Ekonomi ve Demokrasi Nisan ayına, yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimi dolayısıyla siyasi açıdan gergin giren Türkiye, bu ayı bu açıdan neredeyse bir depreme tekabül eden bir gelişme ile kapattı. Cumh...
Ekonomi ve Demokrasi
Nisan ayına, yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimi dolayısıyla siyasi açıdan gergin giren Türkiye, bu ayı bu açıdan neredeyse bir depreme tekabül eden bir gelişme ile kapattı. Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunun yapıldığı 27 Nisan akşamı Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinde yayınlanan bir bildiri, siyasi tarihimize şimdiden “e-muhtıra” olarak geçen bir dönemin kapısını açtı. Türkiye, bu e-muhtıra ile, çoktandır gündemden temelli kalktığını düşündüğümüz askeri darbe korkusunu yeniden yaşamaya başladı.
Daha sonra gelişen olaylar neticesinde 22 Temmuz’da erken seçim kararı alındığı için, bu korku şimdilik derinlerde bekliyor. Fakat seçimden nasıl bir tablo çıkacağı pek belli olmadığı ve yeni meclis kurulduğunda yine cumhurbaşkanlığı seçiminde tıkanıklık yaşanması ihtimali bulunduğu için, askeri darbe korkusu kafalardan tümüyle de silinmiyor. Her ne kadar 21’inci Yüzyıl Türkiyesi’nde askerlerin bir darbe yapması ihtimali düşük görülse de insanlar “acaba” demekten de kendilerini alamıyor.
Hatırlatma dersi
İşte durum bu halde iken biz de bu yazıda ekonomi ile demokrasi arasındaki ilişkiye bir göz atalım istedik. Esasında bu konuyu bundan 7 yıl önce Şubat 2000 tarihli Capital Dergisi’nin “Konjonktür” sayfalarında da işlemiştik. Fakat o zaman bu konuyu işlememizin nedeni bir askeri darbe ihtimali değil, demokrasinin Türkiye’de 50’nci yılına adım atması idi. Yalnız hatırladığımız kadarıyla o tarihte Türkiye’de demokrasinin 50’nci yılına girdiğini bizden başka da pek fark eden çıkmamıştı. Her konuda özel günler tertiplemek konusunda pek meraklı olan halkımızın ve kamu kurumlarımızın bu yıldönümünü hatırlamaması belki de Türkiye’de demokrasinin pek özümsenmediğinin bir işaretiydi.
Ekonomi ve demokrasi ya da daha özelde kalkınma ve demokrasi ilişkisine iktisat literatürü açısından baktığımızda, bu konudaki fikirlerin zaman içinde esaslı bir değişiklik geçirdiğini görüyoruz. Daha çok uzun olmayan bir zaman öncesine kadar bu konudaki hakim görüş demokrasi ile kalkınmanın birbirleriyle bağdaşmayacağı yönündeydi. Bu görüşe göre gelişmekte olan ülkelerde demokrasi zaten kıt olan kaynakların heba edilmesine yol açabilirdi. Demokratik bir ortamda sermaye sahipleri verimsiz alanlara yatırım yapabilir, işçi kesimi de hak talepleriyle üretime zarar verebilirdi. Bu görüşe göre, hızlı kalkınmak isteyen ülkelerin bir süre için demokratik hak ve özgürlüklerden feragat etmesi en iyisiydi. Merkezi bir otoritenin sağlayacağı disiplinle sermaye sahiplerinin verimli alanlara yatırım yapması sağlanabilir, işçi kesiminin üretime zarar verebilecek taleplerinin önüne geçilebilirdi. Bu şekilde kalkınma sağlandıktan sonra ise demokrasiye geçilmesi gündeme gelebilirdi. Kalkınma ve demokrasi ilişkisi konusunda bu görüşe sahip olanlar, bu savlarının kanıtı olarak ise Güney Kore örneğini gösteriyorlardı.
Demirperde çökünce
Fakat özellikle Doğu Bloku’nun çöküşünden sonra ortaya dökülen diğer örnekler bu görüşü temelden değiştirdi. Doğu Bloku’nun çökmesinden sonra yıllardır demirperde gerisinde ve demokrasiden habersiz olarak yaşayan birçok ülkenin kalkınma yolunda hiç de büyük adımlar atamadıkları ortaya çıktı. SSCB’nin desteğinin ortadan kalkmasından sonra Kuzey Kore ve Küba gibi ülkelerin de kalkınma yarışında gerilerde kaldıkları açıkça anlaşıldı.
Esasında demokrasiden feragat etmenin ülkelere kalkınma açısından pek bir avantaj sağlamadığı burnumuzun dibindeki birkaç ülkeye bakınca da hemen anlaşılıyor. Kurulduğu günden beri demokrasinin hiç uğramadığı Irak’ın, dünyanın ikinci büyük petrol rezervine de sahip olmasına rağmen, içler acısı durumu ortada. Cumhuriyet rejimi ile yönetilen ama iktidarın babadan oğula geçtiği diğer güney komşumuz Suriye’de 1980’li yılların başından beri refah düzeyinde artış yok. Biraz daha uzağımızdaki Kuveyt ve Suudi Arabistan’ın refah düzeylerinde 1990’larda petrol gelirleri azalınca inanılmaz bir düşüş oldu. Demokrasinin bir türlü işlerlik kazanamadığı Afrika ve Güney Amerika ülkelerinin hali de ortada.
Bütün bu örnekler nedeniyle günümüzde artık demokrasi kalkınmanın gerekli unsurlarından biri olarak kabul ediliyor. Bu kabul nedeniyle de dünyada demokrasiye yönelen ülkelerin sayısı giderek artıyor. 30 yıl öncesine kadar dünyadaki ülkelerin sadece üçte birinde demokrasi hakimdi. Bugün ise bu oran üçte ikiye yaklaşmış durumda. 1970’lerde Yunanistan, İspanya ve Portekiz gibi Batı Avrupa ülkelerinde bile dikta rejimleri vardı. Bugün ise dikta rejimleri dünyanın ücra köşelerinde tutunmaya çalışıyor.
Demokrasi lüks değil
Dünyada yaşanan bu gelişmelere rağmen ülkemizde demokrasiyi lüks olarak görenler hala mevcut. Oysa Türkiye’nin kendi deneyimleri bile demokrasinin kalkınma açısından askeri yönetimlere göre daha iyi olduğunu gösteriyor.
Konjonktür’ün ikinci sayfasındaki tabloda daha ayrıntılı olarak görebileceğiniz gibi, Türkiye’de 1950 sonrasında demokrasiye ara verilen dönemlerdeki ekonomik performans hiç de parlak değil. Demokrasiye ilk molanın verildiği 1960-61 döneminde ekonomide durgunluk hakim olmuştu. İkinci molanın verildiği 1971-73 döneminde ise daha sonra çok çekeceğimiz yüksek enflasyon ve bütçe açıklarının tetiği çekilmişti. Demokrasiye üçüncü molanın verildiği 1981-83 döneminde de ekonomide kalıcı bir iyileşme sağlanamamıştı.
Yaptığımız bir hesap da demokrasiye ara verilen dönemlerde refah düzeyimizdeki artışın daha düşük kaldığını ortaya koyuyor. 1950-2006 döneminde kişi başına milli gelirimizdeki yıllık ortalama artış yüzde 2,7. Bu oran demokrasiye ara verilen yıllarda yüzde 1,7’ye inerken, demokrasinin işlediği yıllarda ise yüzde 2,9 olarak çıkıyor.
Darbe olursa ne olur?
Türkiye’de bugün demokrasiye mola verilmeye kalkılsa, ekonomik sonuçlarının önceki molalardakinden daha ağır olacağını söylemek yanlış olmaz. Çünkü son demokrasi molasını verdiğimiz 1980 yılından bu yana hem dünya hem de Türkiye çok değişti. Dünya ekonomileri globalleşme eğiliminin etkisiyle birbirine daha sıkı bir şekilde bağlanırken Türkiye de bu yapıya eklemlendi. Türkiye ekonomisinin dış ticarete açıklık oranının 1980 yılında yüzde 15 iken bugün yüzde 55 olduğunu söylemek bile bu konuda bir fikir verir sanırız. Bir de finansal piyasalardaki açıklığı düşünürseniz bir askeri darbenin ekonomiye nasıl zarar vereceğini tahayyül etmeniz zor olmaz.
Türkiye ekonomisinin hızlı büyüdüğü ve de bunu dış kaynakla sağladığı bir dönemde yaşanabilecek böyle bir müdahalenin ilk etkisi finansal piyasalarda dalgalanma olarak kendini gösterecektir. Kurların ve faizlerin birlikte roket gibi yükselişe geçeceği böyle bir dalgalanmanın reel ekonomiye nasıl yansıyabileceğini ise 1994 ve 2001 yıllarında yaşadığımız deneyimlerden biliyoruz. Yani bir askeri müdahale halinde Türkiye’nin yeni bir ekonomik kriz yaşaması ihtimali hiç de az değil.
Rasyonel düşünmek şart
Doğrusu biz gerek askeri kesimin gerekse siyasetçilerin yaşanabilecek bu gelişmelerin farkında olmadığını düşünmüyoruz. Rasyonel olarak düşünüldüğü takdirde bu sonuçları öngörmek hiç de zor değil. Fakat cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde de gördüğümüz gibi siyasette rasyonel düşünce her zaman hakim olmuyor. Aşırı risk alınarak yapılan hesaplar sonucunda birdenbire hiç istenilmeyen sonuçlarla karşılaşılabiliyor. İşler bir kere terse dönünce de ne yapılsa geriye dönüş olmuyor.
22 Temmuz’da yapılacak seçimlerden sonra durumun böyle olmamasını, siyasette rasyonel düşüncenin hakim olmasını umuyoruz.
Demokrasi Molaları Ekonomiye Yaramıyor
Türkiye’de demokrasiye geçişin miladı olarak genelde, ilk çok partili ve şaibesiz seçimin yapıldığı 14 Mayıs 1950 tarihi kabul edilir. Fakat Türkiye o tarihten bu yana demokrasiyi kesintisiz olarak işletmeyi başarabilmiş değil. Aradan geçen 57 yıllık sürede demokrasi üç kez kesintiye uğradı. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra ülkemiz 15 Ekim 1961 seçimlerinden çıkan hükümetin işbaşı yapmasına kadar askeri yönetimin elinde kaldı. 12 Mart 1971 Muhtırası’ndan sonra askerler bizzat yönetime el koymadı ama Türkiye üç yıl boyunca “milli birlik hükümeti” adı verilen, teknokratların ağırlıkta olduğu hükümetler tarafından yönetildi. 12 Eylül 1980’de emir-komuta zinciri altında yapılan bir darbe ile iktidara el koyan askerler, 6 Kasım 1983’te yapılan seçimlerden sonra ilk Özal Hükümeti kuruluna kadar yönetimde kaldı.
Demokrasimiz 28 Şubat 1997 ve son olarak 27 Nisan 2007’de de yara aldı. Ancak ilki “post-modern darbe” ikincisi ise “e-muhtıra” olarak siyasi tarihimize geçen bu olaylarda ülke yönetiminin askerlerin eline geçmesi gibi bir durum olmadığı için bunları demokrasi molası olarak tanımlayamıyoruz.
Türkiye’de demokrasiye ara verilen üç dönemde ekonomide neler yaşandığına baktığımızda ise karşımıza şunlar çıkıyor:
Birinci demokrasi molası (1960-61)
1960 ve 1961 yılları ekonomide durgunluk yılları idi. Ekonomi 1960 yılında yüzde 2,9, 1961 yılında ise sadece yüzde 1,7 oranında büyümüştü. Ekonomideki durgunluk işsizliği bir miktar yükseltirken 1959 yılında yüzde 20’nin üzerine kadar tırmanmış olan enflasyonu ise yüzde 1’lere kadar geri çekti. Bütçe ise her ne kadar daha sonraki yıllarda göreceğimiz düzeylere göre çok mütevazı kalsa da bir miktar açık verdi.
İkinci demokrasi molası (1971-73)
Bu dönemde son yıl hariç büyüme hiç de fena değildi. Ekonomi 1971’de yüzde 5,6, 1972’de yüzde 7,4, 1973’te ise yüzde 3,3 büyümüştü. Ancak siyasi istikrarsızlığın kol gezdiği bu dönemde sonradan başımızı çok ağrıtacak iki gelişmenin tetiği çekildi. Birincisi, 1971 yılında o güne kadar görülmemiş ve o zaman için astronomik sayılacak (GSYİH’nin yüzde 2,5’i kadar) bir bütçe açığı yaşandı. Sonraki iki yılda bütçe açıkları daha düşük gerçekleştiyse de o gün bugündür bir daha bütçenin iki yakasının bir aya geldiği görünmedi. İkincisi, zaten önceki yıl yükselişe geçmiş olan enflasyon da bu siyasi hengame ortamında iyice kontrolden çıktı. Böylece ta 2004 yılına kadar sürecek olan çift haneli enflasyon dönemi başladı.
Üçüncü demokrasi molası (1981-83)
Bu dönemde ekonomideki büyüme oranları ne çok yüksek ne de çok düşük oldu. Ekonomi 1981’de yüzde 4,9, 1982’de yüzde 3,6, 1983’te ise yüzde 5 büyüdü. Fakat ekonominin 1979-80 döneminde küçülmesinin getirdiği bir “baz etkisi”nin varlığına rağmen büyüme oranlarının böyle vasat düzeylerde kalması da dikkate değer. Bu dönemde daha çok asayiş konularıyla ve yeni bir anayasal düzen kurulmasıyla meşgul olan askeri yönetim ekonomiye de mümkün mertebe çeki düzen vermeye çalıştı. Ancak bu konuda bir miktar yol alınsa da kesin çözüme ulaşılamadı. Bütçe açıkları 1970’lerin sonlarındaki düzeylere göre biraz gerilese de varlığını sürdürdü. 1980 yılında üç haneli düzeye tırmanmış olan enflasyon da ancak yüzde 30 civarına kadar geri çekilebildi.
Merkez Enflasyona Söz Geçiremiyor
Capital’in geçen ayki sayısının baskıya verilmesinden sonra enflasyon konusunda iki önemli gelişme yaşandı. Bu gelişmelerden ilki Merkez Bankası’nın geçen yıldan beri üç ayda bir yayınlamakta olduğu “Enflasyon Raporu”nun son sayısının yayınlanmasıydı. İkinci önemli gelişme ise nisan ayı enflasyon oranlarının açıklanmasıydı.
Öncelikle Enflasyon Raporu’nun yeni ne getirdiğine baktığımızda Merkez Bankası’nın enflasyon öngörülerinde önemli bir revizyon yaptığını görüyoruz. Bu revizyon 2007 yıl sonu enflasyon tahmininin yükseltilmesi, 2008 yıl sonu enflasyon tahmininin ise düşürülmesi şeklinde yapıldı.
Son Enflasyon Raporu’nda yer alan bilgilere göre, Merkez Bankası şu anda 2007 yılı sonunda enflasyonun yüzde 4,5-7,1 aralığında gerçekleşmesini bekliyor. Bu aralığın orta noktası yüzde 5,8 ediyor. Bu revizyon öncesinde Merkez Bankası’nın 2007 sonu enflasyon tahmini yüzde 3,3-6,6 aralığıydı. Bu aralığın orta noktası ise yüzde 5,1 ediyordu.
Merkez Bankası’nın şu anda geçerli olan öngörülerine göre 2008 yıl sonu enflasyon tahmini aralığı ise yüzde 1,3-5 arası. Bu aralığın orta noktası yüzde 3,2 olarak hesaplanıyor. Merkez Bankası’nın 2008 yıl sonu için önceki enflasyon tahmini aralığı yüzde 1,6-5,2 aralığıydı. Bu aralığın orta noktası ise yüzde 3,4 olarak hesaplanıyordu.
Doğrusu Merkez Bankası’nın 2007 yılı enflasyon tahminlerini yükseltmesi bizim için pek de sürpriz olmadı. Çünkü ilk üç ayda enflasyon Merkez Bankası’nın önceki tahminlerinin üzerinde bir seyir izlemişti. Hatırlarsanız bu gelişmeyi bu sayfalarda sizlere de aktarmıştık.
Nisan ayı enflasyonu
Şimdi de nisan ayı enflasyon oranlarına gelelim. Nisan ayı enflasyonunun önemi Merkez Bankası’nın bu ayda enflasyonda ciddi bir düşüş beklemesinden geliyordu. Merkez Bankası, son Enflasyon Raporu’nda yıl sonu enflasyon tahminlerini yükseltmesine rağmen nisan ayında enflasyonda düşüş yaşanacağı beklentisini değiştirmemişti. Bu beklentinin gerekçesi ise geçen yıl nisan ayında enflasyonda yükselişin başlamasıydı. Bu “baz etkisi”nin bu yıl aynı aydan itibaren enflasyonda düşüş yaşanmasını sağlayacağı düşünülüyordu.
Nisan ayında enflasyon gerçekten de düşüş gösterdi. Yani bu yönüyle beklentiler gerçekleşti. Ancak enflasyondaki düşüş pek de beklenen ölçüde olmadı. Mart ayında yüzde 10,86 düzeyinde olan yıllık enflasyon nisan ayında ancak yüzde 10,72 düzeyine kadar inebildi. Bu durum yüzde 1 civarında gerçekleşmesi beklenen nisan ayı enflasyonunun, özellikle giyim ve gıda gruplarında mevsimselliğin ötesinde gerçekleşen fiyat artışlarının etkisiyle, geçen yılki yüzde 1,34’lük düzeye çok yakın ve yüzde 1,21 olarak çıkmasından kaynaklandı.
Enflasyon yukarıda bahsettiğimiz “baz etkisi” sayesinde önümüzdeki birkaç ayda da düşüş gösterebilir. Ancak bu düşüşlerin de beklenen ölçüde olabileceğinden şüpheliyiz. Öyle görünüyor ki Merkez Bankası bu yıl enflasyona söz geçirmekte daha epey zorlanacak.
Merkez Bankası’nın enflasyona söz geçirememesinin faturası da yüksek faiz oranlarıyla reel ekonomiye çıkıyor tabii. Birkaç ay öncesine kadar piyasalarda nisan ayında enflasyonda düşüş görülmesiyle Merkez Bankası’nın faizlerde indirime başlayabileceği beklentisi vardı. Bu beklenti biraz da siyasi gelişmelerin etkisiyle şimdi rafa kalkmış durumda. Artık Merkez Bankası’nın sonbahardan önce faizlerde indirime gidebileceğini düşünen çok fazla kimse yok. Merkez Bankası zaten daha önce faizlerde dördüncü çeyreğin başından önce bir indirimi düşünmediğini açıklamıştı. Son Enflasyon Raporu’nda da bu söylemini değiştirmedi. Fakat söz konusu raporda faiz indirimlerinin daha küçük boyutlu olabileceğini söyledi ki bu da faizde indirim bekleyenler açısından olumsuz bir nokta.
Dış Açıkta Gerileme Var
Son yıllarda ekonomideki en büyük endişe kaynağı haline gelen dış açıkta bu yılın ilk çeyreği itibariyle olumlu gelişmeler var. Bu dönemde ihracattaki artış sürerken ithalatın giderek hız kesmesi dış ticaret açığında küçülme getirdi. Dış ticaret açığındaki bu küçülme de, büyük ölçüde mal ticaretine dayanan cari işlemler dengesine aynen yansıdı.
Esasında ilk üç ayı bir bütün olarak ele alırsak dış ticaret açığında küçülme yok. Ancak bu durum tamamen ocak ayından kaynaklanıyor. Ocak ayında geçen yılın aynı ayında yaşanan 9 günlük bayram tatilinin getirdiği “baz etkisi”nin de katkısıyla ithalattaki artış yüksek olmuştu. Bu nedenle ocak ayında dış ticaret açığı yüzde 29,3’lük artış gösterdi. Fakat bu baz etkisinin geçmesinden sonra dış ticaret açığı şubat ayında yüzde 1,6, mart ayında ise yüzde 2,8 oranında geriledi.
Benzer durum aynen cari açıkta da görülüyor. Cari açık ocak ayında yüzde 29 artmıştı. Fakat şubat ayında yüzde 2,4, mart ayında ise yüzde 7,3 oranında gerileme yaşandı. Tabii ocak ayında yaşanan büyük yükselişin etkisiyle ilk çeyrek itibariyle bakarsak cari açıkta yüzde 3,9’luk bir artış görülüyor.
Yavaşlamanın etkisi
Dış ticaret açığında ve cari açıkta son iki ayda yaşanan bu gerileme, ekonomideki yavaşlamanın sonucu. İç talebin ve yatırımların geçen yıl finansal piyasalarda yaşanan dalgalanmadan beri yavaşlama eğiliminde olması nedeniyle ekonomi neredeyse bir yıldır sadece ihracata dayanarak ayakta duruyor. Üretimin sadece ihracata dayalı olarak yapılması da esas itibariyle üretimde kullanılan hammaddeler ile ara mallarından oluşan ithalatımızın giderek hız kesmesine yol açıyor. Böylece ihracatta yükseliş sürerken ithalatın yavaşlaması dış ticaret açığı ile cari açığı geriletiyor.
Biz daha önce yılın ikinci yarısında iç talepte ve yatırımlarda yeniden canlanmanın başlayabileceğini tahmin ediyorduk. Fakat bu tahminimizi yaparken “cumhurbaşkanı seçimi kasasız belasız atlatıldığı takdirde” şeklindeki bir varsayımımız olduğunu da ifade ediyorduk. Çünkü iç talepteki ve yatırımlardaki yavaşlamanın arkasında cumhurbaşkanlığı seçiminin getirdiği siyasi belirsizliğin yattığını düşünüyorduk. Maalesef gördüğünüz gibi cumhurbaşkanlığı seçimini kazasız belasız atlatamadık. Cumhurbaşkanlığı seçiminin tıkanması sonrasında 22 Temmuz’da erken seçim yapılması kararı alındığı için siyasi belirsizlik dönemi en azından yaz sonuna kadar uzadı. Bu durumda iç talepte ve yatırımlarda dördüncü çeyrekten önce bir canlanma beklemek doğru olmayacak. Bu alanlardaki canlanmanın gecikmesi de ekonomideki yavaşlama ve dolayısıyla cari açıktaki gerileme döneminin biraz daha uzun sürmesine yol açacak.
Bu arada ilk üç ayın ödemeler dengesi verilerinde dikkatimizi çeken bir noktaya da değinelim. Bu dönemde Türkiye yine cari açığın gerektirdiğinden daha fazla bir finansman sağlarken, bu finansmanın kalitesinde de büyük bir iyileşme oldu. İlk üç ayda doğrudan yatırımlar geçen yıla göre 6 kat bir artış gösterdi. Ağırlıklı olarak özel sektörün aldığı uzun vadeli dış borçlardan oluşan diğer yatırımlar kaleminde ise yüzde 70’lik bir düşüş görülüyor.
Sanayi İlk Çeyreği Yüksekte Kapattı
Sanayi üretimi mart ayında sadece yüzde 2,6 oranında artış gösterdi. Fakat ilk iki aydaki yüksek üretim artışları sayesinde sanayi ilk çeyreği kurtarmayı başardı. İlk çeyrekte sanayi üretiminde yaşanan artış yüzde 7,8 olarak gerçekleşti.
Ocak ve şubat aylarındaki yüksek üretim artışları sadece sanayinin değil ekonominin de ilk çeyreği kurtarmasını sağlayacak gibi. Türkiye’de sanayi üretimindeki değişim ile ekonominin genelindeki büyüme arasında bir paralellik var. Genelde ekonomideki büyüme, diğer sektörlerdeki duruma göre, sanayi üretimindeki artışın 2-3 puan altında ya da üzerinde çıkıyor. Otomobil satışları, CNBC-e tüketim endeksi, tüketim malı ithalatı gibi istatistikler bize ilk çeyrekte diğer sektörlerdeki durumun pek parlak olmadığı izlenimini verdiği için, bu dönemde ekonominin genelinde yaşanan büyüme oranının sanayi üretimindeki artışın altında ve yüzde 5 dolayında çıkmasını bekliyoruz.
Fakat hem sanayide hem de ekonominin genelinde ikinci çeyrekte durum ilk çeyrekteki kadar iyi olmayacak gibi görünüyor. İlk üç ayda hep geçen yılki düzeylerin epey üzerinde çıkan imalat sanayi kapasite kullanım oranı nisan ayında geçen yılki düzeyinin 0,5 puan altında kaldı. Bu durum sanayi üretiminde mart ayında gördüğümüz yavaşlamanın nisan ayında da sürdüğü izlenimini veriyor. Şu an için sonraki aylar da pek umut vermiyor.
İşsizlikteki Düşüş Yavaşladı
Aynı zamanda ilk çeyrek dönem verisine tekabül eden şubat ayı işgücü piyasası verileri, Türkiye’deki işsizlik oranını yüzde 11,4 olarak veriyor. Bu oranı geçen yılın aynı ayındaki veriler ile kıyasladığımızda işsizlik oranında 0,5 puanlık bir düşüşün var olduğu ortaya çıkıyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verileri, geçen yılın şubat ayındaki işsizlik oranının yüzde 11,9 olduğunu gösteriyor.
Türkiye’de işsizlik oranı geçen yılın nisan ayından beri yıllık bazda gerileme eğiliminde. Şubat ayına ait veriler bu gerileme eğiliminin hala sürdüğüne işaret ediyor. Ancak işsizlik oranındaki gerilemenin hız kestiği de gözümüzden kaçmıyor. İşsizlik oranındaki gerileme çok zayıf olarak başlamış ama geçen yılın sonlarına doğru iyice güçlenmişti. Geçen kasım ayında işsizlik oranı 2005 yılının aynı ayındaki seviyesinin 1 puan altında çıkmıştı. İşsizlik oranı aralık ayında bir yıl önceki seviyesinin 0,7, ocak ayında ise 0,8 puan altında idi. Şubat ayında ise yukarıda da yazdığımız gibi işsizlik oranındaki yıllık gerileme 0,5 puana indi.
İşsizlikteki düşüşün yavaşlamasını, ekonominin de yavaşlaması nedeniyle işgücü talebindeki artışın durmasına bağlıyoruz. Ekonomideki yavaşlama sürecek gibi göründüğü için de önümüzdeki aylarda işsizlik açısından pek iyimser değiliz. Bahar aylarından itibaren işsizlik oranlarının yeniden yükselmeye başladığını görebiliriz.
Yatırımcı Belirsizliğin Geçmesini Bekliyor
Yılın ilk üç ayına ait teşvikli yatırım istatistikleri, yatırımlarda geçen yılın ikinci yarısında başlayan yavaşlama eğiliminin bu yıl da devam ettiğinin sinyalini veriyor. Siyasetteki belirsizlik nedeniyle yatırımcı işleri biraz ağırdan alıyor.
Hazine Müsteşarlığı tarafından verilen teşvikli yatırım belgelerinin sayısı ilk çeyrekte 660 adet olarak gerçekleşti. Oysa geçen yılın aynı döneminde bu sayı 1000’in üzerindeydi. İlk üç ayda alınan teşvik belgelerinin sayısı önceki iki yıldaki gerçekleşmelerin da altında kalıyor.
Söz konusu belgelerin kapsadığı toplam yatırım tutarında da geçen yıla göre önemli bir gerileme var. Bu yılın ilk üç ayında teşvik belgesine bağlanan yatırımların tutarı 6,6 milyar YTL. Geçen yılın ilk çeyreğinde bu tutar 8,4 milyar YTL idi. Buna göre teşvik belgesine bağlanan yatırım tutarında yüzde 21,4’lük bir gerileme olduğu ortaya çıkıyor.
Yatırım eğiliminde ilk çeyrekte yaşanan bu gerilemenin nedeninin cumhurbaşkanlığı seçimine bağlı siyasi belirsizlik olduğunu tahmin ediyoruz. Söz konusu siyasi belirsizlik dönemi uzadığına göre yatırım eğilimindeki gerileme önümüzdeki aylarda da sürebilir. Yatırım eğilimindeki bu gerilemenin faturası ise büyümeye ve istihdama çıkabilir.
Turizmde Yüzler Gülmeye Başladı
Geçen yılı oldukça kötü geçiren turizm sektörü 2007 yılına iyi bir başlangıç yaptı. İlk çeyrekte turizm gelirleri geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 8 oranında artış gösterdi. Daha sezonun açılmadığı bir dönemde gerçekleşen bu artış ise bu yıl turizmde işlerin iyi gideceği yönündeki umutları güçlendirdi.
TÜİK’in nisan ayının son günlerine doğru açıkladığı veriler esasında turizmde 2007 yılının pek de iyi başlamadığını gösteriyor. Ocak ayında turizm gelirlerinde yaşanan artış sadece yüzde 0,8 olarak görülüyor. Fakat şubat ve mart aylarında işlerin açıldığı ve turizm gelirlerindeki artışın da yükseldiği dikkati çekiyor. Turizm gelirlerinde şubat ayında yaşanan artış yüzde 13,8, mart ayında yaşanan artış ise yüzde 10,9 olarak hesaplanıyor.
Turizm gelirlerinde ilk çeyrekte yaşanan artış aynı dönemde ülkemizi ziyaret edenlerin sayısının da artması sonucunda ortaya çıktı. Söz konusu dönemde ülkemizi ziyaret edenlerin sayısında yaşanan artış neredeyse turizm gelirlerinde yaşanan artış ile aynı. İlk çeyrekte ülkemize gelen ziyaretçi sayısı 4,3 milyon olarak gerçekleşti. Geçen yılın aynı döneminde ülkemize gelen ziyaretçilerin sayısı ise 4 milyondu. Buna göre ziyaretçi sayısında yaşanan artış yüzde 8,2 olarak hesaplanıyor.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?