Bir süredir tartışma devam ediyor... Ancak, piyasalardaki canlılıkla yeniden gündeme geldi... Soru şu: “Canlanma için tüketim mi artmalı, üretim mi?” Reel sektör cephesi, üretimden yana oy kullanıy...
Bir süredir tartışma devam ediyor... Ancak, piyasalardaki canlılıkla yeniden gündeme geldi... Soru şu: “Canlanma için tüketim mi artmalı, üretim mi?” Reel sektör cephesi, üretimden yana oy kullanıyor, o nedenle de önce üretimin artması gerektiğini ileri sürüyor. Buna karşın, ekonominin gerçekleri ve rakamlar, tüketimden yana ağırlığını koyuyor.
Ekonominin hızlı büyüdüğü 1995-97 döneminde, bu büyümeyi, “tüketimden kaynaklanıyor” diye küçümseyenler oldukça fazlaydı. Gazeteler, üçer aylık büyüme oranlarının açıklandığı günlerde “Yine tüketimle büyüdük” türünden başlıklar atardı.
Son 3 yılda iki kriz yaşadık ama tüketimin önemini hala kavrayamadık. Krizin en derin dönemlerini yaşadığımız geçen aylarda, ekonominin yeniden büyümeye başlaması için üretime destek verilmesi gerektiğine dair beyanlara çok sık rastladık. Tüketimde artış olmadan üretilen ürünlerin ne yapılacağının sorgulandığına ise çok fazla tanık olmadık.
Arz yanlı krizler
Üretime destek olunmasıyla krizin aşılabileceğine ilişkin düşünce, 1980 öncesinde yaşadığımız arz yanlı krizlerin toplumsal hafızamızda hala canlı olmasından kaynaklanıyor.
1954-58 ve 1977-80 krizleri, döviz yokluğu nedeniyle, hammadde ve ara malı ithalatının durmasından kaynaklanmıştı. Üretim için gerekli ithal ürünlerin temin edilememesi, sanayi tesislerinin mecburen üretimi kısmasına, piyasada talebi olan ürünlerin bile üretilememesine neden olmuştu.
Tüketicilerin, yağ, tüp ve sigara gibi temel ürünleri alabilmek için uzun kuyruklarda bekledikleri o günlerde, büyümenin yeniden başlaması için üretime destek verilmesi doğruydu. Çünkü, üretimde artış sağlandığında piyasaya çıkacak yeni ürünleri alacak müşteri hazır duruyordu.
Talep krizleri
Ancak, 1980 sonrasında işler değişti. Ekonominin dışa açılması, yıllarca kabusumuz olan döviz yokluğu sorununu çözdü. Bazen pahalı da olsa, üretim için gerekli hammadde ve ara malı ithalatı için dövizin her zaman bulunabilmesi, ekonominin arz cephesinden sıkışmasını önledi.
1980 sonrasında yaşadığımız iki kriz ve iki durgunluk, arz cephesinde değil, talep cephesinde yaşanan gelişmelerden kaynaklandı. Son 20 yılda ekonomide yaşadığımız bu 4 sıkıntılı dönem genelde yüksek faizler nedeniyle tüketim ve yatır��m kararlarının ertelenmesiyle ortaya çıktı. 1991 ve 1998’de olduğu gibi dış dünyada yaşanan olumsuz gelişmelerin, 1999’da olduğu gibi doğal felaketlerin de bu sıkıntılı dönemlerin oluşmasında katkısı oldu tabii.
Faizle oyunun sonu
1988’in üçüncü çeyreğinden 1989’un son çeyreğine kadar etkili olan durgunluk döneminde tetiği, 1 yıl vadeli mevduat faizlerinin yüzde 65’ten yüzde 64’e indirilmesi çekmişti. Hükümetin bu kararı dövize olan talebi artırmış, sonuçta kurlardaki artışı durdurmak için faizleri serbest bırakmak zorunlu olmuştu. Bu karardan sonra 1 yıl vadeli mevduat faizi yüzde 90’a kadar ulaşmıştı. Faiz, ancak üst sınır uygulamasıyla yüzde 85 düzeyinde tutulabilmişti.
Faizlerin bir anda 20 puan yükselmesi, doğal olarak talebi geriletti. 1988’in son çeyreği ile 1989’un ilk iki çeyreğinde özel nihai tüketim harcamaları azaldı. Bu gelişme nedeniyle ekonomi de küçüldü. Ekonominin yeniden büyümeye geçmesi, faizlerin eski seviyesine gerilemesi ve tüketim harcamalarının yeniden yükselmeye başlamasıyla mümkün oldu.
1991 durgunluğunda ise dış dünyada yaşanan bir gelişme tetik vazifesi gördü. Ağustos 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle başlayan Körfez Krizi, Ocak 1991’de sıcak savaşa da dönüşünce dış ticaretimiz sekteye uğradı. Bu durum, tüketim harcamalarında çok ağır bir hasar olmamasına rağmen, ekonominin büyüme oranını sıfıra yaklaştırdı.
Krize giden yol
1994 krizi ise 1988’de yaşananlara benzer gelişmelerin çok daha ağır bir şekilde yaşanmasıyla ortaya çıkmıştı. 1993 yılı sonuna doğru girişilen faiz düşürme operasyonu dövize talep yaratmış, yaklaşan yerel seçimler nedeniyle bu kez yangına zamanında müdahale de edilememişti. Mart 1994’teki yerel seçimlerden sonra alınan önlemler, ekonominin savaş yıllarındaki benzer bir performans göstermesini engelleyemedi. Yüzde 80’lerde iken düşürülmek istenen faizler yüzde 150’nin üzerine çıktı. Bu durum tüketim ve yatırım kararlarının ertelenmesine ve ekonominin yüzde 6.1 küçülmesine neden oldu. Ekonominin yeniden büyüme başlaması, tüketicilerin “Bundan kötüsü olmaz” diyerek 1995’in ikinci çeyreğinde yeniden harcamaya başlamalarıyla mümkün olmuştu.
1999’da yaşadığımız krizde de yine yükselen faizlerin izini görmek mümkün. Bu kez faizin yükselmesine 1998’in ikinci yarısında Rusya Krizi’nden sonra Türkiye’den de sermaye çıkışının başlaması neden olmuştu. Tam işler düzelecekken deprem felaketi de gelince durgunluk krize dönüşmüştü. Ekonominin yeniden büyümeye başlaması ise 2000’in başında faizin düşmesi ve tüketimin yeniden başlamasıyla gerçekleşti.
Geçen yıl yaşadığımız son kriz de yine faizin yükselmesinden ve bu nedenle harcamaların azalmasından kaynaklandı. Bu nedenle ekonominin yeniden büyümeye başlaması da, ancak tüketimin yeniden yükselişe geçmesiyle mümkün olacak. Piyasadaki mevcut ürünler satılamazken üretici kesime destek ekonominin canlanmasını değil, olsa olsa sanayicinin zararının bir kısmının devlet kesesinden karşılanmasını sağlayacak.
Faizlerin geçen yılın son aylarında makul düzeylere düşmesi, bahar aylarına doğru talebin yeniden yükselişe geçmesi umudunu veriyor. Yılbaşı zamlarıyla çalışan kesimin satın alma gücündeki kaybın bir bölümü telafi edilirse, talepteki canlanma daha da güçlü olabilir. Böylece ekonomi bahar aylarından itibaren yeniden büyümeye başlayabilir.
1954-58: 1950-53 dönemindeki hızlı büyümenin ardından geldi. Söz konusu büyüme ithalatı tırmandırdı. Döviz gelirleri artan ithalatı sürdürmeye yetmez hale gelince, ekonomi üretim cephesinden sıkıştı. Döviz yokluğundan çivi bile ithal edemez hale gelmemiz, ekonominin üretim kapasitesinin düşmesine ve mal yokluklarının yaşanmasına neden oldu. Resmi kuru 2.8 lira olan dolar, karaborsada 32 liraya kadar tırmandı. Ekonominin önü ancak 1958’de dolar kurunun 9 liraya çıkarılmasından sonra açılabildi.
1977-80: 1973 yılında petrol fiyatlarının 3.7 kat artışla 10 doların üzerine çıkması, Türkiye ekonomisini bir kez daha döviz yokluğu sorunuyla karşı karşıya bıraktı. Dönemin hükümetleri dövize çevrilebilir mevduat yöntemi ile dış borçlanmaya ağırlık verip durumu bir süre idare etti. Ancak, 1977 yılı başında döviz rezervleri sıfıra yaklaşınca tüm ithalat transferleri durduruldu. Peş peşe açılan istikrar paketleri başarılı olamadı. 1979 yılında petrol fiyatlarının bir kez daha sıçraması işi iyice içinden çıkılmaz hale getirdi. İthal hammadde ve ara malı yokluğu nedeniyle sanayi üretimi durma noktasına geldi. 24 Ocak 1980’de alınan kararlarla ekonomide durum düzelme yoluna girmiş gibiyken askeri müdahale yaşandı.
1994: Yine bir dış açık sonrasında yaşandığı için ilk bakışta 1994 krizi 1980 öncesi krizlerle aynı kefeye konulabilir. Ancak, 1994’te fiili bir döviz yokluğu söz konusu değildi. Krize dönemin hükümetinin faizleri düşürmek için giriştiği operasyon neden olmuştu. Hazine ihalelerinin peş peşe iptal edilmesiyle para dövize kaydı. Kurların önünü kesmek için faizleri yükseltmek şart oldu. Faiz bir ara yüzde 400’e kadar tırmandı. Faizlerdeki yükseliş tüketim ve yatırım kararlarının ertelenmesine neden olunca ekonomi durdu. Türkiye’de ilk kez mal yokluklarının yaşandığı değil, üretilen malların satılamadığı bir kriz söz konusuydu.
1999: 1999 yılında da üretim cephesinden değil talep cephesinden kaynaklanan bir kriz yaşadık. 1998’in ikinci yarısında, Rusya krizinden sonra Türkiye’den de sermaye kaçışı başlamıştı. Bu durum temmuz ayında yüzde 70’lere düşen faizleri ekim ayında yüzde 140’ın üzerine taşıdı. Faizlerdeki yükselme talebi kıstı. 1999 baharında durum tam düzelme yoluna girmişken büyük deprem felaketi yaşanınca talepteki kısılma sürdü ve ekonomi yüzde 6.1 küçüldü.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?