Merkez Bankası Başkanı Süreyya Serdengeçti’nin görev süresi önümüzdeki mart ayında doluyor. Bugünlerde ekonomik kamuoyunda en çok, Serdengeçti’nin görev süresinin uzatılıp uzatılmayacağı ve eğer uz...
Merkez Bankası Başkanı Süreyya Serdengeçti’nin görev süresi önümüzdeki mart ayında doluyor. Bugünlerde ekonomik kamuoyunda en çok, Serdengeçti’nin görev süresinin uzatılıp uzatılmayacağı ve eğer uzatılmayacaksa da yerini kimin alacağı konuşuluyor.
Eskiden olsa bu konu bu kadar ilgi çekmezdi. Çünkü, o zamanlar Merkez Bankası bu kadar stratejik bir kurum değildi. 1970 yılına kadar Merkez Bankası’nın tepe yöneticisinin unvanı bile “başkan” değil, “genel müdür” idi. Merkez Bankası, uzun yıllar boyunca diğer kamu bankalarından çok farklı bir konumda görülmedi. Hükümetler, Merkez Bankası’nı, istedikleri an çalıştırabilecekleri bir banknot matbaası olarak görüyordu. İşler fiilen de öyle yürüyordu.
Fakat 1980’lerin sonlarından itibaren durum değişmeye başladı. Son 20 yılda Merkez Bankası ekonomi yönetimindeki ağırlığını yavaş yavaş arttırdı. 2001 yılında çıkarılan yasayla birlikte ise Merkez Bankası ekonomi yönetiminde neredeyse hükümetinkine eşit bir ağırlığa kavuştu. Kamu otoritelerinin ekonomiye yön vermek için kullandığı iki araçtan biri olan para politikasını belirleme ve uygulama yetkisi, son beş yıldır tek başına Merkez Bankası’nın elinde. Hükümetin elinde artık sadece maliye politikası mevcut.
Bu durum nedeniyle Merkez Bankası’nda yaşanan her gelişme artık ekonomik kamuoyunda yakından izleniyor. Ekonomi yönetiminin bu en stratejik kurumunun başkanının, tam da açık enflasyon hedeflemesine geçilen bir yılda değişmesi olasılığı da ekonomi açısından önemli bir risk olarak görülüyor.
Değişiklik gerekli mi?
Normal şartlarda herhangi bir kurumun yöneticisinin değişip değişmeyeceğine karar verilirken görev süresi içinde ne ölçüde başarılı olduğuna bakılır. Serdengeçti’nin görev süresinin uzatılıp uzatılmayacağına karar verilirken de buna bakılması gerekir.
2001 yılından bu yana Merkez Bankası’nın temel amacı fiyat istikrarını sağlamak olduğuna göre, Serdengeçti’nin başarı derecesini anlayabilmek için ilk önce bu amaca ne ölçüde ulaşıldığına bakmak gerekiyor. Bunun için enflasyonun son beş yıldaki gelişimine baktığımızda ise Serdengeçti epey başarılı görünüyor.
Süreyya Serdengeçti’nin Merkez Bankası Başkanı olarak atandığı gün elde olan son verilere göre yıllık tüketici enflasyon yüzde 33.4 düzeyindeydi. Bugün ise enflasyon yüzde 7.7 düzeyinde.
Aslında Serdengeçti’nin enflasyon konusundaki başarısı bu rakamların gösterdiğinden de fazla. Çünkü, 2001 krizinin etkileri Serdengeçti’nin başkanlığının ilk yılında görülmüş ve Şubat 2002’de enflasyon yüzde 73.1’e kadar çıkmıştı. Bu rakamı baz alırsak Serdengeçti döneminde enflasyonda yaşanan düşüş 9.5 katı buluyor.
Kuşkusuz enflasyonun tam 34 yıllık bir aradan sonra yeniden tek haneye inmesi sadece Merkez Bankası’nın uyguladığı politikalar sayesinde olmadı. Son 5 yılda işbaşında olan hükümetler de uyguladıkları sıkı maliye politikalarıyla enflasyondaki düşüşe katkıda bulundu. Fakat bu başarıda aslan payını enflasyonla savaşta en önde yer alan Merkez Bankası alıyor.
Para politikasının yan etkileri
Esasında ekonomik kamuoyunda Merkez Bankası’nın ve dolayısıyla Süreyya Serdengeçti’nin enflasyonla mücadeledeki başarısını hemen herkes kabul ediyor. Fakat bazı iktisatçılar Serdengeçti’yi, bu mücadele verilirken uygulanan para politikasının olumsuz yan etkilerinin ortaya çıktığını öne sürerek eleştiriyor.
Merkez Bankası’nın Serdengeçti döneminde uyguladığı para politikasının temel aracını kısa vadeli faizler oluşturuyor. Bazı iktisatçılara göre, Merkez Bankası son dört yılda faizleri enflasyon hedeflerine ulaşmak için gerekli oranın üzerinde tuttu. Buna kanıt olarak dört yıldır enflasyon hedeflerinin hep alttan ıskalanması gösteriliyor. Faiz oranlarının gereğinden yüksek tutulmasının faturasının ise YTL’nin aşırı değerlenmesi ve bunun da yüksek cari açığa yol açması suretiyle çıktığı öne sürülüyor.
Son 4 yılda enflasyonun hep hedeflenen düzeyin altında gerçekleştiği doğru. Fakat buradan yola çıkarak faizlerin gereğinden fazla yüksek tutulduğunu iddia etmenin pek doğru olmadığını düşünüyoruz.
Sapma makul düzeyde. Bu görüşümüzün 3 temel nedeni var:
1. Faizleri tam nokta enflasyon hedefini tutturacak şekilde ayarlamanın imkan dahilinde olmadığı görüşündeyiz. Merkez Bankası’nı, pek kimsenin harcı olmayan bir şeyi başaramamakla suçlamak insaf ölçüleriyle bağdaşmıyor.
2. Enflasyondaki hedeften sapmanın abartılacak kadar yüksek olmadığını düşünüyoruz. Enflasyon 2002’de hedeften yüzde 15.1, 2003’te yüzde 8, 2004’te yüzde 22.5, 2005’te ise yüzde 3.7 oranında sapma gösterdi. Bu sapmaların hepsi de “belirsizlik aralığı” olarak kabul edilebilecek bir sınırın içinde bulunuyor. Merkez Bankası’nın 2006 enflasyon hedefi için belirlediği belirsizlik aralığı çok daha yüksek ve yüzde 40 düzeyinde.
3. Reel faizlere baktığımızda son dört yılda kademeli bir şekilde ve makul bir hızla düştüğünü görüyoruz. Reel faiz bugün yüzde 8 dolayında ve beş yıl önce yüzde 30’un üzerinde olduğunu düşünürsek hiç de yüksek değil. Faizlerin 2000 yılında ani ve hızlı bir şekilde düşmesinin yol açtığı sonuçlar da hala hatırımızda.
Faiz-kur ilişkisi güçlü değil
Kaldı ki faizlerin gerçekten de gereğinden yüksek tutulduğunu kabul etsek bile, YTL’deki değerlenmenin bundan kaynaklandığını düşünmemize yol açacak kadar kanıt yok. İktisat literatürü, faiz ile kur arasındaki ilişkinin çok boyutlu ve karmaşık bir nitelikte olduğunu gösteriyor. Benim bu konuda yaptığım bir çalışma da (Orhan Karaca, Türkiye’de Faiz Oranı ile Döviz Kuru Arasındaki İlişki: Faizlerin Düşürülmesi Kurları Yükseltir mi?, Türkiye Ekonomi Kurumu Tartışma Metni, No: 2005/14, Ekim 2005) Türkiye’de faiz oranı ile döviz kuru arasında sanıldığı gibi güçlü ve ters yönlü bir ilişki olmadığı sonucunu veriyor. Kısacası, Merkez Bankası faizleri yeterince hızlı düşürmediği için kurlar düştü ve bu da cari açığı yükseltti argümanı yeterince güçlü görünmüyor.
Merkez Bankası’nın uyguladığı para politikasının belli başlı ekonomik göstergeler üzerinde de herhangi bir olumsuz yan etkisini görmüyoruz. Enflasyonun düşüş sürecinde olduğu son dört yılda ekonomi hızlı büyüdü. İşsizlik azalmadı ama ekonomi işgücü piyasasına yeni girişleri emebilecek kadar istihdam yaratmayı başardı. Hazine, daha düşük faizlerle borçlanma imkanını elde etti. Bütçeden faize giden pay giderek azaldı. Kamu borcunun milli gelire oranı epey geriledi.
Karne notu iyi
Kısacası biz Serdengeçti’yi Merkez Bankası Başkanı olarak başarılı görüyoruz. Kardeş dergimiz Ekonomist’in iş dünyasında düzenlediği anketlerde son dört yıldır Serdengeçti’nin hep yılın bürokratı seçilmesi, ekonomik kamuoyunun da aynı görüşte olduğunu gösteriyor. Bu başarısıyla Serdengeçti’nin beş yıl daha görevini sürdürmeyi hak ettiğini düşünüyoruz.
ABD’de FED (ABD Merkez Bankası) Başkanı Alan Greenspan, tam 19 yıl aralıksız bu görevi sürdürdü. Bu dönemde işbaşına gelen başkanlar, başarısıyla efsaneleşen bu ismin koltuğuna dokunmadı. Bu günlerde koltuğunu devretmeye hazırlanan Greenspan, 80’ine gelmemiş olsa hala görevini sürdürecekti.
AKP Hükümeti, ideolojik sebeplerle Süreyya Serdengeçti’yi yeniden atamaz ve başka bir isim seçme yoluna giderse, bundan muhakkak zarar görecek. Ekonomideki başarısı AKP’ye epey puan kazandırdı ama önemli atamalarda liyakatı değil de ideolojik yakınlığı göz önüne aldığı izlenimini vermesi, bu puanları oya çevirmesi önünde önemli bir engel oluşturuyor. Merkez Bankası Başkanlığı gibi ekonomi yönetimi için büyük önem taşıyan bir atamada da aynı izlenimi vermeye devam etmesi halinde, 2007’de yapılacak seçimlerde sağduyulu seçmenin oyunu kazanması biraz zor görünüyor.
Yeni atama çok riskli
Merkez Bankası Başkanlığı’na Serdengeçti’nin yerine yapılacak atama ekonomiye de zarar verme olasılığı taşıyor. Serdengeçti’nin gitmesi son dört yılda başarılı olan ekibin de tasfiye edilmesi demek. Bu ekibin yerine aynı liyakata sahip yenisinin konulamaması halinde, para politikası uygulamasında hatalar yapılabilir.
Serdengeçti, görevi süresince hükümetlerden gelen baskılara direnmeyi bilmiş ve Merkez Bankası’nın bağımsızlığını korumayı başarmıştı. Enflasyonla mücadeledeki başarıda bunun da önemli payı var. Merkez Bankası’nın yeni yönetimi hükümetin isteklerine boyun eğecek kişilerden oluştuğu takdirde, para politikası popülist uygulamaların elinde oyuncak olabilir.
EKONOMİDE SON BEŞ YILDA NE DEĞİŞTİ?
Süreyya Serdengeçti’nin Merkez Bankası Başkanı olduğu son 5 yıllık dönemde ekonomide yaşanan değişiklikleri şöyle özetlemek mümkün:
Enflasyon tek haneye indi: Serdengeçti’nin Merkez Bankası Başkanı olarak atandığı Mart 2001’de, bilinen en son rakamlara göre, yıllık tüketici enflasyonu yüzde 33.4 düzeyindeydi. 2001 krizinin etkisi nedeniyle Serdengeçti’nin ilk yılında yüzde 73.1’e kadar çıkan enflasyon daha sonra düşüş eğilimine girdi. 2004 yılı sonunda, tam 34 yıllık bir aradan sonra enflasyon yeniden tek haneye inmişti. Enflasyon şu anda da tek hanede ve yüzde 7.7 düzeyinde.
Kesintisiz büyüme rekoru egale edildi: Türkiye ekonomisinin üst üste hızlı büyüme (yüzde 5 ve üstü) gösterdiği dönemlerin sayısı çok fazla değil. Geçen yıla kadar ekonominin hızlı büyüdüğü en uzun ve tek dönem, dört yıl üst üste hızlı büyümenin yaşandığı 1950-1953 dönemiydi. 2002-2005 dönemi, bu uzun süre hızlı büyüme rekorunun egale edildiği bir dönem oldu. Son dört yılda ekonomi toplam olarak yüzde 31 oranında büyüdü.
İşsizlik azalmadı: 2001 krizinin etkisiyle iki yılda yüzde 10’un üzerine yükselen işsizlik oranı, izleyen dönemde bu seviyesine oturdu kaldı. Aslında son 2 yılda istihdamda ciddi artışlar oldu ama bu artışlar işgücü piyasasına yeni girişleri ancak telafi edebildi.
Reel faiz düştü: Serdengeçti’nin göreve başladığı dönemde Hazine’nin borçlanma faizi üç haneliydi. Gelecek dönem enflasyon beklentilerini dikkate aldığımızda ise beklenen reel faiz yüzde 40 çıkıyordu. Bugün Hazine’nin borçlanma faizi nominal olarak yüzde 14’ün, reel olarak ise yüzde 8’in altında. Ekonominin son dört yıldır hızlı büyümesinin gerisinde, reel faizdeki bu düşüşün gerek tüketim gerekse yatırım harcamalarını uyarmasının büyük etkisi var.
Borç yükü geriledi: 2000 yılında yüzde 57.5 olan kamu net borç stokunun milli gelire oranı, 2001 krizinin etkisiyle, Serdengeçti’nin ilk görev yılında yüzde 89.5’e kadar tırmandı. Fakat son 4 yıldır borç stoku gerileme eğiliminde. 2005 sonunda net borç yükünün kriz öncesi seviyesine yakın bir düzeye indiği tahmin ediliyor.
Dış açık büyüdü: Serdengeçti’nin uyguladığı para politikasına en büyük eleştiri, YTL’nin aşırı değerlenmesine yol açarak dış açığın büyümesine yol açtığı yönünde. Son 4 yılda YTL’de gerçekten de bir değerlenme oldu ama buna rağmen ihracatta rekorlar kırıldı. Dış açıktaki tırmanış ekonomideki büyümenin getirdiği ithalat patlamasından kaynaklandı. Ekonomi artan dış açığı finanse edecek dış kaynağı cezp etmeyi başardı. 2005’ten itibaren en sağlam dış kaynak olarak görülen yabancı sermaye girişleri de artmaya başladı.
ENFLASYONDA DİRENİŞİ KIRMAK ZOR OLACAK
Enflasyonda 2005 yılı da önceki 3 yıldakine benzer şekilde kapandı. Yıllık tüketici enflasyonu yılı yine hedefin altında tamamladı. 2005 yıl sonu hedefi yüzde 8 iken, gerçekleşme yüzde 7.7 oldu. 2002’de yıl sonu enflasyon hedefi yüzde 35 iken gerçekleşme yüzde 29.7 olmuştu. 2003’te yüzde 20’lik hedefe karşılık gerçekleşme yüzde 18.4 idi. 2004’te ise hedef yüzde 12 iken yüzde 9.3’lük bir gerçekleşmeyle karşılaşmıştık.
Fakat enflasyonla mücadeledeki bu peri masalı artık sona erdi gibi. Hükümet ve Merkez Bankası’nın birlikte yüzde 5 olarak belirledikleri 2006 yıl sonu enflasyon hedefine ulaşmak pek kolay görünmüyor. Bu kez enflasyonun yılı hedefin üzerinde kapatma ihtimali daha yüksek görünüyor.
İki yıldır direniş var
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2005 başından beri enflasyonu 2003=100 bazlı yeni endekslere göre hesaplayıp yayınlıyor. Yeni TÜFE’nin (Tüketici Fiyatları Endeksi) geçmiş değerleri dikkate alındığında enflasyonda son iki yıldır bir direniş olduğu görülüyor. Yeni TÜFE’ye göre yıllık enflasyon tek haneye Şubat 2004’te gerilemiş, Haziran 2004’te ise yüzde 7.1’e kadar inip dip yapmıştı. Enflasyon o zamandan beri yüzde 7-9.5 bandı içinde seyrediyor.
Enflasyon canavarına bu direniş gücünü veren faktörler arasında başrolü dünya petrol fiyatlarındaki yükseliş alıyor. İki yıl önce 30 dolar dolayında olan bir varil ham petrolün fiyatı bugün 60 doların üzerinde. Dünya petrol fiyatlarındaki bu yükselişin akaryakıt fiyatlarına yansıması, hem doğrudan hem de dolaylı yoldan enflasyonu etkiledi.
2001 krizinde dibe vuran iç talebin 2004 yılından itibaren canlanmaya başlaması da enflasyon canavarına direnme gücü verdi. Şirketler, eski ölçülerde olmasa da, talebin zirveye çıktığı mevsimlerde fiyatları yükseltme imkanını elde etti. 2004 ve 2005 yıllarında sonbahar aylarında enflasyonun tahminlerin üzerinde gerçekleşmesi bundan kaynaklandı.
Bu gelişmeler enflasyonu yeniden yükseliş eğilimine sokmadı ama düşüş sürecini sekteye uğrattı.
Enflasyona direniş gücü veren bu faktörler 2006 yılında da etkisini sürdürecek gibi görünüyor. Biz konjonktür bölümünü hazırlarken dünya petrol fiyatları yeni bir yükseliş eğilimindeydi. ABD ile İran arasındaki ilişkilerin gerginleşmesi, petrol piyasasını diken üzerinde tutuyor. İran’a yönelik bir operasyon halinde petrol fiyatlarının 100 dolara kadar çıkmasına kesin gözüyle bakılıyor.
Merkez Bankası, 2006 yılına yönelik risklerin büyüklüğü nedeniyle, yüzde 5’lik hedefin etrafına 2’şer puanlık bir belirsizlik aralığı ekledi. Buna göre enflasyonun yüzde 3 ile yüzde 7 arasında gerçekleşmesi halinde hedef tutmuş sayılacak. Bize göre bu yıl enflasyonun alt belirsizlik sınırı içinde değil ama üst belirsizlik sınırı içinde gerçekleşmesi ihtimali var.
Endeks değişiminin zamanlaması
Bu arada TÜİK’in 1994=100 bazlı eski TÜFE endeksine dayanan enflasyon verileri, 2005’teki endeks değişiminin zamanlamasının mükemmel olduğunu gösteriyor. Çünkü eski endekse göre 2005 yıl sonu enflasyonu yüzde 10.5 çıkıyor. Bu oran yeni endeksin gösterdiği enflasyon oranından 2.8, 2004 yıl sonu enflasyon oranından ise 1.2 puan daha yüksek. Kuşkusuz yeni endeks 1994 sonrasında hayatımıza giren cep telefonu gibi bazı yeni ürünleri kapsamına aldığı için enflasyonu daha doğru bir şekilde ölçüyor. Ancak bu, eğer eski endeks kullanılıyor olsaydı şimdi enflasyonun neden tekrar yükseliş eğilimine girdiğini tartışıyor olacağımız gerçeğini değiştirmiyor.
TÜKETİCİ 2005’İ KÖTÜMSER KAPATTI
Merkez Bankası ile TÜİK, 2003 yılı sonundan bu yana, Tüketici Güven Endeksi (TGE) isimli bir endeks yayınlıyor. Tüketici Eğilim Anketi’ne verilen bazı cevaplardan yararlanılarak hazırlanan bu endeks, iç talepteki güncel gelişmeleri izleyecek pek fazla göstergenin bulunmadığı ülkemizde önemli bir işlev görüyor.
TGE’de 100’ün üzerindeki değerler tüketici güveninde iyimser duruma, 100’ün altındaki değerler ise kötümser duruma işaret ediyor.
TGE, hesaplanmaya başladığı dönemden geçen yılın mayıs ayına kadar, 100’ün üzerinde değerler almıştı. Haziran 2005’te ise kısa tarihinde ilk kez 100’ün altına indi. Yılın kalan döneminde de TGE’nin değeri iyimser tarafa geçmedi. Tüketici 2005’i kötümser olarak kapattı.
Ancak yılın son aylarına doğru tüketici güveninde nispeten olumlu bir gelişme yaşandığını görüyoruz. TGE’nin değeri Eylül 2005’te 95.5’e kadar inip dip noktayı bulduktan sonra, ekim ve kasım aylarında yükseldi. Aralık ayında ise yerinde sayıp yılı iyimserlik düzeyinin hemen altında bir yerde (99.5 düzeyinde) bitirdi.
Biz TGE’de 2005 yılında yaşanan bu gelişmelerde Avrupa Birliği (AB) olan ilişkilerin etkili olduğunu düşünüyoruz. TGE’nin düşmeye başladığı bahar ayları, AB ile üyelik müzakerelerin 3 Ekim’de başlayıp başlamayacağına ilişkin kuşkuların da yoğunlaştığı döneme denk geliyor. 3 Ekim’de müzakerelerin başlamasından sonra ise TGE’nin yükselişe geçtiği görülüyor.
2006 yılına yönelik belirsizlikler henüz ortadan kalkmadığı için, TGE’nin yeni yılın ilk aylarında yatay bir seyir izlemesi ihtimali bulunuyor.
REEL ÜCRETLER ÇOK YAVAŞ ARTIYOR
TÜİK tarafından yayınlanan imalat sanayinde kişi ve saat başına ücret ve kazanç endeksleri, Türkiye’de ücretlerin nasıl bir seyir izlediğini görmekte kullanılan temel göstergeyi oluşturuyor. 2001 krizi sırasında büyük gerileme gösteren reel ücretlerin 2003 sonundan bu yana yavaş yavaş yükselmeye başladığını bu endekslerde görmüştük. Söz konusu endekslere ilişkin son veriler, bu eğilimin devam ettiğini gösteriyor.
TÜİK’in verilerine göre, imalat sanayi üretimde çalışılan saat başına reel ücret endeksi 2005’in üçüncü çeyrek döneminde 2004’ün aynı dönemine göre yüzde 1.6 oranında artış gösterdi. Bu artış kamuya ait işyerlerinde yüzde 9 olurken, özel sektöre ait işyerlerinde sadece yüzde 1 olarak gerçekleşti.
Aynı dönemler itibariyle üretimde çalışan kişi başına reel kazanç endeksinde ise yüzde 2.5’lik değişim oldu. Bu oran kamuya ait işyerlerinde yüzde 8.8’i bulurken, özel sektöre ait işyerlerinde yüzde 2’de kaldı.
Kriz sonrasında işsiz sayısının 2.5 milyonu bulması ve bir türlü gerilememesi, reel ücretlerdeki artışın düşük kalmasına yol açıyor. Yüksek işsizlik nedeniyle sanayici istediği ücretle çalıştıracak işçi bulmakta zorluk çekmezken, mevcut çalışanlar da daha fazla ücret artışı için bastıramıyor.
Reel ücretlerdeki artışın düşük kalması çalışanlar açısından tabii ki olumsuz bir gelişme. Çalışanlar, bu düşük artışlar nedeniyle, 2001 krizi sırasında kaybettikleri satın alma gücünü bir türlü yerine koyamıyor.
Reel ücretlerdeki artışın düşük kalmasının ekonomi üzerinde ise bir olumlu bir de olumsuz etkisi var. Düşük ücret artışı iç talepteki yükselişi sınırlayarak büyümenin daha yüksek gerçekleşmesine engel oluyor. Fakat bu arada enflasyonun da düşürülmesine olanak veriyor.
DÖVİZ REZERVİ 50 MİLYAR DOLARI AŞTI
Merkez Bankası’nın düzenlediği ihaleler ve doğrudan müdahaleler yoluyla piyasadan 22 milyar dolarlık döviz aldığı 2005 yılında, döviz rezervleri rekor üstüne rekor kırdı. Yıl sonunda da 50.5 milyar dolara yükselip, tarihinde ilk kez 50 milyar doların üzerine çıktı.
Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinde 2005 yılında yaşanan artış tam 14.5 milyar dolar. 2004 yılı sonunda Merkez Bankası’nın kasasında 36 milyar dolar vardı.
Merkez Bankası’nın yoğun müdahalelere girişip döviz rezervlerini rekor düzeylere çıkarmasına rağmen, 2005’te YTL’deki değerlenme yine de durmadı. Döviz arzının talebinin çok üzerinde olması, ortalama dolar kurunun yüzde 5.7 gerilemesine neden oldu. 1995=100 tabanlı ve TÜFE bazlı Reel Kur Endeksi’nin değeri ise ortalama olarak yüzde 11.5 arttı.
Yeni yılın ilk iki haftasında döviz rezervlerinde düşüş yaşandı. Fakat Merkez Bankası’nın 2006 yılına döviz rezervlerini daha da güçlendirme hedefiyle girmesi, bu düşüşün geçici olduğunu düşündürüyor. Önümüzdeki aylarda Merkez Bankası’nın piyasalardaki her alım fırsatını değerlendirip rezervlerini artıracağını tahmin ediyoruz. Bu politika bir taraftan Merkez Bankası’nın döviz rezervlerini güçlendirirken, bir taraftan da YTL’nin daha fazla değerlenmesine engel olacak.
Uluslararası standartlara göre döviz rezervlerinin yeterliliği iki şekilde ölçülüyor. Artık eskisi kadar kullanılmayan ilk ölçüye göre döviz rezervlerinin en az üç aylık ithalatı karşılamaya yetmesi gerekiyor. Bu açıdan bakıldığında TCMB’nin döviz rezervlerinin beş aylık ithalatı karşılayabilecek kadar olduğu ve dolayısıyla yeterince güçlü olduğu görülüyor. Son yıllarda yaygınlaşan ikinci ölçü ise döviz rezervlerinin en azından kısa vadeli dış borçlar kadar olması gerektiğini söylüyor. TCMB’nin döviz rezervlerinin Türkiye’nin kısa vadeli dış borçlarına oranı yüzde 137’yi buluyor ve bu açıdan da asgari standartları karşılıyor.
ŞİRKET KURULUŞLARI YÜKSELİŞ EĞİLİMİNDE
TÜİK’in açılan ve kapanan şirketlerle ilgili istatistiklerine göre, 2005 yılında yeni kurulan şirket sayısı 47 bin 401 oldu. Aynı dönemde iflas bayrağını çekip faaliyetine son veren şirket sayısı ise 8 bin 886 olarak gerçekleşti. Yeni kurulan şirket sayısı 2004’e göre yüzde 15.8 artarken, kapanan şirket sayısındaki artış ise yüzde 16 olarak gerçekleşti.
Ekonominin iki ağır kriz geçirdiği 1999-2003 döneminde bir yılda yeni kurulan şirket sayısı 27-34 bin arasında seyretmişti. Oysa 1990’lı yılların ortasında bu sayı 50 binin üzerindeydi. Ekonomide yaşanan hızlı büyüme son iki yılda girişimcinin keyfini yerine getirip şirket kuruluşlarında yeni bir yükseliş eğilimi başlattı. Bu eğilim sürerse bu yıl yeni kurulan şirket sayısı yeniden 50 binin üzerine çıkabilecek gibi görünüyor.
Fakat bu arada kapanan şirket sayısının da dramatik bir şekilde yükseldiği dikkati çekiyor. 1990’lı yılların ortasında yüzlerle ifade edilen yıllık kapanan şirket sayısı, artık binlerle ifade ediliyor. 1995 yılında yeni kurulan her 94 şirkete karşılık sadece 1 şirket batarken, geçen yıl yeni kurulan her 5 şirkete karşılık 1 şirket battı. Bu durum günümüzde iş dünyasında ayakta durmanın giderek zorlaştığı anlamına geliyor.
Şirketler dünyasında ayakta durmanın zorlaşmasının en önemli nedeni yüksek enflasyon döneminin sona ermesi oldu. 1990’lı yıllarda fiyatların her geçen yükselmesi şirketlerin stoklarından da kâr etmesini sağlayabiliyordu. Fiyat artışlarının iyice yavaşladığı günümüzde ise stoklar kâr değil maliyet üretiyor. Düşen enflasyonla birlikte değişen rekabet şartlarına uymakta zorlanan girişimciler, büyük umutlarla kurdukları işletmelerinin kapısına kilit vurmak zorunda kalıyor.
TURİZMDE REKORA DOYMADIK
2005 yılının turizm bilançosuna ilişkin veriler geçen ay içinde belli oldu. Biz konjonktür bölümünü hazırlarken turizm geliri verileri henüz yayınlanmamıştı ama ziyaretçi sayısıyla ilgili veriler açıklanmıştı. Bu veriler de 2005’te turizmde yine rekor kırıldığına işaret ediyordu.
Söz konusu verilere göre 2005’te ülkemize gelen ziyaretçilerin sayısı 29 milyon 170 bini buluyor. Bu sayı 2004 yılına göre yüzde 18.4’lük bir artışa tekabül ediyor. 2004 yılında ülkemizi 24 milyon 646 bin kişi ziyaret etmişti.
Türkiye’nin ziyaretçileri sadece yabancıları değil, yurtdışında ikamet edip de anavatana hasret gidermeye gelen Türk vatandaşlarını da kapsıyor. Gurbetçilerin toplam ziyaretçiler içindeki payı yüzde 28 gibi önemli bir orana ulaşıyor.
2005’te yabancıların Türkiye’ye ilgisinin gurbetçi vatandaşlarımıza göre daha çok arttığı görülüyor. Yabancı ziyaretçilerin sayısındaki artış yüzde 20.4 iken, gurbetçilerin sayısındaki artış yüzde 13.4 olarak hesaplanıyor.
Ziyaretçi sayısındaki artış 2005’te turizm gelirlerinde de artış yaşandığının sinyalini veriyor. Dergimiz baskıya verildikten sonra açıklanacak olan turizm geliri rakamının 18 milyar doların üzerinde olacağını tahmin ediyoruz. Bu tutar 2004 yılında 15.9 milyar dolardı.
Türkiye turizmde her yıl yeni rekorlar kırmaya alışık. Turizmde rekor kırmaya da henüz doymuş değiliz. Hükümetin 2006 yılına yönelik hedefleri de yeni rekorlar içeriyor. Bu yıl yabancı ziyaretçi sayısının 23 milyon, turizm gelirinin ise 20 milyar dolar olması bekleniyor. Kuş gribi üzerine yazılan ekstrem senaryolar gerçekleşmez ve Ortadoğu’da da yeni bir savaş patlak vermezse, turizmde hedefler bu yıl da tutabilir.
HÜKÜMETİN BORÇ YÜKÜ 5.5 PUAN AZALDI
Konsolide bütçe borç stoku, 2005 sonu itibariyle 331.3 milyar YTL olarak gerçekleşti. Bu tutar 2004 yılı sonundaki borç stokunun yüzde 4.7 üzerinde. Yani mutlak değer olarak hükümetin borçları geçen yıl da artmaya devam etti. Ancak borç stoku değerinin milli gelir düzeyine bölünmesiyle hesaplanan borç yükündeki düşüş de sürdü. Geçen yıl hükümetin borç yükü 5.5 puan daha geriledi.
Esasında 2005 yılı milli gelir düzeyi henüz belli olmuş değil. Fakat 2006 Yılı Programı’nda yer alan gerçekleşme tahminleri GSYİH (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) düzeyini 486.8 milyar YTL olarak veriyor. Ekonomideki gidişat bu tahminin tutması hatta aşılması ihtimali olduğunu gösteriyor. Buna güvenerek 2005 yılı borç stokunu tahmini GSYİH tutarına böldüğümüzde ise karşımıza yüzde 68’lik bir borç yükü çıkıyor.
Bu oran 2004 yılında yüzde 73.5 düzeyindeydi. Önceki yıllara da bakıldığında borç yükünün dört yıldır azalma eğiliminde olduğu görülüyor. Borç stokunda patlama yaşanan 2001 yılında borç yükü yüzde 99.7 düzeyine kadar çıkmıştı.
2005 yılı sonunda hükümetin iç borcu 244.8 milyar YTL, dış borcu ise 86.5 milyar YTL oldu. 2004 yılı sonundaki veriler ile karşılaştırdığımızda iç borçlarda yüzde 9’luk artış, dış borçlarda ise yüzde 6’lık azalış olduğunu görüyoruz. Dış borçlardaki azalışın nedeni kur etkisi de değil. Zaten 2005 sonundaki dolar kuru ile 2004 sonundaki dolar kuru hemen hemen aynı. Dolar cinsinden tutulan verilere baktığımızda da 2005’te dış borçların azaldığını görüyoruz. Bu azalış yapılan geri ödemelerle IMF’ye olan borçların 3.8 milyar dolar gerilemesinden kaynaklanıyor.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?