Türkiye ile IMF ilişkileri oldukça eski bir geçmişe sahip. 1947 yılında üye olduğumuz bu kuruluş ile bugüne kadar çok sayıda stand-by anlaşması yaptık. Radikal Gazetesi yazarı Mahfi Eğilmez’in 19 M...
Türkiye ile IMF ilişkileri oldukça eski bir geçmişe sahip. 1947 yılında üye olduğumuz bu kuruluş ile bugüne kadar çok sayıda stand-by anlaşması yaptık. Radikal Gazetesi yazarı Mahfi Eğilmez’in 19 Mayıs tarihinde köşesinde yer verdiği bilgilere göre, bu anlaşmaların sayısı geçen aya kadar 19 idi. Geçen ay imzalanan anlaşma ise 20’ncisi oldu. Eğer işler son üç yıldaki gibi iyi giderse, bu anlaşmanın stand-by’ların sonuncusu olacağını umuyoruz.
Stand-by anlaşmaları, IMF’nin başı sıkışan üyelerine finansman desteği sağlamak için kullandığı temel mekanizmalardan biri. Bu anlaşmaların sayısının 58 yılda 20’ye ulaşması, başımızın sık sık sıkıştığı şeklinde yorumlanabilir. Çünkü neredeyse her üç yıla bir stand-by anlaşması düşüyor.
Aslında 1970 yılı sonrasındaki dönem ele alınırsa bu yorum yanlış değil. 1970 yılından sonra yaptığımız stand-by anlaşmalarının çoğu başımızın gerçekten de büyük belada olduğu dönemlerde yapıldı. Özellikle 1978, 1979, 1980, 1994 ve 2002 yılında yapılan anlaşmalar böyleydi.
Ancak, 1960’lı yıllarda yapılan anlaşmalar pek de bu nitelikte değildi. Bu dönemde stand-by anlaşmaları dış açığın finansmanında kullanılan standart bir yöntem haline gelmişti. Bu dönemde Türkiye her yıl bir stand-by anlaşması yaparak IMF’den belli bir miktar kredi kullanmayı garantiye almış ve ihtiyaç duyduğunda da bunu kullanma yoluna gitmişti.
Kısacası bugüne kadar IMF ile 20 stand-by anlaşması yapmamız, başımızın 20 kez belaya girdiği anlamına gelmiyor.
Normale dönüş tamamlanacak
Geçen ayki Konjonktür yazımızın başlığı “Ekonomide Normale Dönüş” idi. Bu yazımızda 1990’lı yıllarda iyice yoldan çıkan Türkiye ekonomisinin son üç yılda yaşanan olumlu gelişmelerle birlikte normale dönüş eğilimine girdiğini belirtmiştik. Bu üç yıllık dönem 19’uncu stand-by anlaşmasının yürürlükte olduğu dönemdi. Bu dönemde ekonominin normale dönüş eğilimine girmesinin nedeni de, 19’ncu stand-by anlaşması ile desteklenen istikrar programının başarılı olmasıydı.
Geçen ay imzalanan 20’nci stand-by anlaşması çerçevesinde hükümetin IMF’ye sunduğu Niyet Mektubu’nu okuduğumuzda, bu anlaşmanın temel amacının ekonomiyi normale döndürme sürecini tamamlamak olduğu izlenimine kapıldık. Aynı izlenime başka iktisatçıların da kapılmış olması (Bakınız: Dışbank Ekonomik Araştırmalar, Yine Yeni Yeniden, Makroskop, 16-22 Mayıs 2005, s. 2. Erişim: http://www.yatirimyap.com/pdf/arsiv/hrapor/w050516.pdf) bu düşüncemizi daha da güçlendirdi.
Önceki ikisi gibi yine 3 yıllık olarak hazırlanan son stand-by anlaşmasının süresi Mayıs 2008 tarihinde dolacak. Bu stand-by anlaşması yeni bir istikrar programına eşlik edecek.
26 Nisan 2005 tarihli Niyet Mektubu’nda, bu istikrar programı sonucunda temel ekonomik göstergelerde ulaşılması planlanan hedefler satır aralarında veriliyor. Biz bu hedefleri Konjonktür’ün ikinci sayfasındaki tabloda toparladık. Aşağıda ise bu hedeflerle ilgili değerlendirmelerimiz yer alıyor.
Kamuda hedef sıfır açık
Geçen ayki yazımızda 1990’lı yıllarda ekonominin yoldan çıkmasının temel nedeninin kamu maliyesinde dengelerin bozulması olduğunu ortaya koymuştuk. O yazıda ekonominin normale dönüş sürecinde olduğunu söylememizin en önemli nedeni ise son üç yılda kamu maliyesinde önemli ölçüde düzelme yaşanması idi.
Kamu maliyesi ile ilgili iki temel göstergeyi, kamu açığının milli gelire oranı ile kamu borç stokunun milli gelire oranı oluşturuyor. Bu iki göstergede de 3 yıl sonra ulaşılması planlanan hedefler, tam normal ekonomilere özgü düzeyde bulunuyor.
Toplam kamu açığının milli gelire oranı 2001 yılında yüzde 16.5’e kadar ulaşmış ve rekor kırmıştı. Bu oran son 3 yılda sürekli geriledi ve 2004’te yüzde 6.2’ye kadar indi. Yeni uygulanmaya başlayan programın en iddialı hedefini, bu açığı 2007 sonunda sıfıra indirmek oluşturuyor. Niyet Mektubu’nun 7’nci sayfasında “…kamu sektörü genel açığının 2007 yılına kadar sıfıra yaklaşması beklenmektedir” deniyor.
Kamunun verdiği büyük açıkların borçlanma yoluyla finanse edilmesi, 1990’lı yıllarda borç stokunun da hızla büyümesine yol açmıştı. Kamunun net borçlarının milli gelire oranı 2001 yılında yüzde 90.5’e kadar çıkmıştı. Bu oran geçen yıl yüzde 63.5’e indi. Niyet Mektubu’nun daha ilk sayfasında borç stokunun azaltılması ekonomik stratejinin temel taşı olarak tanımlanıyor ve program sonuna kadar 10 puanlık düşüş öngörülüyor. Bu gerçekleşirse üç yıl sonra kamunun net borç stokunun milli gelire oranı yüzde 53.5’e düşecek ve Maastricht kriterlerine uygun bir düzeyde olacak.
Enflasyonun ölümü
1999 yılı sonunda imzalanan stand-by anlaşması ile desteklenen ve 2000 yılı başında uygulanmaya başlayan istikrar programının adı “Enflasyonu Düşürme Programı” idi. Yani IMF ile birlikte son 5 yıldır yaşadığımız maceraya, 1970’lerden beri kurtulamadığımız yüksek enflasyonu yenme amacıyla başlamıştık.
2001 yılında yaşadığımız krizden sonra öncelikler değişti ve borç stokunu döndürmek daha önemli hale geldi. Ancak, bu arada iki yıllık gecikmeyle de olsa enflasyonu başlangıçta hedeflediğimiz gibi tek haneye indirmeyi de başardık.
Fakat enflasyon halen tek haneli düzeyde olmasına karşın normal bir ülke için yine de yüksek. Gelişmiş ülkelerde enflasyon yüzde 2-3’ün üzerine pek çıkmıyor. Normal bir ülke haline gelebilmemiz için bizim de enflasyonu bu düzeylere indirmemiz gerekiyor.
26 Nisan 2005 tarihli Niyet Mektubu’nda enflasyonla ilgili kesin bir hedef yer almıyor. Ancak program sonunda enflasyonun yüzde 5’in altına düşürüleceği belirtiliyor. Normale dönüş için bizce bu da yeterli.
İstikrarlı büyüme dönemi
Ekonomide normale dönüşün en önemli göstergelerinden biri de milli gelirde istikrarlı bir büyümenin gerçekleşmesidir. 1990’lı yıllar bu açıdan son derece kötü geçti. Ekonomi bir ileri bir geri gitti, zigzaglı bir seyir izledi.
Yeni istikrar programında önümüzdeki yıllarda büyümenin hep yüzde 5 olarak gerçekleşmesi hedefleniyor. Büyümenin hep bu oranda gerçekleşmesi zor ama ekonomi yönetiminde hata yapılmazsa buna yakın oranlarda gerçekleşmesi mümkün. Ekonomi son üç yıldır zaten hızlı (yüzde 5 ve üstü) büyüyor. Yeni programdaki beklenti gerçekleşirse hızlı büyüme yıllarının sayısı altıya çıkacak. Türkiye bugüne kadar sadece bir kez dört yıl üst üste hızlı büyümeyi başarmıştı. Programdaki büyüme öngörüsü gerçekleşirse normal bir ekonomi haline geldiğimiz tescillenmiş olacak.
Türkiye’de hızlı büyüme dönemleri hep dış açıkta patlama ve krizle sonuçlandı. Cari açığın milli gelire oranının geçen yıl yüzde 5.1’e kadar çıkması yine bu konudaki endişeleri hortlattı. Yeni programda bu yıl cari açığın milli gelire oranının yüzde 4.5’ inmesi, önümüzdeki iki yılda ise yüzde 3 dolayında gerçekleşmesi bekleniyor.
Esasında bu oranlar da çok düşük değil ve Türkiye genelde bu kadar yüksek cari açık düzeylerini uzun süre taşıyamıyor. Ancak, doğrudan yabancı yatırımlarda son aylarda gözlenen hareketlenme bu konuda ferahlık yaratıyor. Çünkü doğrudan yabancı yatırımlar cari açığın finansmanında en sağlıklı yöntem olarak kabul ediliyor. Doğrudan yabancı yatırımların önümüzdeki iki yılda da yüksek gerçekleşmesi bekleniyor.
Başarıya ulaşır mı?
Türkiye’nin bugüne kadar uyguladığı istikrar programlarının çoğu başarıya ulaşamadı. Bazen programın yanlış kurgulanması felaketlerle karşılaşmamıza neden oldu ve yeni bir programın hazırlanması gerekti. Bazen de hükümetler ilk olumlu sonuçları alır almaz, programdan çark etmenin yollarını aradı. Bu yolları bulmakta da gecikmedikleri için, sonuç sorunların kesin çözüme kavuşturulması değil geleceğe aktarılması oldu.
Ancak, son 3 yıldır uyguladığımız istikrar programı böyle değil. Bu program döneminde bir erken seçim ve iki hükümet değişikliği de yaşanmasına rağmen, uygulamadan sapılmadı. Kamu maliyesinde disiplinin korunması, sonuçta hedeflerin çoğuna ulaşmamızı sağladı.
Yeni program da aynı şekilde uygulandığı takdirde başarıya ulaşmaması için bir neden yok. Avrupa Birliği’ne (AB) üyelik sürecinin başlaması, dünyada Türkiye’ye olan güveni artırdı. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, önümüzdeki iki yılda yabancı sermaye girişinde patlama bekleniyor. Yabancı sermaye girişinin artması, yumuşak karnımız olan dış açık sorununun hafiflemesini sağlayacak. İçeride de işleri sıkı tutarsak, yeni programdaki hedeflerin çoğuna üç yıldan bile önce ulaşabiliriz.
IMF’Lİ 58 YILIN ÖYKÜSÜ
Türkiye 1945 yılında kurulan IMF’ye 11 Mart 1947 tarihinde üye oldu. IMF’nin kurulma amacı, başı dış açıklar ile derde giren üyelerine finansman sağlamaktı.
Üyelik haricinde Türkiye’nin IMF ile ilk ilişkisi 1958 yılında yapılan stand-by anlaşması oldu. Esasında IMF ile bu ilk randevu 4 yıllık bir gecikmeden sonra gerçekleşmişti. O zamanki kriz 1954 yılında başlamış ve ödemeler dengesi açığı büyümüştü. Ancak dönemin başbakanı Adnan Menderes’in önlem almakta gecikmesi, dört yıl süren bir yokluk, darlık ve pahalılık döneminin yaşanmasına yol açtı. 1958’de IMF’nin kapısının çalınmasıyla birlikte, doların değerinin 2.80 liradan 9 liraya çıkarıldığı bir devalüasyon da yapıldı.
Yandaki tabloda da gördüğünüz gibi, 1960’lı yılların tamamında bir yıl ya da daha kısa vadeli stand-by anlaşmaları yürürlükteydi. Ancak, bu anlaşmalar krizle bağlantılı olmaktan çok, muhtemel dış açıkların finansmanı için önceden önlem alınmasıyla ilgiliydi.
IMF ile ilk fırtınalı ilişkimiz ise 1978 yılında başladı ve zaman zaman kesintiye uğrayarak 1984’e kadar sürdü. 1970’li yılların ikinci yarısında krizin kapımızı çalması bizi yine IMF’ye mecbur bırakmıştı. Ancak, o yıllarda biri gelip biri giden hükümetler ile IMF alınması gereken önlemler konusunda anlaşamıyordu. 1958 ve 1970 yıllarında yapılan iki devalüasyondan sonra askeri müdahaleler (27 Mayıs 1960 ve 12 Mart 1971) yaşandığı için, bu dönemde hükümetler büyük çaplı devalüasyonlar yapmaya çekiniyordu. 1978 ve 1979’da imzalanan iki stand-by anlaşması süresi dolmadan iptal edildi. 1980 yılında yapılan ve ünlü 24 Ocak 1980 kararlarına kaynaklık edeni ise sonuna kadar uygulandı ve ekonomiyi biraz olsun düzeltti. 1984 yılında imzalanan anlaşmanın iptaliyle, 7 yıl süren bu ilk fırtınalı ilişki sona erdi.
IMF’nin kapısını bir daha çalışımız tam 10 yıl sonra oldu. 1994 krizinin belimizi büktüğü günlerde yine IMF desteğine mecbur kalmıştık. Ancak, bu kez ilişki kısa sürdü. Zamanın hükümeti, IMF’nin desteği ile durum biraz düzelir düzelmez istikrar programından çark etti ve erken seçime gitti.
IMF ile ikinci fırtınalı ilişkimiz 1998 yılında başladı. Ekonomide büyüyen sorunlar yüklü dış destek içeren bir istikrar programının uygulanmasını zorunlu kılıyordu. Ancak, bir önceki stand-by’ı yarım bıraktığımız için IMF’yi bir türlü buna ikna edemiyorduk. 1998 yılında ilişki dış destek içermeyen Yakın İzleme Anlaşması ile başladı. Bu anlaşmanın uygulaması fena olmayınca IMF 1999 yılında yeni bir stand-by anlaşmasına razı oldu. Bu anlaşmanın amacı 1970’lerden beri süren yüksek enflasyonu yenmek ve tek haneye indirmekti. Ancak 36 aylık bu anlaşma daha ilk yılında yara aldı. Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleri sonrasında öncelikler değişti. 2002 yılında kamu borçlarının döndürülmesini esas alan yeni bir stand-by anlaşması yapmak zorunlu oldu.
IMF ile bu ikinci fırtınalı ilişkimiz yedi yıldır sürüyor. İşler planlandığı gibi giderse, bu ilişki 10’uncu yılını doldurduğunda sona erecek.
İHRACATTAKİ ARTIŞ İTHALATIN ÖNÜNDE
Geçen yıl ekonomide en çok endişe yaratan konu dış açıktaki büyüme olmuştu. İthalattaki artış oranının ihracattaki artış oranını aşması hem dış ticaret açığını hem de ödemeler dengesi açığını artırmıştı. Geçen yıl cari işlemler dengesi açığı 15.5 milyar doları buldu ve GSMH’nin (Gayri Safi Milli Hasıla) yüzde 5.1’ine ulaştı. Türkiye’de cari açığın bu düzeye yükseldiği her dönemde kriz kapıyı çaldığı için, endişelenenler pek de haksız sayılmazdı. Ancak, bu sefer yüksek cari açık bir krize yol açmadı.
Bu yılın ilk aylarındaki gelişmelere baktığımızda, dış açıktaki yükselişin devam ettiğini görüyoruz. Ancak, bu artış geçen yılki kadar hızlı değil. Bu kez ihracatın ithalattan daha hızlı artması, dış açıktaki büyümenin hızını kesmiş bulunuyor.
Yılın ilk 3 ayında dış ticarette yaşanan gelişmeleri şöyle özetlemek mümkün:
* İlk 3 ayda ihracat 17.1 milyar dolar olarak gerçekleşti. Geçen yılın aynı döneminde yapılan ihracat 13.5 milyar dolar düzeyindeydi. Buna göre ilk 3 ayda ihracatta yaşanan artış yüzde 26.4 oldu.
* İlk üç ayda yapılan ithalat ise 25.7 milyar dolar düzeyinde. Geçen yılın aynı döneminde yapılan ithalat 20.9 milyar dolardı. Buna göre, ithalattaki artış oranı yüzde 22.9 olarak hesaplanıyor.
İhracat daha hızlı
* Görüldüğü gibi ihracattaki artış oranı ithalattaki artış oranını aşıyor. Bu durum dış açıktaki artışın hız kesmesini sağlıyor. İhracatın ithalatı karşılama oranı da artıyor. Geçen yılın ilk 3 ayında ihracatın ithalatı karşılama oranı yüzde 64.5 idi. Bu yılın aynı döneminde bu oran yüzde 66.4 olarak gerçekleşti. Böylece yüzde 60 olan tehlike sınırından bir miktar daha uzaklaştı.
* Geçen yıl ithalattaki artış oranı yüzde 30’un altına pek düşmemişti. Bu yıl ithalattaki artış oranının neden gerilediğini incelediğimizde karşımıza sermaye ve tüketim malları ithalatındaki yavaşlama çıkıyor. İlk 3 ayda sermaye malı ithalatı yüzde 11.6, tüketim malı ithalatı ise yüzde 5.1 arttı. Oysa geçen yılın ilk 3 ayında sermaye malı ithalatındaki artış yüzde 80’in, tüketim malı ithalatındaki artış ise yüzde 100’ün üzerindeydi. Geçen yıl devreye giren ertelenmiş yatırım ve tüketim talebinin doygunluğa ulaşması, bu yıl bu iki mal grubundaki ithalatı yavaşlattı.
* Buna karşılık ara malı ithalatındaki artış aynen geçen yılki gibi sürüyor. İlk 3 ayda ara malı ithalatı yüzde 29.3 arttı. Bu durum sanayi üretiminin ilk çeyrekte yüksek gerçekleşmesinden ve bunun da üretimde kullanılan ithal hammadde ve ara malı ihtiyacını artırmasından kaynaklanıyor.
* İlk üç ayda dış ticaret açığında yaşanan artış ödemeler dengesine de aynen yansıdı. Merkez Bankası’nın verileri, ilk 3 ayda cari işlemler dengesi açığının 6.3 milyar dolar olduğunu gösteriyor. Geçen yılın ilk üç ayında bu tutar 5.4 milyar dolardı. Buna göre ilk çeyrekte cari açıkta yaşanan artış yüzde 17.5 olarak hesaplanıyor.
Finansmanda olumlu dönüşüm
2005 yılı başlarken yıl sonu cari açık tahminleri geçen yıla göre fazla bir yükseliş öngörmüyordu. Çoğunluk 2005 yılında cari açığın geçen yılki düzeyine yakın yani 15 milyar dolar dolayında gerçekleşmesini bekliyordu. Ancak ilk 3 ayda cari açıktaki yükselişin devam etmesi bu beklentileri değiştirdi. Cari açık tahminleri yavaş yavaş 17-18 milyar dolara doğru revize edilmeye başladı.
Ancak, cari açıktaki yükseliş devam etmesine rağmen bu yıl bu açığın finansman biçimi açısından olumlu bir dönüşüm yaşanıyor. Geçen yıl cari açık büyük ölçüde kısa vadeli yabancı sermaye ile finanse edilmişti. Bu yıl ise doğrudan yabancı yatırımlarda önemli bir yükseliş eğilimi görülüyor. Doğrudan yabancı yatırımlar cari açığın finansmanında en sağlıklı yol olarak kabul edildiği için, bu durum endişeleri azaltıyor.
ENFLASYONDA MEVSİM TUTULMASI
Yılın ilk 3 ayında düşüş eğiliminde olan ve yıl sonu enflasyon hedefinin altına inen yıllık tüketici enflasyonu, nisan ayında biraz yükseldi. Ancak, bu yükseliş şimdilik bir trend değişikliğine işaret etmiyor. Bu yükseliş mevsimlik nedenlerden kaynaklanıyor.
Devlet İstatistik Enstitüsü’nün (DİE) verilerine göre, nisan ayında tüketici enflasyonu yüzde 0.71 olarak çıktı. Bu oran geçen yılın aynı ayında gerçekleşen oranın (yüzde 0.49) üzerinde olduğu için, mart sonunda yüzde 7.94’e inmiş olan yıllık tüketici enflasyonu nisanda yüzde 8.18’e yükseldi. Bilindiği gibi hükümetin yıl sonu hedefi ise yüzde 8.
DİE yılbaşında bu yana yedi tane çekirdek enflasyon göstergesi yayınlıyor. Bunlardan biri mevsimsel ürünlerin kapsam dışı bırakılmasıyla hesaplanıyor. Mevsimsel ürünlerin kapsam dışı bırakıldığı bu çekirdek enflasyon nisan ayında yüzde 0.63 olarak çıktı. Bu oran mart ayında da buna çok yakın ve yüzde 0.65 olarak çıkmıştı. Bu durum nisan ayında tüketici fiyatlarında yaşanan yükselişin mevsimlik ürünlerden kaynaklandığı anlamına geliyor.
Nitekim ana harcama grupları itibariyle enflasyon oranlarına baktığımızda nisan ayında en yüksek artışın yüzde 8.6 ile giyim ve ayakkabıda yaşandığını görüyoruz. Bu durum bu grupta yaz sezonu ürünlerinin vitrinlere çıkmasından kaynaklanıyor.
Yazlık giysilerin vitrine çıkması mayıs ayında da bu grupta fiyat artışlarının yüksek olmasına yol açacak. Ancak, sonraki aylarda mevsimsel etki enflasyonun ateşini düşürücü yönde olacak.
Mart ve nisan aylarında üretici fiyatlarındaki artış da ilk 2 aya göre yüksek çıktı. Ancak, nisan ayındaki oran geçen yılın aynı ayında gerçekleşen oranın altında olduğu için yıllık üretici enflasyonundaki düşüş devam etti. 2004 yılını yüzde 15.35 düzeyinde kapatan yıllık üretici enflasyonu, nisan ayı sonunda yüzde 10.17’ye kadar indi.
SANAYİ İLK ÇEYREĞİ İYİ KAPATTI
Ekonominin geçen yıl rekor bir büyüme oranına ulaşmasında sanayinin önemli katkısı vardı. Ocak ayı hariç yılın ilk yarısında sanayi üretimindeki artış oranları çift hanenin altına inmemişti. Sanayinin GSMH içindeki payı yüzde 25 dolayında olduğu için, bu da aynen büyüme oranına yansımıştı.
Ancak, iç talepteki yavaşlamayla birlikte sanayinin performansı da yılın ikinci yarısında gerilemişti. İç talepteki yavaşlama devam ettiğinden sanayideki bu performans düşüklüğünün 2005 yılında da sürmesi bekleniyordu.
Aslında geçen yılın ilk yarısıyla kıyaslarsak bu beklenti bir ölçüde gerçekleşmiş durumda. Ancak, ilk çeyrekte sanayinin performansı beklenenden ve geçen yılın ikinci yarısında görülenden daha iyi oldu.
DİE’nin verilerine göre, ilk çeyrekte sanayi üretimi yüzde 8.2 oranında artış gösterdi. Bu artış özellikle şubat ayında yaşanan yükselişten kaynaklandı. Ancak, geçen yılın mart ayında üretim düzeyinin çok yüksek olduğunu göz önüne alırsak, bu yılın aynı ayında gerçekleşen üretim artışı da pek düşük sayılmaz. Olumsuz baz etkisi nedeniyle mart ayında sanayi üretimindeki artışın yüzde 4’ü aşması pek beklenmiyordu ama gerçekleşme yüzde 5.5’i buldu. Bu da 1997=100 bazlı sanayi üretim endeksinin mart ayında yeni bir rekor kırıp 132.5’e çıkmasından kaynaklandı.
Geçen yılın ilk çeyreğinde sanayi üretimindeki artış oranı yüzde 10.6 olmuştu. 2004 ‘ün son çeyreğindeki artış oranı ise yüzde 4.4’tü. Buna göre, bu yılın ilk çeyreğinde sanayinin performansı geçen yılın aynı döneminin biraz altında ama önceki üç aylık dönemin de epey üzerinde oldu.
Sanayi üretimindeki artış oranı ile ekonominin genelindeki büyüme oranı genelde yakın çıkıyor. Bu durum geçen yılın son çeyreğinde yüzde 6.6 olarak gerçekleşen GSMH büyüme oranının, bu yılın ilk çeyreğinde de buna yakın çıkabileceğini düşündürüyor.
REEL FAİZ YÜZDE 10’UN ALTINA İNDİ
İç borçlanmada yıllık bileşik faiz oranı son üç aydır yüzde 17-18 arasında seyrediyor. Bu oranlar Merkez Bankası’nın ayda iki kez düzenlediği Beklenti Anketi’nden elde edilen gelecek 12 aylık dönemin tüketici enflasyonu beklentisi ile karşılaştırıldığında, beklenen reel faizin nihayet yüzde 10’un altına indiği görülüyor.
Söz konusu anketlere göre, gelecek 12 aylık dönemin tüketici enflasyonu beklentisi şubat ayında yüzde 7.7, mart ve nisan aylarında ise yüzde 7.2 olarak çıkmıştı. Bu durumda beklenen reel faiz oranı şubat ayı için yüzde 9.4 (1.178/1.077=1.094), mart ayı için yüzde 10.1, nisan ayı için ise yüzde 9.7 olarak hesaplanıyor.
İç borçlanmadaki reel faiz oranının yüzde 10’un altına inmesi uzun yıllardan beri beklenen bir gelişme idi. Çünkü, 1990’lı yılların ikinci yarısında Hazine genelde yüzde 30’un üzerinde reel faizlerle borçlanmak zorunda kalmıştı. Bu durum bütçedeki faiz ödemelerini, kamu açıklarını ve iç borç yükünü hızla artırırken ekonomideki dengeleri de alt üst etmişti. Girişimciler, devletin verdiği faiz ile rekabet edecek durumda olmadıkları için, yatırım yapacak kaynak bulamamıştı.
Aslında iç borç faizi 2000 yılında eksiye düşmüştü. Bunda devlete borç verenlerin aşırı iyimser enflasyon beklentileri rol oynamıştı. Ancak, 2001 krizi kapıyı çalınca reel faiz yeniden yüzde 30’un üzerine tırmanmıştı.
İç borçlanmada reel faizin gerilemesi 2002 yılında başladı. Bunun bütçedeki etkilerini geçen yıl faiz ödemelerinin azalması ile gördük. Faiz ödemelerindeki azalma bu yıl da devam ediyor ve üstelik bu kez bütçe açığı da geriliyor.
Hazine’nin yüzde 10’un altında reel faizle borçlanmaya başlaması, bu yıl kamu maliyesini biraz daha rahatlatacak. Ancak bu oran hala biraz yüksek ve gerilemenin devam etmesi gerekiyor. İktisatçıların çoğu reel faizin ekonominin büyüme oranının üstüne çıkmaması gerektiğine inanıyor.
YATIRIM EĞİLİMİ CANLANAMIYOR
Türkiye’de yatırım eğiliminin en iyi göstergesi Hazine Müsteşarlığı tarafından verilen teşvikli yatırım belgeleridir. Bu belgelerin sayısının ve içerdiği yatırım tutarının artması, gelecekte yatırımların canlanacağı sinyalini verir. Aksi durum ise yatırımlarda bir azalma beklenmesi gerektiğine işaret eder.
Nitekim geçen yıl yatırımlarda yaşanan patlamanın ilk işaretini 2003 yılında teşvikli yatırımlarda görülen artış ile almıştık. O yılın ilk üç ayında teşvikli yatırım belge sayısı önceki yılın aynı dönemine göre iki kat artarken, teşvikli yatırım tutarındaki artış ise dört kata yaklaşmıştı. Bu artış 2003 yılının ikinci yarısından itibaren fiili yatırımlara yansımaya başlamış ve 2004 yılında ise patlamaya dönüşmüştü.
Maalesef geçen yıldan bu yana ise teşvikli yatırımlarda durum 2003 yılındaki kadar iyi değil. Teşvikli yatırımlarda 2003’ten beri düşüş görülüyor.
Hazine Müsteşarlığı’nın verilerine göre, ilk üç ayda düzenlenen teşvik belgesi sayısı 937 oldu. Bu sayı 2004’ün aynı döneminde gerçekleşen sayının sadece yüzde 3 üzerinde. İlk üç ayda teşvik belgesine bağlanan yatırım tutarı ise 4.3 milyar YTL oldu ve geçen yılın aynı dönemindeki düzeyinin yüzde 11.5 altında kaldı.
Teşvikli yatırımlardaki bu gerileme bu yıl yatırımlarda 2004’teki gibi bir yükseliş yaşanmasının zor olduğunu düşündürüyor. Sermaye malı ithalatındaki yavaşlama da bu düşüncemizi pekiştiriyor.
Hükümet bu yılki büyüme hedefini ihracata ve yatırımlardaki artışa bağlamıştı. Teşvikli yatırımlardaki gerileme bu açıdan pek içi açıcı değil. Ancak ihracattaki artışın beklenenden daha fazla olması nedeniyle, henüz büyümede korkulacak bir durum yaşanmıyor.
Bu arada teşvikli yatırım tutarının azalmasına karşılık yaratılacak istihdam sayısının geçen yıla göre yükseldiği dikkati çekiyor. Bu daha emek-yoğun yatırımların söz konusu olduğu anlamına geliyor ve büyümeye olmasa bile istihdama olumlu yansıma içeriyor.
VERGİ DENETİMİNDE ETKİNLİK YOK
Yeni stand-by anlaşmasında yapısal performans kriterlerinden birini vergi idaresinin yeniden yapılandırılması ve güçlendirilmesi oluşturuyor. Vergi denetiminde etkinliğin artırılması için, halen yüzde 5 olan denetim görevlileri sayısının Gelirler Genel Müdürlüğü personeline oranının orta vadede yüzde 20’ye çıkarılacağından bahsediliyor.
Vergi denetiminin etkin olması, vergi kaçağının önlenmesi açısından önem taşıyor. Kesin tutarı bilinemese de Türkiye’de vergi kaçağının oldukça yüksek olduğu tahmin ediliyor.
Vergi kaçağı iki şekilde ortaya çıkıyor. Birincisi kayıtlı mükellefler gelirlerini düşük beyan ederek daha az vergi ödüyor. İkincisi mükellef olması gereken bazı kişiler kayıt dışında kalarak vergi ödemekten tamamen kurtuluyor. Vergi denetiminin yetersizliği, bu kişilerin yakalanma korkusu duymamasına yol açıyor.
Denetim oranı düşük
Maliye Bakanlığı’nın Maliye Dergisi adında bir yayın organı var. Bu derginin Ocak-Şubat 2005 tarihli son sayısında vergi denetimi konusu işleyen bir çalışma yer alıyor. Süleyman Demirel Üniversitesi’nden Dr. İbrahim Attila Acar ve Dr. Mehmet Emin Merter tarafından kaleme alınan çalışma “Türkiye’de 1990 Sonrası Dönemde Vergi Denetimi ve Vergi Denetiminde Etkinlik Sorunu” başlığını taşıyor.
Bu çalışmada yer alan ve aşağıda verdiğimiz tabloya bakıldığında vergi denetiminin neden etkin olamadığı ortaya çıkıyor. Tabloda 1991 sonrası dönemde gerçekleşen denetim sayısı, mükellef sayısı ve ilk sayının ikincisine bölünmesiyle hesaplanan denetim oranları yer alıyor. Gördüğünüz gibi bu denetim oranları oldukça düşük. 1990’lı yıllarda bu oran genelde yüzde 2-3 arasında gerçekleşmiş. Son yıllarda biraz yükseliş görülse de yine de mükellefin denetlenme ihtimalinin oldukça düşük olduğu anlaşılıyor.
Acar ve Merter tarafından ele alınan diğer ölçüler de vergi denetiminde etkinliğin yüksek olmadığını gösteriyor. Örneğin bunlardan birini denetlenen vergi mükellefi sayısının denetime katılan eleman sayısına oranı oluşturuyor. Bu şekilde bir denetim elemanına düşen mükellef sayısının 1991-2002 döneminde ortalama 926 olduğu hesaplanıyor. Bu da epey yüksek bir sayı. Üstelik bu sayının 1990’lı yılların başında 400’ün altında iken daha sonra yükselişe geçtiği görülüyor.
Denetim oranları ile tahsil edilen vergilerin tahakkuk eden vergilere oranının karşılaştırılması, vergi denetiminde etkinliğin artırılmasının olumlu sonuçlar vereceğini ortaya koyuyor. 1991-2002 dönemine ait veriler, vergi tahsilatı ile denetim oranları arasında pozitif bir ilişki olduğunu gösteriyor. Örneğin denetim oranının en yüksek olduğu 2002 yılında tahsilat oranının da en yüksek düzeyine çıktığı görülüyor.
Vergi denetimlerinin artırılması ve vergi kaçıranların yakalanma olasılığının yükselmesi sadece kayıtlı mükelleflerden elde edilen tahsilatın artmasını değil kayıt dışı ekonominin de kayıt altına alınmasını sağlayabilecek.
Bunun için yeni stand-by anlaşmasında öngörüldüğü gibi denetim elemanı sayısının artırılması büyük önem taşıyor. Halen Gelirler Genel Müdürlüğü’nde görevli denetim elemanı sayısı 2 bin 722. Bunların sayısının en azından 8 bine üzerine çıkarılması gerekiyor.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?