öncesindeki 1957-1980 döneminde Yunanistan’ın kişi başına milli geliri yılda yüzde 1.7’lik bir oranla AB ortalamasına yakınsamıştı. Üyelik sonrasında ise bu yakınsama oranının sadece yüzde 0.1 olarak gerçekleştiği görülüyor.
Asya Kaplanları
* İki komşu olan İspanya ve Portekiz’in durumları ise birbirine benziyor. Bu iki ülke 1986 yılında AB üyesi oldu. AB’nin kurulduğu 1957 yılında İspanya’nın kişi başına milli geliri AB ortalamasının yüzde 51.8’i idi. Bu oran 1985 yılında yüzde 72.1, 2004 yılında ise yüzde 88.7 oldu. Portekiz için ise bu oranlar sırasıyla yüzde 42.4, yüzde 57.8 ve yüzde 69 düzeyinde. Görüldüğü gibi bu iki ülkenin refah düzeyinde AB’ye yakınsama üyelik öncesinde de vardı, üyelik sonrasında da sürdü. Üyelik öncesi ve sonrasındaki yakınsama hızları da birbirine yakın olarak hesaplanıyor. Bu da AB üyeliğinin bu iki ülkenin kalkınmasına ekstra bir faydasının dokunmadığını gösteriyor.
* Aynı tabloda AB’siz de kalkınmanın mümkün olduğunu göstermek üzere Japonya ve Güney Kore’ye ilişkin bilgiler de yer alıyor. Japonya’nın kişi başına milli geliri 1957 yılında AB ortalamasının yüzde 47.9’u kadardı. Yani o tarihte Japonya’nın refah düzeyi Yunanistan’ın gerisindeydi. Bugün ise Japonya’nın kişi başına milli geliri AB ortalamasının üzerinde bulunuyor. 1957 yılında kişi başına milli geliri AB ortalamasının sadece yüzde 15.3’ü kadar olan Güney Kore’nin ise bugün bu oranı yüzde 71.6’a çıkarmayı başardığı görülüyor. Güney Kore’nin 1957-2004 döneminde yüzde 3.3 gibi çok yüksek bir yıllık ortalama yakınsama hızı tutturduğu dikkati çekiyor.
Yarım asır boşa geçti
* Tablonun en hazin sonucu ise maalesef ülkemizle ilgili. 1957 yılında Türkiye’nin kişi başına milli geliri AB ortalamasının yüzde 27’si düzeyindeydi. 2004 yılı için bu oran yüzde 27.8 olarak hesaplanıyor. Yani neredeyse 50 yıldır yerimizde saydığımız görülüyor. 1957-2004 dönemindeki yıllık ortalama yakınsama hızımız yüzde 0.1’de kalıyor.
Bu araştırmamızın sonuçları iki anlama geliyor. Birincisi, AB üyesi olmak hızlı kalkınmayı garanti etmiyor. İkincisi, AB üyesi olmadan da hızlı kalkınma imkanı bulunuyor.
Türkiye’nin AB üyesi olması kuşkusuz kalkınma yolunda birtakım avantajlar getirecek. Örneğin yabancı sermayenin ülkemize şimdiden başlayan ilgisi bunlardan biri. Ancak bu avantajlara çok fazla güvenip de kendimiz gerekli politikaları geliştirmeyi ihmal edersek, komşumuz Yunanistan’ın durumuna düşebiliriz. İrlanda’nın yaptığını yapabilmemiz için, AB üyesi olsak bile, son 50 yıldakinden çok daha fazla çaba göstermemiz gerekiyor.
Öte yandan AB’nin dışında kalmamız da ille kalkınma yarışında nal toplamaya devam edeceğimiz anlamına gelmiyor. Japonya ve Güney Kore’nin gittiği yolu izleyip, fakirlik çemberini kırma şansımız bulunuyor.
AB Projesi’ne devam
Bu araştırmanın sonuçlarını Türkiye’nin geleceğinin ille de AB’ye bağımlı olmadığını vurgulamak için verdik. Yoksa AB’ye üyelik hedefinden tamamen vazgeçelim diye bir şey dediğimiz yok. Bizce imtiyazlı ortaklık gibi ikinci sınıf çözümleri de hiç dikkate almamamız gerek. Ancak AB üyeliğinin gerçekleşmemesi halinde dünyanın sonunun gelmeyeceğini de bilelim istiyoruz.
AB için bir B planı geliştirilmesi, Ocak 2005 tarihli Capital’de çerçevesini çizdiğimiz “Ekonomide AB Projesi”nin rafa kaldırılmasını da gerektirmiyor. Tam tersine artık bu projeye daha sıkı sarılmamız gerek. Çünkü bu proje Türkiye’nin gelecek 10 yılda sıkı çalışıp AB ile arasındaki refah farkını biraz azaltmasını içeriyor. Söz konusu yazı, bunun AB üyeliğinin gerçekleşmesini kolaylaştıracağını savunuyor.
Bu görüşümüzü hala koruyoruz ama varsayalım ki bu projeyi hayata geçirmemize rağmen AB üyeliği gerçekleşmedi. Böyle olsa bile AB projesinin hayata geçmesiyle elde ettiğimiz ekonomik kazanımlar yine bize kalacak. Bu arada elde ettiğimiz tecrübe de ekonomideki atağı geliştirip devam ettirmemizi sağlayacak.
BU YIL İŞSİZLİKTE AZALMA UMUDU VAR
2000 yılına kadar yılda iki kez (nisan ve ekim ayları) yayınlanan işgücü verileri, bu tarihten itibaren üçer aylık dönemler itibariyle yayınlanmaya başlamıştı. Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) bu yıl işgücü istatistiklerini biraz daha geliştirdi ve bu verileri aylık bazda yayınlamaya başladı. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir husus var. DİE’nin açıkladığı veriler tam olarak açıklandığı ayın değil, önceki ve sonraki aylar ile birlikte üç aylık dönemin ortalamasını yansıtıyor.
DİE, bu kapsamda ilk olarak ocak ayı verilerini yayınlamış ve bu yayından sonra değişik yorumlar yapılmıştı. Ocak ayı verilerinde işsizlik oranının geçen yılın son çeyreğine göre arttığını görenler “İşsizlikte yükseliş sürüyor” yorumunu yapmıştı. İşgücü istatistiklerinde mevsimselliğin önemli bir etkisi olduğunu bilenler ise bu verileri geçen yılın ilk çeyreğindeki verilerle karşılaştırmış, bir düşüş olduğunu görünce de, ilk kesimdekilerin tam tersi bir yorum yapmışlardı.
Esasında ocak ayı verileri geçen yılın ilk çeyreğindeki veriler ile de tam olarak karşılaştırılabilir değildi. Çünkü bu veriler Aralık 2004 ile Ocak ve Şubat 2005’te düzenlenen hanehalkı işgücü anketlerinden elde edilen verilerin ortalamasını gösteriyordu. Geçen yılın ilk çeyreğine ilişkin veriler ise Ocak, Şubat ve Mart 2004’te düzenlenen hanehalkı işgücü anketlerinden elde edilen verilerin ortalamasını gösteriyor. Görüldüğü gibi bu iki veri seti ancak üçte ikilik bir uyum gösteriyor.
Kıyaslama zamanı
Fakat DİE’nin Şubat 2005’e ait işgücü istatistiklerini yayınlamasıyla, bu yıl işgücü piyasasında işlerin geçen yıla göre nasıl seyrettiğine ilişkin ilk sağlıklı bilgileri elde etme imkanına kavuştuk. Şubat 2005’e ait veriler, Ocak, Şubat ve Mart 2005’te düzenlenen hanehalkı işgücü anketlerinden elde edilen verilerin ortalamasını yansıtıyor. Bu nedenle bu verileri 2005’in ilk çeyreğine ilişkin veriler olarak kabul etmenin ve geçen yılın ilk çeyreğine ilişkin verilerle kıyaslamanın önünde hiçbir engel bulunmuyor.
Söz konusu kıyaslamayı yaptığımızda ise ocak ayı verileri yayınlandığında edindiğimiz izlenimin yanlış olmadığını görüyoruz. Bu yılın ilk çeyreğinde hem işsiz sayısının hem de işsizlik oranının, geçen yılın aynı dönemine göre, bir miktar gerilediğini fark ediyoruz.
DİE’nin verileri, bu yılın ilk çeyreğindeki işsiz sayısını 2 milyon 750 bin, bunların işgücüne oranlanmasıyla hesaplanan işsizlik oranını ise yüzde 11.7 olarak veriyor. Geçen yılın ilk çeyreğinde ise işsiz sayısı 2 milyon 830 bin, işsizlik oranı yüzde 12.4 idi. Bu durumda işsiz sayısında yaşanan gerileme 80 bin, işsizlik oranında yaşanan gerileme ise 0.7 puan olarak hesaplanıyor.
Esasında ilk çeyrekte istihdamda yaşanan artış çok daha yüksek ve 936 bin kişi. Ancak işgücü piyasasına giren kişi sayısının da çok yüksek ve 856 bin kişi olduğu görülüyor. Türkiye genç bir nüfusa sahip olduğu için işgücü piyasasına girişler epey yüksek oluyor. Hal böyle olunca, işsizlikteki gerileme istihdamdaki artışa göre çok cüzi kalıyor.
İlk çeyrekte oransal olarak en yüksek istihdam artışı inşaat sektöründe yaşandı. Bu artış bu sektörün 5 yıllık durgunluğu anlatıp yeniden canlanmasından kaynaklanıyor.
İlk çeyrekte sanayide ve hizmetler sektöründe de istihdamın arttığı görülüyor. Buna karşılık tarımsal istihdamda ise düşüş yaşandığı dikkati çekiyor. Tarımsa istihdamın zaman içinde gerilemesi ekonomideki yapısal dönüşümün bir sonucu ama bu düşüş kısa dönemde işsizliği olumsuz etkiliyor.
Yeni yatırımlar arttı
Bu arada bu yıl işsizlikte düşüş yaşanabileceğine yönelik bir sinyali de yatırım eğiliminden alıyoruz. Son üç yılda yapılan yatırımlar daha çok teknolojiyi yenilemeye yönelik olmuş ve fazla ek istihdama gerek kalmadan üretimin artırılmasına imkan vermişti. Bu yıl ise yeni yatırımların payının arttığını ve üstelik de bunların daha emek-yoğun alanlarda gerçekleştiğini gözlemliyoruz. İlk dört ayda verilen teşvik belgelerinin yüzde 63.2’si komple yeni yatırımlara yönelik oldu. Bu oran önceki iki yılın aynı dönemlerinde yüzde 50’nin altındaydı. Teşvik belgesine bağlanan yatırım başına yaratılacak istihdamın da, geçen yılın ilk dört ayında 37 iken, bu yılın aynı döneminde 42’ye çıktığı dikkatimizi çekiyor.
İlk çeyreğe ilişkin işgücü piyasası verileri ile yatırımlarda yaşanan dönüşümü birlikte ele aldığımızda, bu yıl işsiz sayısının ve işsizlik oranının geçen yıla göre bir miktar gerileyeceği izlenimini ediniyoruz.
SANAYİDEKİ REVİZYONUN BÜYÜMEYE ETKİSİ
Geçen ayki Konjonktür’de ilk üç aya ilişkin sanayi üretimi verilerini değerlendirmiş ve buna dayanarak bu dönemde ekonominin büyüme oranının yüzde 6-7 arasında çıkabileceği tahminini yapmıştık. Ancak DİE nisan ayı sanayi üretimi verilerini yayınlarken, önceki iki aya ilişkin verileri de önemli ölçüde revize etti. Bu revizyon bizi büyüme tahminimizi yeniden gözden geçirmeye itti.
Revizyon öncesinde ilk üç aydaki sanayi üretimi artış oranını yüzde 8.2 olarak biliyorduk. Revizyon sonrasında ise bu oranın yüzde 6.1 olduğunu öğrendik. Çünkü daha önce yüzde 14.9 olarak açıklanan şubat ayı sanayi üretimi artış oranı revizyon sonrasında yüzde 10.7’ye, yüzde 5.5 olarak açıklanan mart ayı sanayi üretimi artış oranı ise yüzde 3.4’e düştü.
Sanayinin ekonomideki payı yüzde 25 dolayında olduğu ve de ticaret ve ulaştırma gibi sektörlerdeki iş hacmi sanayideki duruma epey bağımlı bulunduğu için, Türkiye’de sanayi üretimindeki artış oranı ile ekonominin genelindeki büyüme oranı birbirine paralel seyrediyor. Diğer sektörlerdeki duruma göre, ekonominin genelindeki büyüme oranı, sanayi üretimindeki artış oranının 1-2 puan üzerinde veya altında çıkıyor.
Dayanıklı tüketimdeki ertelenmiş talebin doygunluğa ulaşması ve tarımdaki tek yıl etkisi nedeniyle bu yıl diğer sektörlerdeki durumun sanayideki kadar iyi olmadığını düşünüyoruz. Bu nedenle büyüme oranının sanayi üretimindeki artış oranının biraz altında gerçekleşmesini bekliyoruz.
Buna dayanarak, ilk çeyrekte sanayi üretiminin yüzde 8.2 olarak çıktığını görünce, yüzde 6-7 arasında bir büyüme tahmini yapmıştık. Ancak bu oran yüzde 6.1 olarak revize edildiğine göre artık ilk çeyrek büyüme oranının bu kadar yüksek çıkması zor görünüyor. Şimdi ilk çeyrek büyüme oranının yüzde 4-5 arasında çıkması daha makul görünüyor.
Dergimiz yayınlandığında ilk çeyrek büyüme oranı açıklanmış olacak.
TÜKETİCİNİN GELECEĞE GÜVENİ SARSILDI
Gelişmiş ülkelerde tüketici talebindeki değişimleri öngörebilmek için kullanılan en önemli göstergelerden biri Tüketici Güven Endeksi’dir. Türkiye’de ekonomideki sorunların talepten çok arz kaynaklı olduğu önceki yıllarda bu tür bir endeks oluşturulmasına gerek duyulmamıştı. Ancak özellikle 2001 krizinden sonra tüketici tercihlerinin ekonomideki öneminin artması, böyle bir endeksin oluşturulmasını gerektirdi. Bunun sonucunda da DİE ve TCMB bir araya gelip bu endeksi oluşturmak üzere Tüketici Eğilim Anketi düzenlemeye başladı. Bu anket çalışması geçen ay 1.5 yılını doldurdu.
Bu ankete verilen cevaplar ile oluşturulan Tüketici Güven Endeksi (TGE) son aylarda pek de iyi sinyaller vermiyor. TGE’nin değeri mayıs ayında kısa tarihinin en düşük değeri olan 100.3’e kadar indi. Önceki ayki değeri de bundan çok yüksek değildi ve 100.4 düzeyindeydi.
TGE’deki mevcut düşüş eğilimi mart ayında başladı. Bu tarih gelecek konusundaki bazı endişelerin ortaya çıkmasıyla mali piyasalarda başlayan çalkalanma ile aynı zamana rastlıyor. Benzer bir etkileşimi geçen yılın bahar aylarında da görmüştük.
TGE’nin alt kalemlerine bakıldığında da düşüş eğiliminin geleceğe olan güvenin sarsılmasından kaynaklandığını anlıyoruz. Gelecek dönemdeki genel ekonomik duruma ilişkin endeks değerinin, mart ayına kadar 100’ün üzerindeyken, mayıs ayında 95.9’a kadar indiğini görüyoruz. Tüketicinin, satın alma gücünün geleceğine ve iş bulma olanaklarına ilişkin beklentilerinin de azaldığını fark ediyoruz.
Buna karşılık mevcut dönemdeki satın alma gücü ve mevcut dönemin dayanıklı tüketim malı satın almak için uygunluğu konusunda son üç ayda önemli bir değişiklik yaşanmadığı dikkati çekiyor.
TGE’nin 100’ün üzerinde olması tüketici güveninde iyimser duruma, 100’ün altında olması ise kötümser duruma işaret ediyor. Böyle giderse TGE yakında ilk kez kötümser tarafa geçebilecek gibi görünüyor.
VERİMLİLİKTEKİ YAVAŞLAMA DURDU
Son üç yılda olağanüstü artışların görüldüğü verimlilikte geçen yılın ikinci yarısında yavaşlama yaşanması, nisan ayında yaptığımız değerlendirmede bize “Verimlilikten destek buraya kadar” dedirtmişti. Bahsettiğimiz destek ihracattaki artış ve enflasyondaki düşüş ile ilgiliydi. Son üç yılda verimlilikte yaşanan artış maliyet tasarrufu sağlayarak, hem liradaki değerlenmeye rağmen ihracatın artmasını sağlamış, hem de fiyat artışlarını sınırlayarak enflasyonun düşmesine katkıda bulunmuştu.
Ancak DİE’nin bu yılın ilk çeyreğine ilişkin olarak açıkladığı veriler, son üç yıla göre mütevazı ölçüde de olsa, verimlilikten gelen desteğin hala sürdüğüne işaret ediyor. Verimlilikte geçen yılın ikinci yarısında başlayan yavaşlamanın, bu yılın ilk çeyreğinde durduğu dikkati çekiyor.
İmalat sanayiinde çalışan kişi başına kısmi verimlilik indeksindeki yıllık değişim oranı, ilk çeyrekte yüzde 4.1 olarak gerçekleşti. Bu oran geçen yılın son çeyreğinde yüzde 2.2 olmuştu.
Verimlilikteki yavaşlamanın durmasında hem üretimdeki artışın biraz hızlanmasının hem de istihdamdaki artışın yavaşlamasının etkisi var. İlk çeyrekte imalat sanayinde üretim yüzde 5.6 artarken istihdamdaki artışın yüzde 1.4 olması, yüzde 4.1’lik (1.056/1.014=1.041) verimlilik artışını ortaya çıkardı. Geçen yılın son çeyreğinde ise üretimdeki artış yüzde 4.5 iken istihdamdaki artışın yüzde 2.2 olması, yüzde 2.2’lik bir verimlilik artışını ortaya çıkarmıştı.
Verimlilikte yavaşlamanın durması olumlu. Ancak bu 2005’in tamamındaki artışın 2004’ten yüksek olacağı anlamına gelmiyor. Çünkü geçen yılın ilk üç çeyreğinde verimlilikteki artış oranları epey yüksekti. Son çeyrekteki yavaşlamaya rağmen, 2004 yılındaki verimlilik artışı yüzde 8.2 olmuştu. Bu yıl bu oranın yanına yaklaşmamız biraz zor görünüyor.
YOKSULLUKTA SON TABLO KARIŞIK
DİE’nin son yıllarda geliştirdiği yeni ürünlerinden biri yoksulluk çalışması. 2002 yılı verilerini içeren ilk yoksulluk çalışması geçen yıl yayınlanmıştı. 2003 yılı verilerini içeren ikinci yoksulluk çalışması ise önceki ay yayınlandı.
İlk yoksulluk çalışması bu konudaki durumumuzu görmemizi sağlamıştı ama önceki yıllara ilişkin tam olarak karşılaştırılabilir bir veri seti olmadığı için değişim konusunda bir şey söyleyememiştik. İkinci çalışmanın yayınlanmasıyla birlikte ise değişim konusunda da bilgi edinme imkanını elde ettik.
Ancak 2003 yılı verilerini 2002 yılı verileri ile karşılaştırdığımızda ortaya karışık bir tablo çıkıyor. Bu karşılaştırmada dar kapsamlı yoksulluk ölçülerinde bir gerileme olduğunu görüyoruz. Buna karşılık geniş kapsamlı yoksulluk ölçülerinde artış olduğu dikkati çekiyor.
Dar kapsamlı yoksulluk ölçülerinin başında gıda yoksulluğu geliyor. Gıda yoksulluğu, bir kişinin yaşamını sürdürebilmesi için gerekli günlük kalori ihtiyacı dikkate alınarak hesaplanıyor. Kamuoyunda “açlık sınırı” olarak bilinen bu ölçüye göre 2002 yılında nüfusumuzun yüzde 1.35’i yoksuldu. 2003 yılında ise bu oranın yüzde 1.29’a indiği görülüyor.
Günlük 1 dolarlık, 2.15 dolarlık ve 4.3 dolarlık tüketimin esas alındığı yoksulluk ölçülerinde de benzer bir düşüş yaşandığı görülüyor.
Gıda dışındaki zorunlu tüketim harcamalarının da dikkate alınmasıyla hesaplanan gıda ve gıda dışı yoksulluk ölçüsüne göre ise 2002 yılında nüfusumuzun yüzde 26.96’sı yoksuldu. Bu oranın 2003 yılında yüzde 28.12’ye yükseldiği görülüyor.
Benzer bir yükseliş, kişi başına gelirin ya da tüketim harcamasının medyan değerinin yarısının yoksulluk sınırı olarak kabul edildiği göreli yoksulluk ölçüsünde de görülüyor.
ORTA VADELİ PROGRAM NE GETİRİYOR?
Türkiye’de hükümetler ekonomiyi, 1960’lı yıllardan bu yana, beş yıllık planlar ile bu planlar çerçevesinde hazırlanan yıllık programlar yönlendirmeye çalışıyordu. Şimdi bunlara ek olarak bir de üç yıllık olarak hazırlanan Orta Vadeli Program devreye girdi. Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) 2006-2008 yıllarına ilişkin olarak hazırladığı ilk Orta Vadeli Program, 31 Mayıs 2005 tarihli Resmi Gazete’nin mükerrer sayısında yayınlanarak yürürlüğe girdi.
Orta Vadeli Programı (OVP) incelediğimizde pek de ayrıntılı olmadığını (toplam 25 sayfa) görüyoruz. Metnin giriş bölümünde de belirtildiği gibi, OVP, üç yıllık dönemde üzerinde yoğunlaşılacak önceliklerin tespit edilmesiyle yetiniyor. Kamu kuruluşlarının faaliyetlerini bu öncelikleri dikkate alarak yürütmeleri isteniyor.
Hükümetin üç yıllık dönem için belirlediği öncelikler elbette özel sektör için de önemli. OVP’deki hedeflerin iyi analiz edilerek geleceğe yönelik planlarda dikkate alınması, karşılaşılabilecek sürprizlerin azaltılmasını sağlayabilir.
Bu nedenle OVP’deki temel hedefleri yandaki tabloda veriyoruz. Aşağıda da bu hedeflere yönelik değerlendirmelerimiz yer alıyor:
Büyümede fix menü
* OVP’de öngörülen GSYİH (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) büyüme oranları, son yıllarda alıştığımız fix menünün tekrarından oluşuyor. 2006, 2007 ve 2008 için hedeflenen büyüme oranı aynı ve yüzde 5 düzeyinde. Ekonomi tabii ki böyle düzenli bir büyüme patikası izlemeyecek. Ayrıca Türkiye’nin temel sorunlarının aşılması için büyümenin bu hedeflerden en azından 1-2 puan daha yüksek gerçekleşmesi gerekiyor. Yapılan araştırmalar, sadece işgücü piyasasına yeni girişlerin karşılanması için bile yıllık yüzde 6’lık bir büyümenin şart olduğunu gösteriyor.
* Tüketim, yatırım ve dış ticaretle ilgili hedeflere baktığımızda, büyümenin yatırım ve dış talep kaynaklı olmasının beklendiğini görüyoruz. İç talepte öngörülen artış pek yüksek değil. Yatırımlardaki artışın da özel sektör kaynaklı olması planlanıyor. OVP’ye göre kamu yatırımlarında ciddi bir artış görebilmek için 2008 yılına kadar beklememiz gerekiyor.
* Hedeflere göre 2008 yılında kişi başına milli gelirimiz 5 bin 621 dolar olacak. Satınalma Gücü Paritesi’ne (SGP) göre hesap yapıldığında ise bu tutar 10 bin doların üzerine çıkacak.
* İstihdamda 2007 yılında 461 bin, 2008 yılında ise 459 bin kişilik artış bekleniyor. İşsizlik oranında ise cüzi düşüşler öngörülüyor. Bizce istihdamda öngörülen bu artışlar ile işsizlik oranları daha yüksek gerçekleşir. Çünkü Türkiye’de her yıl işgücü piyasasına girenlerin sayısı 500 binin altında değil. Ayrıca işsizlik oranı öngörülen düzeyde kalsa da ikinci döneminde hükümetin başını ağrıtabilir. Çünkü enflasyonun yenilgiye uğratılmasından sonra halkın bir numaralı önceliği işsizlik olacak.
* Cari açığın milli gelire oranı için belirlenen hedefler, bu serideki tarihi verileri dikkate alırsak yüksek. Ancak doğrudan yabancı sermaye girişlerinde başlayan artış devam ederse bu açıkları finanse etmek sorun olmayabilir. Ayrıca cari açığın milli gelire oranında tedrici bir düşüşün de hedeflendiği görülüyor.
Mali hedefler iddialı
* Kamu maliyesine ilişkin hedeflerin oldukça iddialı belirlendiği dikkati çekiyor. Kamu kesimi borçlanma gereğinin milli gelire oranının 2008 yılında yüzde 0.1’e kadar düşmesi hedefleniyor. Bu oranın geçen yıl yüzde 6.2 olarak gerçekleştiğini hatırlatalım.
* Kamu açığının sıfırlanmasında faiz ödemelerinde yaşanan düşüşün sürmesine güveniliyor. Geçen yıl yüzde 13.1 olan faiz ödemelerinin milli gelire oranının 2008 yılında yüzde 6.6’ya kadar gerilemesi bekleniyor.
* OVP’ye göre, kamu borcunun milli gelire oranındaki gerileme de sürecek. Brüt olarak ele alınırsa kamu borcunun milli gelire oranı 2008 yılında yüzde 63.5’e inecek. Net olarak ele alındığında ise 2008 yılındaki oran yüzde 47.8 olacak.
* Enflasyonun ise 2007 yılında yüzde 4’e gerilemesi ve 2008’de de orada kalması hedefleniyor.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?