Konjonktür

Küresel Dalgalanma Son yıllarda en azından yılda bir kez görmeye alıştığımız küresel dalgalanmalardan birini de geçen ay yaşadık. Esasında buna “yaşadık” da dememek lazım çünkü biz bu yazıyı yazdı...

1.09.2007 03:00:000
Paylaş Tweet Paylaş


Küresel Dalgalanma

Son yıllarda en azından yılda bir kez görmeye alıştığımız küresel dalgalanmalardan birini de geçen ay yaşadık. Esasında buna “yaşadık” da dememek lazım çünkü biz bu yazıyı yazdığımız sırada dalgalanmanın sona erdiğine dair bir işaret hala ortada yoktu. Belki de siz bu yazıyı okuduğunuz sırada dalgalanma hala devam ediyor olacak.

Bu son dalganın nedenleri konusunda günlük basında çok şey yazılıp çizildi. Bu nedenle biz dalganın nedenlerine değil de Türkiye’ye nasıl yansıyacağına odaklanacağız. Fakat buna geçmeden önce kısa bir özet de yapacağız.

Mortgage Krizi
Biz “Konjonktür” bölümünü hazırladığımız sırada son dalganın nedeninin ABD’nin mortgage piyasasında yaşanan sorunlar olduğu iktisatçılar arasında genel kabul görmeye başlamıştı. ABD’deki mortgage piyasasının, gelir seviyesi ortalama müşterilere göre daha düşük olan bir kesime daha yüksek faizle açılan kredilerden oluşan, subprime mortgage adı verilen bir bölümü var. ABD’nin merkez bankası olan FED’in (Federal Reserve) 2004-2006 arasında faizleri sürekli yükseltmesi bu kesimi kredi taksitlerini ödeyemez hale getirmiş durumda. Taksit ödemelerinin yapılamaması, bu kişilerin konutlarına, mortgage kredisini veren kuruluşlar tarafından el konulması sonucunu doğuruyor. Bu arada konut arzında artış yaşandığı için ABD’de emlak fiyatlarındaki yükseliş de durmuş durumda. Arzdaki artış mortgage şirketlerinin el koydukları konutları elden çıkartmalarını zorlaştırıyor. Bu da bu şirketlerin yükümlüklerini yerine getirememesine ve güç duruma düşmesine yol açıyor.

ABD’de yaşanan bu sorunun tüm dünyaya yayılmasının temel nedeni ise bu mortgage kredilerine dayalı olarak çıkarılan varlığa dayalı menkul kıymetlerin birçok ülkedeki kurumsal yatırımcılar tarafından satın alınmış olması. Kredilerin geri ödenmesinde sorunlar yaşanınca bunlara dayanarak çıkarılan menkul kıymetlerin de değeri düşüyor. Bu da bu menkul kıymetleri elinde bulunduran yatırımcıları zor duruma düşürüyor. Bu menkul kıymetlerden kimde ne kadar olduğu ve kimlerin zor durumda olduğu bilinmediği için de, mali kurumlar para piyasalarında birbirleriyle işlem yapmaktan çekiniyor. Bu da ortaya bir likidite sorunu çıkarıyor.

Bu likidite sorununu çözmek için geçen ay dünya merkez bankaları piyasaya 400 milyar dolara yakın para sürdü. Bu da yetmeyince FED iskonto penceresinden bankalara teminat karşılığı verdiği kredilerin faizini 0.5 puan düşürdü, vadesini ise 30 güne kadar çıkardı. Ayrıca mortgage kredilerine dayanan sorunlu varlığa dayalı menkul kıymetleri de teminat olarak kabul etmeye başladı. Fakat bu önlemin ne kadar işe yaradığı biz Konjonktür bölümünü hazırlarken henüz tam olarak anlaşılmış değildi.

Bize Ne Olur?
Küresel dalgalanmanın Türkiye’de ne ölçüde yansıyacağı elbette sonucunun nereye varacağıyla alakalı. Eğer bu dalgalanma ABD’de reel ekonomiye yansımadan atlatılabilirse dünyaya ve dolayısıyla Türkiye’ye yansıması da zayıf kalacak. Fakat mortgage krizi ABD ekonomisini bir resesyona soktuğu takdirde bundan bütün dünya ile birlikte bizim ekonomimiz de epey olumsuz etkilenecek.

Esasında biz bu yazıyı yazdığımız sıralarda küresel dalgalanma Türkiye’de çok da büyük bir yansıma yapmamıştı. Borsada ciddi bir düşüş olmuştu ama reel ekonomi açısından daha önemli olan kurlar ve faizler başını alıp gitmiş değildi. Bunda dalgalanmanın siyasi istikrara devam yönünde bir sonucun çıktığı 22 Temmuz seçimlerinin hemen sonrasına denk gelmesi etkili oldu. Dalgalanma sadece seçim sonuçlarıyla gündeme gelen kurlarda ve faizde düşüş beklentisinin gerçekleşmesini engelledi. Seçimlerin getirdiği belirsizlik yüzünden yurtiçinde yatırımcıların son bir yıldır döviz biriktirmiş olması da dalgalanma nedeniyle artan talebin kolayca karşılanmasını ve dolayısıyla kur artışlarının sınırlanmasını sağladı. Biz Konjonktür bölümünü hazırlarken kurlarda dalgalanmanın başından beri sadece yüzde 3’lük bir artış olmuş, faizlerde de 1 puandan az bir artış gerçekleşmişti.

Küresel dalgalanma bu noktada kalırsa kurların ve faizlerin bu seviyesi ekonomiye ekstra bir zarar vermeyecek. Sadece ikinci yarıyılda iç talepte beklenen canlanma biraz daha gecikecek. Bu da büyümenin yüzde 5-6 arasındaki tahminlerden biraz daha düşük çıkmasına yol açacak. İç talepteki canlanmanın gecikmesi enflasyona ise olumlu yansıyabilecek.

Resesyon Senaryosu
ABD’nin mortgage piyasasında yaşanan krizin bu ülke ekonomisi resesyona sokması halinde ise bizi daha ciddi bir problem bekliyor. Konjonktür’ün ikinci sayfasındaki kutuda da okuyabileceğiniz gibi, ABD ekonomisinin dünya ekonomisi içindeki payının yüzde 30’u bulması, bu dev ekonomide yaşanan gelişmelerin mutlaka diğer ülkelere de yansımasına yol açıyor. Özellikle ABD ile yakın ticari bağlara sahip olan ülkeler bu ülkedeki gelişmelerden anında etkileniyor. ABD ekonomisiyle ticari bağları daha gevşek olan ülkeler de, ABD’nin etkilediği ekonomilerle ilişkileri ölçüsünde, dolaylı yoldan bu etkiye maruz kalıyor.

Bizim ABD ile ticari bağlarımız çok yoğun olmadığı için bu ülke ekonomisinin bir resesyona girmesi halinde ilk etapta o kadar etkilenmeyebiliriz. Fakat ABD’deki resesyon en önemli ihracat pazarımız olan Avrupa Birliği (AB) ülkelerine de yansıdığı zaman bundan olumsuz etkileneceğiz. Son bir yıldır ekonomiyi ayakta tutan ihracat bu durumda performans kaybedecek. Bu da bizim ekonomimizi de durgunluğa sürükleyebilecek.

Ayrıca ABD ekonomisinin resesyona sürüklendiği anlaşılır anlaşılmaz bunun finansal piyasalar yoluyla da yansımaları olacak. Bu durumda kurlarda ve faizlerde daha sert yükselişler yaşanabilecek. Bu da büyümeyi ve de enflasyonu olumsuz etkileyecek.

Ne Yapmalı?
Maalesef dış dünyadan kaynaklanan bu tür sorunlarda hükümetlerin eli kolu bağlı. ABD’nin mortgage piyasasındaki sorunların bu ülke ekonomisini resesyona sürüklememesi konusunda bizim FED’in uygulayacağı politikaların başarılı olması için dua etmekten başka yapabileceğimiz bir şey yok. Fakat küresel dalgalanmalardan daha az etkilenmek için yapılabilecek bazı şeyler elbette mevcut.

Yapılması gereken ilk iş soğukkanlılığı elden bırakmamak. Özellikle Merkez Bankası’nın sinirlerinin çok sağlam olması gerekiyor. Geçen yılki dalgalanma sırasında, o sırada acemiliği üzerinde olan yeni Merkez Bankası yönetiminin, biraz aşırı tepki verdiği giderek daha fazla kabul görüyor. Bu kez böyle aşırı tepkiler vermeden işin sonunun nereye kadar gideceğine iyice bir bakmak şart görünüyor.

Yapılacak ikinci iş ise siyaset dünyasında yaşanan gerginliklere bir an önce son vermek. Siz bu yazıyı okuduğunuzda sanırız yeni cumhurbaşkanı seçilmiş ve yeni hükümet de kurulmuş olacak. Bu noktadan sonra iktidarı ve de muhalefeti ile sorumlu politikalar izleyip siyasette tansiyonu düşünmek gerekiyor. Siyasi istikrar yeniden sağlandığında Türkiye’nin geleceğine olan güven artacak. Böylece uluslararası sermaye akımları azalsa bile ülkemiz dünyadaki çekim noktalarından biri olmaya devam edecek.

Belki biraz klişe olacak ama Türkiye’nin geleceğine güvenin artması için yeni hükümetin geçen dönemde sürüncemede kalmış yapısal reformlara da hemen el atması şart. Özellikle bütçede ciddi bir karadelik olma yolunda ilerleyen sosyal güvenlik sorununun artık kesin bir çözüme kavuşturulması gerekiyor. Türkiye’ye rekabet gücü kazandıracak alanlarda da artık reformlara başlamak şart görünüyor. İşgücü maliyetlerinde indirim sağlayacak adımlar bu konuda aklımıza ilk gelen alanı oluşturuyor.

Türkiye son beş yılda küresel ekonomideki yukarı yönlü trendden çok iyi yararlandı. Eğer yukarıda saydığımız bu adımlar atılabilirse, önümüzdeki dönemde bu trend aşağı yönlü olsa bile Türkiye yine de gelişmesini sürdürebilecek. Çünkü her ne olursa olsun uluslararası sermaye akımları sıfırlanmayacak. Sadece artık riskli bölgelerden uzaklaşıp daha güvenli limanlara yanaşmaya çalışacak. Yukarıda saydığımız adımları attığında risklerini azaltacak olan Türkiye de bu güvenli limanlardan biri haline gelip sermaye çekmeye devam edebilecek.

ABD Durunca Dünya Yavaşlıyor

ABD ekonomisinin dünya ekonomisi içindeki payı yüzde 30’u buluyor. Bu durum bu dev ekonomide yaşanan gelişmelerin mutlaka diğer ülkelere de yansımasına yol açıyor. ABD ile yakın ticari bağlara sahip olan ülkeler bu ülkedeki gelişmelerden daha çabuk etkileniyor. Bu arada diğer ülkeler de yakayı pek sıyıramıyor. Onlar da ABD ekonomisinin etkilediği ülkelerle olan ekonomik ilişkileri ölçüsünde, dolaylı olarak Sam Amca’nın etkisine maruz kalıyor.

Bu konu ile ilgili olarak bir yıl kadar önce Ekim 2006 tarihli sayımızda bir yazı yazmıştık. O yazıda da sizlere anlattığımız 2001 tarihli bir çalışmanın(*) sonuçları, ABD ekonomisindeki 1 puanlık büyümenin diğer ülkelerin büyüme oranı üzerinde 0.83 puanlık aynı yönlü etki yaptığını gösteriyor. Yani ABD’nin büyüme oranındaki 1 puanlık artış diğer ülkelerin büyüme oranını 0.83 puan yükseltirken, ABD’nin büyüme oranındaki 1 puanlık düşüş de diğer ülkelerin büyüme oranını 0.83 puan düşürüyor. Tabii buradaki rakamlara fazla takılmayıp çıkan sonuca bakmak lazım. Bu rakamlar zaman içinde bir miktar değişebilir ama bu sonuç bize ABD ekonomisindeki büyümenin diğer ülkelerin büyüme oranları üzerinde önemli bir etki yaptığını gösteriyor.

Aşağıda yer alan ve 1961-2005 dönemine ilişkin verilerle oluşturduğumuz grafik de aynı sonucu veriyor. Bu grafiğe göre son 40 yıllık dönemde ABD ekonomisi ne zaman resesyona girse dünyanın geri kalanı da onu izlemiş görünüyor. Grafikteki tek olumlu noktayı ABD ekonomisindeki resesyonların dünyanın geri kalanına aynı şiddette yansımamış olması oluşturuyor. Ancak son yıllarda ABD ekonomisindeki büyüme ile dünyanın geri kalanındaki büyümenin daha bir yakınlaştığı da gözden kaçmıyor.

(*): Vivek Arora ve Athanasios Vamvakidis, “The Impact of U.S. Economic Growth on the Rest of the World: How much Does It Matter?”, IMF Working Paper, No: 01/119, August 2001.

Enflasyon 37 Yıl Öncesine Döndü

Geçen ay enflasyon konusunda birkaç önemli olay yaşandı. Bunlar içinde en iyisi temmuz ayı enflasyonunun beklenenin epey altında çıkmasıydı. Temmuz ayı enflasyonu beklenenden düşük çıkınca, yıllık enflasyon da beklenenin epey altına indi. Haziran sonunda yüzde 8.6 düzeyinde olan yıllık enflasyon, yüzde 7.5 dolayına inmesi beklenirken, temmuz sonunda yüzde 6.9’a kadar geriledi.

Yüzde 6.9’luk bu oran, enflasyonu tam 37 yıl öncesine götürdü. Enflasyonun bu orandan daha düşük olduğu son ay yüzde 4.3 ile 1970 yılının temmuz ayıydı. Aynı yıl çift haneye çıkan enflasyon daha sonra, birkaç ay hariç, 2004 yılına kadar tek haneye geri dönememişti.

Temmuz ayındaki düşüş ile birlikte enflasyon son dört ayda 4 puan birden gerilemiş oldu.
Bu düşüşün önemli bir bölümü “baz etkisi”nden kaynaklanıyor. Bilindiği gibi geçen yıl nisan ayında enflasyonda bir yükseliş olmuş, daha sonra kurlarda tırmanışa yol açan mayıs ve haziran aylarındaki dalgalanmanın etkisiyle de bu yükseliş temmuz ayına kadar devam etmişti. O dönemdeki yüksek aylık oranların hesaptan çıkmasıyla, bu yıl aynı dönemde enflasyonda bir düşüş yaşanması zaten beklenmekteydi.

Fakat enflasyonun dalgalanma öncesindeki seviyesinin altına inmesi, son dört aydaki düşüşün sadece baz etkisinden kaynaklanmadığını gösteriyor. İç talepteki durgunluk ve kurların yeniden dalgalanma öncesindeki seviyesine dönmüş olması da enflasyondaki düşüşe katkıda bulunmuş gibi görünüyor.

Enflasyon Raporu
Geçen ay enflasyon konusunda yaşanan bir gelişme de Merkez Bankası’nın 2007’nin üçüncü Enflasyon Raporu’nu yayınlaması oldu. Esasında bu rapor 27 Temmuz’da yayınlandı ama her ayın son günleri dergimiz baskıda olduğu için bizim için kör nokta olarak kalıyor. Dolayısıyla bir ayın son günlerinde olan gelişmeleri takip eden ayın değil bir sonraki ayın dergisinde ele alabiliyoruz.

Son Enflasyon Raporu’ndaki en önemli farklılık Merkez Bankası’nın 2007 yıl sonu enflasyon tahminini 0.2 puan yükseltmesi oldu. Daha önce yüzde 4.5-7.1 aralığı olan ve orta noktası yüzde 5.8 eden bu tahmin, yüzde 5.1-6.9 aralığına ve orta nokta olarak yüzde 6’ya yükseltildi. 2008 yıl sonu enflasyon tahmininde ise önemli bir değişiklik yapılmadı.

Yalnız bu enflasyon tahminleri oluşturulurken yapılan varsayımlardan biri uluslararası piyasalardaki koşullarda fazla değişiklik olmayacağıydı. Ağustos ayında yaşadıklarımızla bu varsayım geçersiz kaldı. Bunun Merkez Bankası’nın enflasyon tahminlerine ve de gerçekleşen enflasyona nasıl yansıyacağını önümüzdeki aylarda göreceğiz.

Maliye, Bütçe Açığında İndirim Yaptı

Yılın ilk yarısında gerçekleşen açığın bütçede hedeflerin tutup tutmayacağının sorgulanmasına yol açtığı bir dönemde, Maliye bir de yıl sonu bütçe açığı hedefinde büyük bir indirime gitti. Daha önce 16.8 milyar YTL olan bütçe açığı hedefi, temmuz sonunda yayınlanan bir raporda, 8.5 milyar YTL’ye çekildi.

Yılın ilk yarısında bütçe açığı 5.9 milyar YTL çıkmıştı. İlk altı ayda bu düzeyde olan açığın yıl sonunda nasıl 8.5 milyar YTL’de tutulacağı konusunda Maliye’nin iki cevabı var. Birincisi, faiz dışı harcamalarda planlanan 3.1 milyar YTL’lik ödenek kesintisi. İkincisi ise ilk yarıyılda sadece yüzde 7 artış gösteren vergi tahsilatının ikinci yarıyılda iç talebin canlanmasıyla hızlanacağı beklentisi. Vergi dışı gelirlerin de zaten ilk altı ayda yaşanan gelişmeler neticesinde 5.5 milyar YTL daha yüksek gerçekleşmesi beklendiği için, ortaya bütçe açığındaki bu yüzde 50’ye yakın düşüş çıkıveriyor.

Bütçe gelirlerinde bu kadar ekstra artış beklenirken harcamalarda kısıntı yapılmasının gerekçesi vergi dışı gelirlerin IMF ile yürütülmekte olan stand-by anlaşmasında dikkate alınmaması. Yalnız harcamalarda planlanan bu kısıntıların da stand-by anlamasındaki hedeflere ulaşılmasını sağlayıp sağlamayacağı konusunda şüpheler var. Ayrıca iç talepte beklenen canlanma olmadığı takdirde vergi tahsilatının ne olacağı da merak konusu.

İkinci Çeyrekte Büyüme Düşük Çıkacak

İkinci çeyrek döneme ilişkin milli gelir verileri 10 Eylül’de açıklanacak. Bu açıklama yapıldığında ikinci çeyrekte büyüme oranında epey bir düşüş görüleceğini tahmin ediyoruz. İlk çeyrekte yüzde 6.8 olan büyüme oranının ikinci çeyrekte yüzde 2-3’e kadar inmesini bekliyoruz.

Bu beklentimizin en önemli nedeni, ilk çeyrekte yüzde 8 olan sanayi üretimindeki artış oranının ikinci çeyrekte yüzde 3.1’e gerilemesi. İkinci çeyrekte mayıs ayı hariç sanayinin performansı vasatın altında kalınca, üretimdeki artış böyle düşük gerçekleşti. Tecrübelerimiz bize Türkiye’de ekonominin genelindeki büyüme oranının sanayi üretimindeki artış oranına paralel seyrettiğini gösteriyor. Bu nedenle sanayi üretimindeki artışın düşük kaldığı bir dönemde ekonominin genelindeki büyüme oranının da yüksek olamayacağını düşünüyoruz.

Öte yandan iç talebe ilişkin bazı göstergeler de ikinci çeyrekte büyüme oranının epey düşeceğinin sinyalini veriyor. Otomotiv ve beyaz eşya satışları ile CNBC-e tüketim endeksinde ikinci çeyrekte yıllık bazda gerileme yaşandı. Bu göstergelerde iç talepte durgunluğun başladığı 2006’nın üçüncü çeyrek döneminden beri gerçekleşen en zayıf durum ikinci çeyrekte görüldü.

İşsizlikte Düşüş Dönemi Bitti

İşsizlik oranında 2006 yılının nisan ayında başlayan düşüş dönemi bu yılın mayıs ayında sona erdi. Bu dönem boyunca her ay önceki yılki seviyesinin altında çıkan işsizlik oranı, mayıs ayında yükseliş gösterdi. Bu yükseliş sadece 0.1 puan ama ekonomide bunun devamı gelecekmiş gibi bir gidişat var.

İşsizlikte geçen yıl başlayan düşüşün nedeni, önceki iki yılda girişilen yatırımların tamamlanmaya başlaması ve bunun da işgücüne talep yaratmasıydı. Bu işgücü talebi, iç talepte durgunluk başlamasına rağmen 2006’nın ikinci yarısında da devam etmişti. Çünkü ekonominin üretim cephesi, iç talebin durgunlaştığı bu dönemde iyice ihracata yönelerek yoluna devam etmesini bilmişti. Fakat bu arada yatırımlar askıya alınmaya da başlamıştı.

İşte o dönemde yatırımların askıya alınması yaklaşık bir yıl sonra işgücü talebindeki artışın sonunu getirdi. Son bir yılda yatırımlar zayıf kaldığı için bugünlerde üretim kapasitesine eklenen yeni tesis sayısı ve de bunların yarattığı yeni işgücü talebi yüksek değil. Öyle görünüyor ki istihdamdaki artış bir süre işgücü piyasasına yeni girişlerin gerisinde kalacak. Bu da hem işsiz sayısında hem de işsizlik oranında bir yükselişe yol açacak.

İşsizlikte yeniden düşüşün başlaması ise yatırım eğiliminin yeniden güçlenmesiyle mümkün olacak.

Dış Açıkta İlk Yarıyılda Artış Yok

Türkiye’nin cari işlemler dengesi yılın ilk yarısında neredeyse geçen yılın aynı dönemindeki kadar bir açık verdi. Her iki dönemdeki cari açık da, eğer küsuratları saymazsak, 19.6 milyar dolar. Küsuratları dikkate aldığımızda ise cari açıkta sadece yüzde 0.1’lik bir artış olduğu ortaya çıkıyor.

Bu yılın ilk yarısında cari açığın yerinde saymasının temel nedeni, cari işlemler dengesinin en önemli kalemi olan dış ticaret dengesindeki açığın da yerinde sayması. Ekonomideki yavaşlama nedeniyle ithalat hız keserken ihracatın iyi bir performans tutturması, ilk yarıyılda dış ticaret açığında yüzde 0.7’lik bir düşüş bile sağladı.

Hizmetler dengesinde yaşanan artış da cari dengeye olumlu etki yaptı. Fakat ikinci çeyrekte turizm gelirlerindeki artışın beklenenden düşük kalması, hizmetlerden cari dengeye gelen desteği sınırladı.

Ödemeler dengesinin finansman kalemlerinde ise doğrudan yatırımların yine yüksek gerçekleştiği görülüyor. Geçen yılın ilk yarısında çıkış yönünde olan portföy yatırımlarında bu kez önemli bir giriş var. Ağırlıklı olarak özel sektörün yurtdışından temin ettiği uzun vadeli kredilerden oluşan diğer yatırımlar kaleminde ise yarı yarıya düşüş olduğu dikkati çekiyor.

Ar-Ge’de Gidişat Umut Verici

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) geçen ay, 2005 yılında gerçekleştirdiği araştırma ve geliştirme faaliyetleri araştırmasının sonuçlarını yayınladı. Bu yayında 1990 yılına kadar geri giden verilere de yer verildi. Söz konusu veriler Türkiye’de araştırma-geliştirme (ar-ge) faaliyetlerine olan ilginin giderek arttığını gösteriyor. Özellikle son yıllarda, hem ar-ge faaliyetlerinde çalışan personel sayısında hem de ar-ge harcamalarında ciddi bir artış yaşandığı gözleniyor.

2005 yılı verilerine göre, Türkiye’de ar-ge faaliyetleri için harcanan kaynağın Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’ya (GSYİH) oranı binde 7.9 düzeyinde. 2004 yılında binde 6.7 düzeyinde olan bu oran 10 yıl önce ise binde 3’ler düzeyinde bulunuyordu. 1990’lı yılların ikinci yarısında yükselişe geçen bu oranın 2001 krizinden sonra bir miktar gerilediği, fakat 2004’ten itibaren yeniden yükselmeye başladığı görülüyor.

Ar-ge faaliyetlerinde istihdam edilen tam zaman eşdeğeri (TZE) kişi sayısının ise 2005 yılında ilk kez 20’nin üzerine çıktığı ve 22’yi bulduğu dikkati çekiyor. Bu sayı 2004 yılında 18 kişi düzeyinde bulunuyordu. 10 yıl önce 8 civarında bulunan bu sayının da ilk olarak 1990’lı yılların ikinci yarısında hafif hafif yükselişe geçtiği görülüyor. Fakat bu yükselişin esas olarak 2001 krizi sonrasında hızlandığı gözleniyor.

Özel Sektör Atakta
Türkiye’de ar-ge harcamalarının ağırlıklı bölümü yükseköğretim kurumları tarafından yapılıyor. Özel sektörün ticari amaçlı ar-ge harcamaları düşük düzeyde kalıyor. Yalnız 2005 yılı verilerinde görülen bir olumlu gelişme de ar-ge harcamalarındaki artışın büyük ölçüde özel sektörden kaynaklanması. Özel sektörün bu atağı ar-ge harcamaları içinde 2004 yılında yüzde 24.2 olan payını 2005 yılında yüzde 33.8’e yükseltti.

Ar-ge faaliyetlerine özellikle 2001 krizi sonrasında artan bu ilginin nedeni, Türkiye’nin giderek dışarıya daha fazla açılması yüzünden hem yurtiçinde hem de yurtdışında rekabetin iyice yoğunlaşması. Artık kapalı ekonomi döneminde olduğu gibi sadece teknoloji transferiyle işler yürümüyor. Küresel rekabette ayakta kalmak isteyen şirketlerin kendilerinin de yenilik yapması gerekiyor.

Yalnız son yıllarda yaşanan bu yükselişe rağmen Türkiye’de ar-ge faaliyetlerine olan ilginin hala çok düşük olduğunu da belirtelim. Ar-ge harcamalarının GSYİH’ye oranında OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı) ortalaması binde 23 düzeyinde yani Türkiye’nin yaklaşık 3 katı kadar. Ar-ge faaliyetlerinde çalışanların sayısında da OECD ortalaması onbinde 69 ile Türkiye’deki sayının yine 3 katını buluyor. Her alanda olduğu gibi ar-ge konusunda da OECD sıralamalarında sonlarda yer alıyoruz. Global rekabette ayakta kalmak için ar-ge konusuna ilgimizi daha da hızlanarak artırmamız gerekiyor.

TZE Nedir?

Tam zaman eşdeğeri (TZE), bir yıl içerisinde ar-ge’de çalışan insan gücünün ar-ge faaliyetlerine ayırdığı zamanı kişi/yıl olarak tanımlayan bir değer. Bir TZE bir kişi-yıl olarak düşünülebilir. Örneğin zamanının yüzde 30'unu ar-ge çalışmaları için ve kalanını da diğer faaliyetlerde harcayan bir kişi, 0.3 TZE olarak ele alınır. Benzer olarak, tam zamanlı bir ar-ge çalışanı, bir ar-ge biriminde sadece altı ay istihdam edildiyse, bu 0.5 TZE anlamına gelir.

Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Yorum Yaz