Yeni istikrar programının tüm detayları, siz bu yazıyı okurken büyük ihtimalle ortaya çıkmış olacak. Ancak biz “Konjonktür” bölümünü hazırladığımız sırada ortada sadece yapılacak yasal düzenlemeler...
Yeni istikrar programının tüm detayları, siz bu yazıyı okurken büyük ihtimalle ortaya çıkmış olacak. Ancak biz “Konjonktür” bölümünü hazırladığımız sırada ortada sadece yapılacak yasal düzenlemeleri ve temel makro ekonomik hedefleri içeren bölüm vardı. Yurtdışından gelecek kaynak miktarı henüz netleşmediği için para ve maliye politikalarıyla ilgili ayrıntılar henüz açıklanmamıştı.
Doğrusunu söylemek gerekirse, yeni istikrar programının, ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş tarafından açıklanan ilk bölümü kamuoyunca pek tatmin edici bulunmadı. Program açıklandıktan sonra bir kısım iktisatçı ve siyasetçi tarafından “Dağ fare doğurdu” yorumları yapıldı. Çoğunluk ise herhangi bir görüş belirtmeyip programın ikinci bölümünü beklemeyi tercih etti ama bunların da hayal kırıklığına uğradığı gözden kaçmadı.
Anlayamadık...
Bizce bu hayal kırıklığının nedeni yeni istikrar programının yeterince anlaşılamamış olması. Anlaşılamamasının nedeni ise önceki programlara pek benzememesi.
Öyle ya, Kemal Derviş ekonomiyi 100 günde veya 500 günde kurtarma iddiasıyla ortaya çıkmadı. Yurtdışından para bulacağını söyleyip piyasalara gaz verme yolunu tercih etmedi. Programda hayali hedeflere yer vermeyip, yıl sonunda ulaşılması makul büyüklükleri hedef olarak belirledi.
Bazı çevrelerin beklediği iç borçların dövize çevrilmesi, kurda bant uygulaması, repoya yasak getirilmesi, para kurulu uygulamasına geçilmesi gibi radikal önlemler programda yer almadı. Bu tür istikrar programı uygulamalarında adet olduğu üzere yeni ek vergiler de gündeme gelmedi.Hal böyle olunca bu programın ekonomiyi nasıl düze çıkaracağı kafalarda bir soru işareti olarak kaldı.
Pansuman değil ameliyat
Esasında yeni istikrar programının ismi bile öncekilerden farklı olduğunu ortaya koyuyor. Yeni istikrar programı “Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” adını taşıyor.
Yeni program önceliği, açıklanmadan önce beklendiği gibi ekonomideki yangını söndürüp günü kurtarmaya değil, yıllardır biriken sorunları çözüp ekonomide yapısal dönüşümü sağlamaya veriyor. Bir başka deyişle yaraya pansuman yapmak yerine ameliyat yapmayı, kangrene dönüşme tehlikesi gösteren cerahatli bölgeyi neşterle kesip atmayı planlıyor.
Türkiye böyle bir ameliyatı en son 1980 yılında yaşamıştı. 24 Ocak 1980 Kararları’yla Türkiye ekonomisi bambaşka bir dünyaya geçiş yapmıştı. Sonraki dönemde açılan istikrar programları ise, bazıları görünüşte ciddi bir ameliyat öngörse de, genelde günü kurtarmaya yönelik olmuştu.
Yapısal dönüşüm
Yeni istikrar programını bir “Yapısal dönüşüm projesi” olarak nitelememizi sağlayan noktaları şöyle sıralayabiliriz:
* Yeni istikrar programı 15 yeni yasanın hayata geçirilmesini içeriyor. Bir bölümünü geçen ay çıkan, bir bölümü halen TBMM’de görüşülme veya hazırlık aşamasında olan bu yasalar Türkiye’deki ekonomik yapıyı tamamen değiştirecek. Ayrıca bu yasaların çıkması siyaset yapma biçiminde de ciddi değişikliklere yol açacak. Hükümetlerin kamu kaynaklarını oy avcılığı için kullanması önlenecek.
* Öngörülen yasal düzenlemeler içinde bu açıdan önemli olanlardan biri görev zararlarını kaldıran kararname ve kanun. Kamuoyu, siyasetçilerin oy avcılığı için kamu bankalarını ne kadar hor kullandığının farkına daha yeni yeni varıyor. Görev zararları, kamu bankalarının piyasadan yüksek faizle aldıkları kaynağı, hükümetin emriyle, düşük faizle çiftçiye ve esnafa kredi olarak vermesiyle oluştu. 20 milyar dolara ulaşan bu görev zararları nedeniyle kamu bankalarının sürekli fon ihtiyacı içinde olması ekonomideki faiz düzeyinin yüksek olmasının en önemli nedenleri arasında. Şubat ayında yaşanan krizden sonra ödemeler sisteminin kilitlenmesine de kamu bankalarının yeni borç bulamayıp eski borçlarını ödeyememesi yol açmıştı.
Yeni görev zararı yok
Yeni program mevcut görev zararlarının, Hazine’nin kamu bankalarına vereceği iç borçlanma kağıtlarıyla iç borca dönüştürülmesini amaçlıyor. Esasında bu operasyon çoktan başlamış durumda. Kamu bankalarına, şubat sonu itibariyle, mevcut gecelik yükümlülüklerinin üçte ikisi karşılığında piyasa koşullarına uygun Hazine kağıtları verilmiş bulunuyor. Kalan kısım için ise mayıs ayı sonuna kadar Hazine kağıdı verilmesi planlanıyor.
Söz konusu operasyon, halının altındaki pisliklerin ortaya çıkarılıp çöp kutusuna doldurulması anlamına geliyor.
Ancak ekonomide yapısal dönüşüme işaret eden esas noktayı bu operasyon değil, bundan böyle yeni görev zararlarına izin verilmemesi oluşturuyor. Yapılacak yasal düzenlemeyle, kamu bankaları bundan sonra ancak bütçede ayrılan kaynak tutarı kadar ucuz kredi kullandıracak. Örneğin 2001 yılında kullandırılacak ucuz kredi tutarı bütçedeki 400 trilyon liralık ödeneği aşmayacak. Böylece bu zararların tekrar birikip kamu bankalarını zor duruma düşürmesi ve ekonomideki faiz düzeyini yükseltmesi söz konusu olmayacak.
Fonlara elveda
* Son yıllarda ekonomiyi zora sokan faktörlerden biri de çoğu bütçe dışı olan fonlar sayesinde siyasetçilerin gözlerden uzak bir şekilde harcamalarını finanse edebilmesiydi. Bu fonların büyük bölümü 2000 yılında yürürlüğü giren ve şubat ayında yarıda kalan eski istikrar programı sırasında tasfiye edilmişti. Geri kalan 15 bütçe içi ve 2 bütçe içi fonun tasfiyesi ise bir türlü gerçekleştirilememişti. Yeni program bu tasfiye işinin de tamamlanmasını içeriyor. Böylece kamu maliyesini içinden çıkılmaz hale getiren faktörlerden biri daha ortadan kaldırılıyor.
* Yürürlüğe girecek borçlanma yasasıyla iç ve dış borçlanma ile devletin garanti verme sistemi tek bir kanunla düzenlenecek. Böylece kamu borç yönetimi sınırları belirlenmiş açık ve saydam kurallara bağlanacak. Yapılan borçlanmalarla ve verilen garantilerle ilgili olarak her 3 ayda bir TBMM bilgilendirilecek. Böylece bu alanda istismarın önüne geçilecek.
* Kamulaştırma ve kamu ihale yasasıyla ise bu alanlardaki yolsuzluklar ve savurganlık önlenecek.
Doğrudan destekleme
* Şeker Kanunu ve Tütün Kanunu ise siyasetçilerin seçmene rüşvet dağıtım mekanizmasını talep yönünden de sınırlamayı amaçlıyor. Türkiye’de şeker ve tütünde ihtiyacın üzerinde üretim var. Yıllardır uygulanan yanlış destekleme politikaları sonucunda iç fiyatlar dünya fiyatlarının üzerine çıkarıldığı için bu üretim fazlası ihraç da edilemiyor. Üretim fazlası ürünler depolarda yıllarca kalıyor. Fazla tütünler zaman zaman yakılarak imha ediliyor ve vergi mükelleflerinin parası duman edilip havaya savruluyor.
İşte Şeker Kanunu ile Tütün Kanunu, söz konusu akıl dışı uygulamaları ortadan kaldırıp bu piyasalarda arz-talep dengesini kurmayı amaçlıyor.
* Tarımda doğrudan destekleme sistemine geçilmesi de bu alandaki yanlış uygulamaları ortadan kaldıracak. Destekleme politikası, çiftçi oylarının satın alınması için değil gerçekten tarımsal üretimin desteklenmesi amacıyla uygulanacak.
* Bankacılık alanında yapılacak düzenlemeler de günü kurtarmaktan çok yapısal dönüşümü sağlamaya yönelik. Kamu bankaları profesyonel bankacılar tarafından yönetilecek ve siyasetçilerin etkisinden kurtarılacak. Özel bankaların sermaye yapılarının güçlendirilmesi sağlanacak.
Bankacılık sistemi, devlete borç verip para kazanan bir yapıdan, özel sektör yatırımlarını finanse
eden bir yapıya geçirilecek.
Başka çare yok
Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş, her konuşmasında, ekonomideki mevcut yapıyı sürdürme imkanının kalmadığını belirtiyor. Son 10 yıldır borçla çevrilen çark, sadece faiz ödemelerinin gelirleri aşmaya başlaması nedeniyle artık durmuş durumda. Ekonomi üç yıldır olduğu yerde sayıp duruyor. Kişi başına milli gelir de neredeyse 10 yıldır 3 bin dolar barajının etrafında gezinip duruyor.
Belki alınacak önlemlerle ekonomideki yangını geçici olarak söndürüp biraz daha idare etmek mümkün olabilir. Ancak bu durumda yarın karşımıza çıkacak fatura çok daha kabarık olacak. Türkiye, Güney Amerika ülkeleri gibi hiperenflasyonu ve ekonominin tamamen tahrip olmasını yaşayabilecek. Avrupa Birliği (AB) trenini kaçıracak, kalkınma yolunda başka ülkelerin de kendisine tur bindirdiğini görecek.
Ekonomide yapısal dönüşümün gerçekleştirilmesi ise, Kemal Derviş’in de belirttiği gibi, Türkiye ekonomisinin yılda yüzde 7 dolayında bir büyümeye ulaşmasına imkan verecek. Bu düzeydeki bir büyüme 10 yıl içinde Türkiye’nin çehresini değiştirecek. AB üyeliğine hak kazanmış, gelişmiş ülkelerin refah düzeyine yaklaşmış bir Türkiye ortaya çıkacak.
Neler olacak?
“Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nda, ekonomide yapısal dönüşümün gerçekleştirilmesinin sonuçları şöyle açıklanıyor:
“Programda öngörülen yapısal reformların uygulamaya geçirilmesi ekonomide etkinliği artıracak, bunun sonucunda mevcut kaynaklarla sürdürülebilir bir büyüme performansı yakalanabilecektir. Yapısal reformların sonucunda devletin işleyişi köklü bir şekilde değiştirilecektir. Böylece, devletin kamu maliyesini bozan ve kaynak kullanımında etkinliği azaltan eski alışkanlıklarına geri dönmesi engellenmiş olacaktır.
Kamu finansman dengesinin kalıcı bir biçimde iyileştirilmesi neticesinde devletin eğitim, sağlık, teknoloji ve sosyal harcamalara yeterli kaynakları tahsis etmesi mümkün hale gelecektir. Böylelikle, Uzun Vadeli Strateji’de hedeflenen toplam faktör verimliliği artışı gerçekleştirilebilecek, dünya hasılasından daha yüksek pay alınması, toplumun yaşam kalitesinin yükseltilmesi, gelir dağılımının düzeltilmesi, yoksullukla mücadele ve bölgesel gelişmişlik farkının azaltılması sağlanabilecektir.
Türkiye, yapısal reformlar gerçekleştirerek enflasyonu tek haneli rakamlara kalıcı olarak indirecek, kamu açıklarını sürdürülebilir düzeyde tutacak ve ilgili diğer kriterleri sağlayarak hem Avrupa Birliği’ne hem de Avrupa Para Birliği’ne üyelik için gereken yükümlülükleri yerine getirmiş olacaktır.”
REVİZE HEDEFLERİN TUTMASI MÜMKÜN
Biz “Konjonktür” bölümünü hazırladığımız sırada yeni istikrar programının sadece temel makro ekonomik hedefler ve yapılacak yasal düzenlemelerle ilgili kısmı açıklanmıştı. Yurtdışından gelecek kaynak miktarı belli olmadığı için para politikasıyla ilgili hedefler henüz ortada yoktu. Dolayısıyla temel makro ekonomik hedeflere nasıl ulaşılacağı konusu da henüz aydınlanmış değildi.
Ancak yine de söz konusu hedefleri değerlendirme imkanı var. Bizim bu konudaki değerlendirmemiz ise şöyle:
* Enflasyonla ilgili hedefler, 2000 yılındaki kazanımların büyük ölçüde gözden çıkarıldığını gösteriyor. Yıl sonunda enflasyonun 1999 düzeyinin biraz da olsa altında tutulması hedefleniyor. TEFE’de (Toptan Eşya Fiyatları Endeksi) yıl sonu enflasyon hedefi yüzde 57.6 düzeyinde. 1999 yılı sonunda bu oran sadece 5.3 puan daha yüksek ve yüzde 62.9 düzeyindeydi.
* Talepteki kısılma nedeniyle TÜFE (Tüketici Fiyatları Endeksi) enflasyonundaki sıçramanın daha makul düzeyde kalacağı düşünülüyor. TÜFE’de yıl sonu enflasyon hedefi yüzde 52.5 düzeyinde.
* Yerli ve yabancı kuruluşların yıl sonu enflasyon tahmini genelde daha kötümser. En iyimser olanlar bile enflasyonu yüzde 60’lar düzeyinde tahmin ediyor. Yıl sonunda enflasyonun yüzde 80-90’ı bulacağını iddia edenler de var.
* Ancak bize göre açıklanan yeni enflasyon hedefleri makul. Şubat ayındaki kriz patladığı sırada Türkiye ekonomisi durgunluk sürecine girmiş, talep gerilemeye başlamıştı. Talepteki bu gerileme enflasyonun çok fazla sıçramasına engel olacak gibi. Nitekim mart ayı enflasyonunun tahminlerin altında gerçekleşmesi de buna işaret ediyor.
* 2001 yılı sonu için eski enflasyon hedefleri TEFE’de yüzde 10, TÜFE’de yüzde 12’ydi. Yaşadığımız son krizden sonra enflasyonun bu düzeylere indirilmesi yaklaşık 1.5 yıl gecikecek gibi görünüyor. Çünkü yeni istikrar programında 2002 yılı sonu enflasyon hedefleri TEFE’de yüzde 16.6, TÜFE’de yüzde 20 düzeyinde. Buna göre yeni program başarılı olursa eski programdaki 2001 yıl sonu hedeflerine ancak 2002 yılı yaz aylarında ulaşılabilecek.
* Yeni istikrar programına göre bu yıl ekonominin yüzde 3 oranında küçülmesi bekleniyor. Gelecek yıl ise yüzde 5 oranında büyüme hedefleniyor. Yeni program uygulaması daha fazla geciktirilmeden başlar ve işler sıkı tutulursa bu yıl ekonomideki küçülme hedeflendiğinden daha düşük olabilir. Türkiye ekonomisinin “rebound” yeteneği sayesinde 2002 yılı büyüme hedefinin gerçekleşmesi de mümkün.
* Tabii bu değerlendirmelerimiz yeni istikrar programının uygulamaya girmesi halinde geçerli. Yurtdışından yeterli kaynak gelmez, siyaset cephesinde ortalık toz duman olur, hükümetin istifası veya erken seçim gibi bir durum ortaya çıkarsa yıl sonunda karşılaşacağımız tablo şüphesiz çok daha değişik olur.
EKONOMİDE TEMPO BİR İLERİ BİR GERİ...
Devlet İstatistik Enstitüsü´nün (DİE) verilerine göre, Türkiye ekonomisi 2000 yılında yüzde 6.1 büyüdü. 2000 yılı büyüme oranı hükümetin yüzde 5.5´lik hedefinin üzerinde gerçekleşti. Ayrıca bu büyüme oranı 1999´daki yüzde 6.1´lik küçülmenin yol açtığı hasarın önemli bir bölümünü de telafi etti. Ekonomi 2000 yılında neredeyse 1998 yılındaki seviyesine geri geldi.
DİE´nin verileri incelendiğinde 2000 yılında ekonomide yaşanan büyümeye en büyük katkının ticaret sektöründen geldiği görülüyor. Ekonomideki payı yüzde 22 dolayında olan bu sektör 2000 yılında yüzde 11.6 oranında bir büyüme gösterdi. Toptan ve perakende ticaret ile otel ve lokanta hizmetlerini kapsayan bu sektör, 2000 yılında artan iç talepten ve turizmde görülen canlanmadan çok olumlu etkilendi.
2000 yılında ekonomide görülen hızlı büyümeye ikinci büyük katkı sanayi sektöründen geldi. Ekonomideki payı yüzde 28 dolayında bulunan sanayi sektöründeki üretim geçen yıl yüzde 5.6 oranında yükseldi.
Ekonomideki payı yüzde 13-14 arasında olan tarım sektöründe yaşanan yüzde 4.1´lik üretim artışı da geçen yılki hızlı büyümede etkili olan faktörler arasında. Esasında yılın ilk üç çeyreğinde tarımdaki durum çok parlak değildi. Ancak son çeyrek dönemde yaşanan yüzde 12.2´lik üretim artışı tarımın 2000 yılını iyi bir büyüme oranıyla kapatmasını sağladı.
Ekonomide aşağı yukarı tarım sektörü kadar payı olan ulaştırma ve haberleşme sektöründeki büyüme de 2000 yılında ekonominin performansının yükselmesinde etkili oldu. Söz konusu sektörde geçen yıl yaşanan büyüme yüzde 5.1 olarak gerçekleşti.
İnşaat sektörü de 2000 yılında büyümeye destek verdi. Esasında bu sektör yıla iyi başlayamamıştı. Ancak yılın ikinci yarısında toparlanarak yüzde 5.8 oranında bir büyüme sergilemeyi başardı.
1999 yılında ekonomi küçülürken finans sektöründe büyüme yaşanmıştı. Son altı aydır krizlerle sarsılan finans sektörü 2000´i ise pek parlak geçirmedi. Bu sektörde 2000 yılında sadece yüzde 0.9 oranında bir büyüme görüldü.
2001´den umut yok
Ancak son altı ayda yaşadığımız gelişmeler ekonomide geçen yıl başlayan büyümenin 2001 yılında da sürmesini imkansız hale getirdi. Yeni istikrar programında yer alan hedeflere göre, hükümet bu yıl ekonominin yüzde 3 oranında küçülmesini bekliyor.
2001 yılı büyüme oranı için daha kötümser tahminler yapanlar da var. Örneğin Prof. Dr. Asaf Savaş Akat, Sabah gazetesindeki köşesinde bu yıl ekonominin yüzde 4 küçüleceği tahminini yaptı. Dünyaca ünlü danışmanlık kuruluşu Morgan Stanley´in uzmanları ise bu yıl Türkiye ekonomisinin yüzde 7.2 oranında küçüleceğini tahmin ediyor.
Sanayi üretiminden gelen sinyaller ekonominin yılın ilk çeyreğinde küçüldüğünü gösteriyor. Ancak ilk çeyrekteki küçülme korkulduğu gibi yüzde 10´u da bulmadı gibi. Yılın ikinci çeyreğinde de ekonomideki küçülmenin sürmesi olası.
Ancak gerekli önlemlerin alınması halinde yılın ikinci yarısında büyümenin yeniden başlaması olasılığı var. Bu ihtimal gerçekleşirse 2001 yılında ekonomide yaşanacak tahribat sınırlı tutulabilir. Ekonominin yüzde 1´den fazla küçülmesi engellenebilir.
BÜYÜME TAHMİNİMİZ TUTTU: Aralık 1999 tarihli Capital Dergisi’nin “Konjontür” bölümünde “Ekonomi 2000’de Rebounda Hazır” başlıklı yazımız yayınlanmıştı. Söz konusu yazıda Türkiye ekonomisinin “rebound” yeteneğine dikkat çekmiş ve 2000 yılında yüzde 6 dolayında büyümesinin mümkün olduğunu belirtmiştik. Aynı dönemde yerli ve yabancı kuruluşların çoğunun tahmini ise enflasyonla mücadele politikaları nedeniyle 2000 yılının düşük bir büyüme oranı ile geçileceği yönündeydi.
İHRACAT NE ZAMAN PATLAYACAK?
Yaşadığımız devalüasyondan sonra 2001 yılına yönelik enflasyon, büyüme gibi ekonomik büyüklüklere yönelik beklentiler olumsuza dönerken, sadece dış ticaret konusundaki beklentiler iyileşti. Devalüasyon ihraç ürünlerimizin dolar cinsinden fiyatının ucuzlamasına, ithal ürünlerin ise TL cinsinden fiyatının pahalanmasına yol açacak. Bu nedenle ihracatta sıçrama yaşanması, ithalatın ise kısılması bekleniyor. Böylece geçen yıl rekor kıran dış ticaret ve cari işlemler açığının küçüleceği tahmin ediliyor.
Yandaki tabloda da görebileceğiniz gibi, kur artışlarının hızlanması gerçekten de ihracatı artırıp ithalatı kısabiliyor. Hızlı kur artışlarının yaşandığı 1981-84 dönemi ile 1994 yılında bu sonuçlar yaşanmıştı.
Ancak Türkiye İhracatçılar Meclisi´nin (TİM) verileri, devalüasyon sonrasında mart ayında ihracatta sıçrama değil tam aksine yavaşlama olduğunu gösteriyor. Bu durum biraz şaşkınlık yarattı. Oysa bunda şaşacak bir şey yok. Çünkü devalüasyonun ihracatı ne kadar zamanda ve ne ölçüde artıracağı çeşitli faktörlere bağlı. Bu faktörleri ve etkilerini şöyle sıralamak mümkün:
Kurlarda istikrar şart
* Devalüasyonun ihracatı artırıcı etkisinin görülebilmesi için her şeyden önce kurların istikrara kavuşması gerekiyor. Çünkü fiyatı belli olmayan bir malın alışverişini yapmak mümkün değil. 1994'ün ilk beş ayında hızlı kur artışı yaşanmasına rağmen, kurların ne düzeyde oturacağı belli olmadığı için ihracatta sıçrama olmamıştı. Hatta nisan ve mayıs aylarında ihracatta düşüş görülmüştü.
* İhracatta sıçrama yaşanması için devalüasyon tek başına yeterli değil. Devalüasyonun bu sonucu vermesi için ihraç pazarlarımızı oluşturan ülkelerde ekonomilerin canlı olması da gerekiyor. İhraç pazarlarımızda ekonomik durgunluk yaşanması halinde talep düşük olacağı için, ihraç ürünlerimizin dolar cinsinden fiyatlarının ucuzlaması satışları artırmaz.
* İhraç pazarlarındaki talep durumu yanında, ihraç edilen ürünlerin talep elastıkiyeti de önemli. İhraç edilen ürünler, fiyatının düşmesiyle talebinin artması zor olan zorunlu gıda maddeleri gibi ürünlerden oluşuyorsa, devalüasyonun ihracatı artırma yönünde fazla bir etkisi olmaz.
* Yeni ihracat bağlantılarının kurulması için fiyat alınması, numune gönderilmesi gibi birtakım işlemlerin yapılması gerekir. Bu işlemlerin yapılması en azından 2-3 aylık bir süreyi alacağından, devalüasyonun ihracatı artırıcı etkisi de bu ölçüde gecikir.
* Devalüasyon sonucunda ithal hammadde ve ara mallarının TL cinsinden fiyatlarının yükselmesi enflasyonu da yükseltir. Bu durum devalüasyon oranını geriletip olumlu etkilerinin azalmasına yol açar.
* İhraç edilen ürünlerin üretiminde kullanılan ithal girdilerin oranının yüksek olması da devalüasyonun getirisini azaltır. Çünkü bu durumda üretim maliyetleri de yükselir.
* Devalüasyonun olumlu etkilerini törpüleyen bir faktör de faiz oranlarının yükselmesiyle ortaya çıkar. Yeni ihracat bağlantılarını karşılamak için kredi kullanmak zorunda olan ihracatçılar, yüksek faizler nedeniyle, devalüasyon kazancının bir bölümünü borç verenlere aktarır.
Sıçrama yaz aylarında
Yukarıdaki faktörler göz önüne alındığında ihracatta bir sıçramanın yaşanması için en az 3 aylık bir sürenin gerekli olduğu söylenebilir. Buna göre ihracatta sıçramanın başlaması için yaz aylarını beklememiz gerekiyor. Kurların istikrara kavuşması gecikirse bu süre daha da uzayabilir.
Devalüasyondan sonra ihracatta yüzde 25 dolayında bir artış beklentisi oluşmuştu. Ancak en önemli ihracat pazarımızı oluşturan Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde ekonomilerin yavaşlamasının beklenmesi, ihracattaki sıçramanın beklendiği kadar yüksek olmayabileceğini düşündürüyor.
Hükümet 2001 yılında ihracatı 31 milyar dolara yükseltmeyi hedefliyor. Devalüasyon öncesinde bu hedefe ulaşmanın zor olduğu düşünülüyordu. Şimdi ise bu hedef ulaşılabilir hale geldi. Bu hedefe ulaşılması halinde ihracattaki artış yüzde 13.5 olacak.
SANAYİNİN TEKELCİ YAPISINDA BİR DEĞİŞİKLİK YOK
Türkiye´nin enflasyonla mücadelede bir türlü başarıya ulaşamamasının önemli nedenlerinden birini ekonomide varolan tekelci yapı oluşturuyor. Sektörlerin çoğunda az sayıda firma hakim durumda. Bu firmalar ürünlerinin fiyatlarını istedikleri gibi belirleyebiliyor. Bu durum hükümetlerin fiyat artışlarını istediği ölçüde yavaşlatmasını engelliyor.
Bunun en belirgin örneğini 2000 yılında gördük. Hükümet geçen yıl kur artışını yavaşlatarak ve KİT ürünlerinin fiyatlarına yaptığı zamları düşük tutarak özel sektöre maliyet avantajı sağladı. Ancak buna rağmen yüzde 20´lik yıl sonu enflasyon hedefini tutturamadı. Yıl sonunda enflasyon hükümetin hedeflediği düzeye değil, daha yıl başında özel sektörde oluşan enflasyon beklentisine yakın çıktı.
Ekonominin tamamındaki rekabet durumunu gösteren bir araştırma yok. Ancak Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) imalat sanayiindeki rekabet durumunu gösteren bir araştırma yapıyor ve sonuçlarını üç yıl gecikmeyle de olsa yayınlıyor.
Bu araştırmanın 1998 yılına ilişkin sonuçları, imalat sanayiinin yüzde 55.6´sında tekellerin hakim olduğunu gösteriyor. Önceki yıllara ait veriler incelendiğinde, sanayideki tekelci yapının pek değişmediği anlaşılıyor. 1994-98 döneminde bu oranın yüzde 55-58 arasında değer aldığı görülüyor.
20 yıl öncesine göre bir değerlendirme yaptığımızda ise tekelleşme oranında hafif bir artış olduğunu söylemek mümkün. 1980 yılındaki tekelleşme oranı yüzde 51.2 olarak hesaplanıyor. Türkiye´nin 1980 yılından sonra serbest piyasa ekonomisine geçtiği gözönüne alındığında, bu sonuç bir çelişki oluşturuyor.
Türkiye´nin enflasyonla mücadelede kesin başarıya ulaşabilmesi için ekonomideki tekelci yapıyı da kırması gerekiyor.
11 YILDA 195 MİLYAR DOLARI SAVURDUK
Capital ve Ekonomist dergilerinin eski yayın yönetmeni ve şu anda okuduğunuz ``Konjonktür'' bölümünün eski editörü olan Faruk Türkoğlu´nun Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) için yaptığı bir araştırma, Türkiye´nin 1990´lı yılları nasıl harcadığını gözler önüne seriyor.
``Savurganlık Ekonomisi Araştırması'' adını taşıyan çalışmaya göre, siyasetçilerin 1990-2000 döneminde yaptıkları hataların ve uyguladıkları popülist politikaların faturası 195.2 milyar doları buluyor. Bu faturada en kabarık bölümü iç borçlanmada yapılan hatalar alıyor. KİT´lerin yönetiminde, bankacılıkta ve destekleme politikalarında yapılan hata ve yanlışlar da faturayı en çok kabartan faktörler arasında bulunuyor.
Esasında 1990´lı yıllardaki savurganlığın Türkiye´ye çıkardığı fatura, bu hesapların gösterdiğinden de yüksek. çünkü havaya savrulan kaynaklar üretken yatırımlarda kullanılsaydı, Türkiye bugün olduğundan çok daha iyi bir noktada olabilecekti.
Türkoğlu´nun çalışmasına göre, 195.2 milyar dolarlık kaynak üretken ve sosyal amaçlı yatırımlarda kullanılsaydı olabileceklerin bazıları şöyle:
* Toplam milli gelir 296 milyar dolara, kişi başına milli gelir 4.500 dolara çıkacaktı.
* İhracat 43 milyar doları bulabilecekti.
* 5.4 milyon kişilik istihdam sağlanacak, işsizliğin yaygınlaşması önlenecekti.
* GAP´a (Güneydoğu Anadolu Projesi) daha fazla kaynak aktarılabilecek, bu proje 2012´ye kadar sarkmayacaktı.
* Eğitim ve sağlık alanına aktarılacak kaynaklar ortalama ömrümüzü uzatacak, bebek ölüm oranlarını düşürecekti.
TEŞVİK POLİTİKASI MI, TEŞVİK ETMEME POLİTİKASI MI?
Eğer teknik ayrıntılara girilirse, bugün yaşadığımız ekonomik sıkıntılar için birçok neden bulunabilir. Ancak temel nedeni tek bir başlık altında toplama imkanı da var; Yaşadığımız sıkıntıların temel nedenini, siyasetçilerin yıllar yılı uyguladığı popülist politikalar oluşturuyor.
İktidarı bir kez ele geçiren siyasetçilerin burada kalmak için popülist politikalar uygulayıp devletin kaynaklarını har vurup harman savurmaları, kamu maliyesini delik deşik etti. Kamu açıkları birike birike sonunda ekonominin dengelerini iyice bozdu ve içinden çıkılmaz hale getirdi.
Esasında ``popülizm''in kelime anlamı kötü değil. İngilizce olan bu sözcük Türkçe´ye ``halkçılık'' olarak çevriliyor. Dolayısıyla Türkçe´ye birebir çevrildiğinde, popülist politikalar, halk yararına uygulanan politikalar anlamına geliyor.
Ancak uygulamada siyasetçilerin ipin ucunu kaçırdığı görülüyor. Dozunda uygulansa halkın yararına sonuç verebilecek politikalar, iktidarda kalabilmek uğruna istismar edilince zarara yol açıyor.
Bir istismar örneği
Türkiye´de pek çok alanda bu tür istismar örneklerini görmek mümkün. Biz bu yazıda Kalkınmada Öncelikli Yöre (KÖY) uygulamasındaki istismara dikkat çekmek istiyoruz.
Ülkemizdeki KÖY uygulamasının 33 yıllık geçmişi var. 1960´lı yıllarda planlı döneme geçişle birlikte, bölgeler arasındaki gelir eşitsizliğinin giderilmesi için bu uygulama düşünülmüştü. Ekonomik açıdan geri kalmış iller KÖY kapsamına alınacak, bu illerdeki altyapı yatırımları ile üretime yönelik kamu ve özel sektör yatırımları desteklenecek, böylece gelişmiş illerin düzeyine çıkmaları sağlanacaktı.
Bu amaçla 1968 yılında 22 il ile ilk KÖY uygulaması başlatıldı. KÖY kapsamına alınan ilk iller, ekonomik açıdan geri kalmış olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu´daki illerdi.
Ancak iktidarda bulunan partilerin milletvekilleri kendi seçim çevrelerinin de KÖY kapsamına alınması için bastırmaya başlayınca, bu uygulama kısa zamanda yozlaştı. 1970´li yıllarda KÖY kapsamındaki il sayısı hızla arttı.
1973 yılında KÖY kapsamındaki il sayısı 36´ya yükseltildi. Böylece ilginç bir durum ortaya çıktı. Kalkınmayı desteklemek için teşvik politikaları uygulanan il sayısı, o tarihteki 67 ilin yarısından fazlasını (yüzde 53.7) aşıyordu. Bu durumda KÖY uygulamasını 36 ilin kalkınma yolunda teşvik edilmesi değil, kalan 31 ilin kalkınmadan caydırılması şeklinde yorumlamak daha uygun düşüyordu. Çünkü teşvik politikası uygulamalarının genele yayıldığı ama az sayıda ilin bu politikalardan yararlandırılmadığı bir ortam yaratılmıştı.
Sonraki yıllarda bu durum düzeltileceği yerde daha da bozuldu. Türkiye´nin tarihi krizlerinden birini yaşadığı 1977-80 döneminde KÖY uygulaması biraz daha istismar edildi. 1977´de 37, 1978´de 40, 1979´da 41, 1980´de ise 40 il KÖY kapsamındaydı.
İkinci perde
Ekonomide yeni bir dönemin başladığı 1980´li yılların başında KÖY politikasının istismardan kurtarıldığını gördük. 1981 yılında KÖY kapsamındaki il sayısı 25´e indirildi ve çarpıklık giderildi. 1985´de KÖY kapsamındaki il sayısı 28´e çıkarılsa da 1980´li yıllarda ipin ucu kaçırılmadı.
Ancak popülizmin tekrar doruk noktasına çıktığı 1990´lı yıllarda KÖY uygulaması yeniden istismar edilmeye başladı. Peyderpey artırılan KÖY kapsamındaki il sayısı 1998´de 50´ye kadar çıkarılınca, 1970´li yıllarda gördüğümüz çarpıklık yeniden oluştu.
Halen mevcut 81 ilin yarısından fazlası (yüzde 61.7) KÖY kapsamında bulunuyor. Bu durum 50 ilin kalkınma yolunda desteklendiğini değil, kalan 31 ilin kalkınmasına engel olunmaya çalışıldığını gösteriyor.
KÖY politikasının istismar edilip çarpıklaştırıldığı 1970´lerin sonunda Türkiye ağır bir ekonomik kriz yaşamıştı. Bu politikanın yeniden çarpıtıldığı 1998´den bu yana ekonomimiz yine büyük sıkıntı içinde. Bu durumun bir tesadüf olduğunu söylemek çok güç. KÖY politikasının istismarı ekonomiyi tek başına krize sokacak bir uygulama değil elbette. Ama ekonomiyi krize götüren zihniyetin iyi bir göstergesi. Ekonomide dengeleri yeniden tesis etmemiz ve daha önemlisi yeniden bozulmasını önlememiz için, öncelikle bu zihniyeti değiştirmemiz gerekiyor.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?