“Türkiye denklemdeki yerini değiştirmeli”

Dünya ekonomisinin mevcut durumunu, gelecekte karşılaşabileceğimiz zorlukları ve hangi politikaların uzun vadede daha sürdürülebilir bir büyüme yaratacağını Prof. J. Bradford DeLong ile konuştuk...

15.04.2025 10:46:430
Paylaş Tweet Paylaş
“Türkiye denklemdeki yerini değiştirmeli”

TUBA İLZE  

[email protected]

Berkeley ekonomi profesörü ve küresel  ekonomi konusunda uzman isimlerden J. BRADFORD DELONG, Türkiye’yi küresel şoklara en hassas ekonomiler arasında görüyor. Yapısal reformların ertelenmemesi gerektiğini vurgulayan DeLong’a göre teknolojiye dayalı üretim, enflasyonla mücadelede net bir strateji olabilir. Dış borç bağımlılığının düşürülmesi ise kırılganlığı azaltmanın anahtarı... DeLong, küresel risk iştahı azaldığında Türkiye’nin hedef tahtasında olabileceği uyarısında da bulunuyor ve “Bir sonraki finansal kriz kapıyı çalmadan Türkiye’nin bu denklemdeki yerini değiştirmesi şart” diye konuşuyor.

Berkeley ekonomi profesörü J. Bradford DeLong, küresel ekonomiye dair keskin öngörüleriyle politika yapıcılar ve iş dünyası liderleri için referans isimlerden biri. Ekonomik büyüme, sanayi politikaları, gelir eşitsizliği ve küresel krizler üzerine yaptığı çalışmalarla dünyanın önde gelen düşünürlerinden biri olarak kabul ediliyor. Harvard mezunu olan DeLong’un 20. yüzyılın ekonomik dönüşümünü mercek altına aldığı “Slouching Towards Utopia” adlı kitabı, modern kapitalizmin nasıl şekillendiğini anlatan en kapsamlı eserlerden biri olarak görülüyor. DeLong’a göre yeni dönem önemli değişimlere gebe. Küreselleşmenin hızı yavaşlamış olsa da jeopolitik rekabet ve dijitalleşme, ekonomik paradigmaları baştan yazıyor. ABD ve Çin arasındaki ekonomik çekişmenin yalnızca iki ülkeyi değil, küresel üretim ve tedarik zincirlerini de kökten değiştirdiğini söyleyen DeLong, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler için bu dönüşümün büyük fırsatların yanında ciddi riskler de barındırdığını belirtiyor ve ekliyor: “Türkiye gibi ülkeler ekonomik politikalarını dikkatli yönetirse bu süreçten kazançlı çıkabilir. Ancak mevcut büyüme modelinin devam etmesi, Türkiye’yi küresel şoklara karşı daha kırılgan hale getiriyor. Uzun vadeli reformlar kaçınılmaz.” Dünya ekonomisinin mevcut durumunu, gelecekte karşılaşabileceğimiz zorlukları ve hangi politikaların uzun vadede daha sürdürülebilir bir büyüme yaratacağını Prof. J. Bradford DeLong ile konuştuk: 

20. yüzyılın ekonomik büyüme ve teknolojik ilerleme açısından olağanüstü bir dönem olduğunu söylüyorsunuz. Bugün de aynı hızda bir büyüme ve refah artışı görüyor muyuz? 

Slouching Towards Utopia’da vurguladığım gibi 20. yüzyıl maddi refahın ve teknolojik ilerlemenin eşi benzeri görülmemiş hızla arttığı bir dönemdi. “Uzun yüzyıl” olarak adlandırdığım 1870-2010 dönemi, sanayileşme, bilginin küresel yayılımı ve devlet müdahaleleriyle desteklenen piyasa genişlemesi sayesinde büyük bir ekonomik sıçrama yarattı. Ancak bu refah adil dağılmadı ve sonuç olarak kalıcı eşitsizlikler ve siyasi istikrarsızlıklar ortaya çıktı. Bugün ise bazı eğilimler devam ediyor, bazıları ise ciddi şekilde değişiyor. Yapay zeka, biyoteknoloji ve yenilenebilir enerji gibi alanlarda teknolojik ilerleme olağanüstü bir hızla sürüyor. Ancak 20. yüzyılın büyüme motorlarından biri olan küreselleşme artan korumacılık, jeopolitik gerilimler ve üretimin yeniden ülkelere taşınmasıyla baskı altında. Ekonomik istikrarın temelini oluşturan demokratik-kapitalist model zayıflıyor, popülizm ve milliyetçilik kurumları tehdit ediyor. Belki de en büyük sapma, geniş çaplı ekonomik iyimserliğin azalması. 

Küreselleşmenin son yıllarda durakladığından bahsettiniz. Sizce bu geçici mi, yoksa uzun vadeli bir değişim mi?

Küreselleşme durmadı, ancak artık sınırları hızla aşan bir entegrasyon süreci olmaktan çıktı. Daha kontrollü, daha seçici bir yapıya evrildi. 1990’lardan 2008 küresel finans krizine kadar süren hiper-küreselleşme dönemi, ticaretin ve sermaye akışlarının hızla serbestleştiği bir süreçti. Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne katılımı, tedarik zincirlerinin küreselleşmesi ve üretimin düşük maliyetli bölgelere kaydırılması bu dönemin belirleyici unsurlarıydı. Ancak son 10 yılda ABD-Çin ticaret savaşı, pandemi sonrası tedarik zinciri kırılmaları ve Rusya- Ukrayna savaşı gibi gelişmeler küreselleşmenin yön değiştirdiğini gösteriyor. Bugün ülkeler, küreselleşmeyi daha stratejik bir şekilde yönetmeye çalışıyor. ABD ve Avrupa Birliği, tedarik güvenliğini artırmak için “friendshoring” politikalarıyla dost ülkelerle ticareti teşvik ediyor. Çin gibi ülkeler ise teknolojik bağımsızlıklarını güçlendirme yoluna gidiyor. Küresel ticaret ve yatırım akışları devam ediyor, ancak artık yalnızca verimlilik odaklı değil. Güvenlik, dayanıklılık ve stratejik çıkarlar artık daha büyük bir rol oynuyor. 

Bu yeni küreselleşme dinamiği gelişmekte olan ülkeleri nasıl etkiliyor? Türkiye gibi ülkeler bu dönüşümden nasıl faydalanabilir? 

Bu dönüşüm, gelişmekte olan ülkeler için hem fırsatlar hem de riskler yaratıyor. Küresel şirketler, tedarik zincirlerini Çin dışına yaymak istiyor ve alternatif üretim merkezleri arıyor. Türkiye gibi ülkeler, bu yeni dönemde üretim ve lojistik açısından avantajlarını iyi değerlendirirse küresel tedarik zincirlerinde kendilerine daha önemli roller biçebilir. Ancak ticaret savaşları ve küresel tedarik zincirlerindeki kopmalar nedeniyle büyük belirsizliklerle de karşı karşıya kalabilirler. Bu yeni ekonomik ortamda başarılı olmak isteyen gelişmekte olan ülkeler için üç kritik nokta var. Birincisi, altyapı ve iş gücü gelişimine yatırım yapılması. Eğitimli iş gücü ve sağlam bir lojistik altyapısı, yatırım çekmek için kritik önemde olacak. İkincisi, ihracat pazarlarını çeşitlendirmek. Sadece ABD veya Çin gibi büyük ekonomilere bağımlı olmak yerine bölgesel ticaret bağlarını güçlendirmek daha güvenli bir strateji olabilir. Üçüncüsü dijitalleşmeye uyum sağlamak. Üretim entegrasyonu yavaşlarken hizmet sektörü ve dijital ticaret hız kazanıyor. 21’nci yüzyıl teknolojik dönüşüm, iklimsel sınırlamalar ve kurumsal çöküş çağında büyümeyi sürdürülebilir kılma ve küresel politikaları koordine etme yeteneğimizle tanımlanabilir. 

ABD-Çin ekonomik rekabetini nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Bu rekabet, küresel büyüme ve inovasyon dinamiklerini derinden etkiliyor. Her iki ülke de teknoloji, ticaret ve yatırım alanlarında liderlik için kıyasıya bir yarış içinde. Özellikle yapay zeka, yarı iletkenler, kuantum bilişim ve yeşil enerji gibi geleceğin sektörlerinde üstünlük kurmak isteyen iki ekonomi büyük Ar-Ge yatırımları yapıyor. Eğer bu rekabet doğru şekilde yönlendirilirse küresel ekonomi için büyük bir itici güç olabilir. Ancak bu mücadelenin olumsuz etkileri de var. Ticaret savaşları, tedarik zinciri kesintileri ve jeopolitik gerilimler, küresel ticaretin önüne engeller koyuyor. Son yıllarda ABD ve Çin’in birbirlerine uyguladığı ekonomik yaptırımlar, tedarik zincirlerini sarsarken birçok ülkeyi belirsizlik içinde bıraktı. 

Bu rekabetten Türkiye gibi ülkeler nasıl faydalanabilir? 

ABD ve Çin, ekonomik ve ticari güçlerini artırmak için gelişmekte olan ekonomilere yönelmek zorunda. Ticaret anlaşmaları, altyapı yatırımları ve teknoloji ortaklıkları yoluyla bu ülkeleri kendi taraflarına çekmeye çalışıyorlar. Türkiye gibi ülkeler, bu dinamiği kullanarak yatırım ve teknoloji transferi çekme fırsatına sahip. Ancak rekabetin sertleşmesi ve kazan-kazan olmaktan çıkıp sıfır toplamlı bir mücadeleye dönüşmesi, gelişmekte olan ülkeleri zor bir duruma sokabilir. Bu durumda ülkeler, ABD veya Çin liderliğindeki ekonomik bloklardan birine dahil olma baskısı altında kalabilir ve ticaret ile yatırım politikalarında hareket alanları daralabilir. Gelişmekte olan ekonomiler bu baskıya karşı dikkatli olmalı. ABD ve Çin rekabetinden en iyi şekilde yararlanmak için her iki tarafla da dengeli bir ilişki kurmak gerekiyor. Türkiye gibi ülkeler, küresel tedarik zincirlerinde kilit roller üstlenerek kendilerini vazgeçilmez hale getirmeli. “Friendshoring” (dost ülkelerle üretim yapma) her iki tarafa da uygulanmalı ve ticaret politikalarında esneklik korunmalı. Rekabetin sunduğu fırsatlardan yararlanırken büyük güçlerin çekişmesinde sıkışıp kalma riski en aza indirilebilir. 

Türkiye’nin büyüme modeli hakkında ne düşünüyorsunuz? 

Türkiye’nin son yıllarda izlediği büyüme modeli, kesinlikle yüksek bir ip üzerinde yürümeye benziyor. Kredi genişlemesi, gevşek para politikası ve büyümeyi sürdürmek için yapılan hükümet müdahaleleri, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın düşük faiz politikası tercihiyle birleşerek büyük riskler yarattı. Merkez Bankası’nın piyasalara müdahale ederek para birimini desteklemeye çalışması, büyük maliyetlerle sonuçlandı. Kısa vadede bu model ekonomik büyümeyi hızlandırmış gibi görünse de sonuç olarak hızlı büyüme, periyodik kur krizleri ve enflasyon sarmalları içeren oldukça oynak bir döngü ortaya çıktı. Devlet destekli kredi genişlemesi ve mali teşvikler tüketimi artırırken bu politikaların maliyeti yüksek enflasyon, ödemeler dengesi baskıları ve hızla azalan döviz rezervleri oldu. En büyük endişe, yatırımcı güveninin giderek aşınması, sermaye kaçışı ve kısa vadeli dış borçlanmaya bağımlılığın artması. Bu durum Türkiye’yi dış şoklara karşı oldukça kırılgan hale getiriyor. Küresel ekonomik dalgalanmalar yaşandığında finansal piyasalarda risk azaltma eğilimi artıyor ve Türkiye gibi yüksek borçluluğa sahip ekonomiler büyük baskı altına giriyor. Küresel büyümeyi sarsacak dış şoklar yaşanırsa, Türkiye bu süreçte en büyük kaybedenlerden biri olmaya aday. Türkiye’nin büyüme modelini daha sağlıklı ve sürdürülebilir hale getirebilmesi için üretken sektörlere yatırım yapması gerekiyor. Türkiye teknolojiye dayalı üretim kapasitesini artırabilir ve dış borç bağımlılığını azaltabilirse büyümesini daha dengeli hale getirebilir. 

Yüksek enflasyon ve döviz kuru oynaklığına karşı nasıl bir para politikası izlenmeli?

Gelişmekte olan piyasalar için enflasyon ve kur oynaklığıyla mücadelede en önemli faktör bağımsız ve güvenilir bir merkez bankasıdır. Merkez bankalarının şeffaf ve tutarlı para politikaları izlemesi, piyasaların güvenini artırır ve fiyat istikrarını korur. Tarihsel olarak uzun vadede en etkili yaklaşım fiyat istikrarına odaklanan, kurallara dayalı ve bağımsız bir para politikasıdır. Enflasyonu kontrol edemeyen ülkeler, kısa vadede büyüme yaşayabilir çünkü yüksek toplam talep ekonomiyi genişletir. Ancak ardından gelen çöküşü yönetmek zorunda kalırlar. Bu tür ekonomiler kaçınılmaz olarak kur değer kaybı, sermaye çıkışı ve yatırımcı güveninin düşmesi gibi risklerle karşı karşıya kalır. Eğer politika tercihi kur istikrarını önceliklendirecek şekilde değişmezse küresel ölçekte yaşanacak bir kriz, gelişmekte olan ülkeler için yıkıcı bir yerel krize dönüşebilir. 

Size göre Türkiye nasıl bir politika izlemeli? 

Türkiye için en büyük öncelik, Merkez Bankası’nın bağımsızlığını tesis etmek ve güvenilir bir enflasyonla mücadele çerçevesine bağlı kalmaktır. Bu, faiz oranlarının enflasyon beklentilerini sabitleyecek seviyelere yükseltilmesine izin vermek anlamına gelir. Bu durum kısa vadede büyümeyi yavaşlatabilir, ancak uzun vadede ekonomik istikrarı sağlayacaktır. Şeffaf bir enflasyon hedefleme rejimi ve mali disiplin, ekonomik kırılganlıkları azaltmak için en etkili araçlardır. Buna ek olarak Türkiye döviz rezervlerini yeniden inşa etmeye odaklanmalı. Bu, spekülatif saldırılara karşı bir tampon görevi görebilir ve küresel finansal dalgalanmalara karşı daha dayanıklı hale gelmesini sağlar. Ayrıca maliye politikası ve yapısal reformlar göz ardı edilmemeli. Bütçe açığının azaltılması, vergi tahsilatının iyileştirilmesi ve özellikle enerji ve gıda piyasalarındaki arz kısıtlarının ele alınması, enflasyonla mücadelede kritik adımlar. 

Yabancı yatırımcı açısından nasıl değerlendiriyorsunuz Türkiye’yi? 

Türkiye’nin kurumsal güvenilirliği yeniden sağlaması, özellikle de yargı ve düzenleyici kurumları güçlendirmesi yabancı yatırımcıların güvenini artıracaktır. Böylece Türkiye kısa vadeli sıcak para girişlerine olan bağımlılığını azaltabilir ve uzun vadeli, sürdürülebilir büyümeyi destekleyebilir. Ancak asıl soru şu: Mevcut politika çerçevesi, büyük tehlikeler ortaya çıkmadan ne kadar daha sürdürülebilir? Türkiye şu anda küresel finansal şoklara karşı son derece kırılgan bir durumda. Eğer küresel piyasalarda risk algısı değişirse ve yatırımcılar portföylerindeki riskleri azaltmaya karar verirse Türkiye tam hedef tahtasında olabilir. Bir sonraki küresel finansal kriz gelmeden önce Türkiye bu hedef tahtasından çıkmanın bir yolunu bulup denklemdeki yerini değiştirmeli. 

Son olarak 20. yüzyılda en büyük sürprizler hangi ülkelerde oldu size göre? 

20. yüzyılda birçok ülke ekonomik olarak büyüdü ama bazıları gerçekten beklenmedik şekilde yükseldi. Bunların başında Güney Kore, Çin ve Botsvana geliyor. Güney Kore, 1950’lerde savaşla harap olmuş, fakir bir tarım ülkesiydi. Güçlü sanayileşme politikaları, büyük şirketlere verilen stratejik destek ve eğitime yapılan yatırımlar sayesinde dünya ekonomisinin en dinamik oyuncularından biri oldu. Çin’in hikayesi de benzer şekilde dikkat çekici. Deng Xiaoping’in reformları, ülkenin piyasa ekonomisine açılmasını sağladı. Özel Ekonomik Bölgeler kuruldu, yabancı yatırımlar teşvik edildi ve Çin, hızla dünya üretim merkezine dönüştü. Afrika’dan gelen dikkat çekici başarı hikayesi ise Botsvana. 1966’da bağımsızlığını kazandığında fakir ve denize kıyısı olmayan bir ülkeydi. Ancak yolsuzluğa bulaşmadan elmas gelirlerini altyapı, eğitim ve sağlığa yatırarak kıtanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden biri haline geldi.


KÜRESEL EKONOMİNİN GELECEĞİ


1 Serbest piyasa dönemi kapanıyor, devlet destekli sanayi politikaları öne çıkıyor.
2 ABD-Çin rekabeti küresel ekonomiyi parçalayabilir veya büyük bir sarsıntıya yol açabilir.
3 Ticaret güvenli bölgelere kayıyor, Türkiye için fırsat var ama uzun vadeli strateji şart.
4 Türkiye’nin en büyük avantajı bölgesel üretim üssü olmak, güçlü ticaret ağları kurmalı.
5 Dolar zayıflıyor ama yerine geçen güçlü bir alternatif henüz yok.
6 Küresel ekonomi düşük büyüme ve kriz döngüsüne girdi, yeni model bulunamazsa bu kalıcı olabilir.
7 Web3 ve blokzincir devrimi gerçekleşmedi, vaatler yerini spekülatif balonlara bıraktı.
8 Teknoloji büyümeyi artırırken eşitsizliği derinleştiriyor, ekonomik güç birkaç dev şirketin elinde.
9 Yeni beceriler olmadan iş dünyasında tutunmak zor, ülkeler eğitim yatırımlarını artırmalı.
10 Eğitim olmadan sürdürülebilir büyüme imkansız, STEM alanları geleceğin anahtarı.

 


TRUMP’IN ALGI OYUNU

MEDYANIN AÇMAZI
Trump’ın en büyük siyasi yeteneği, dikkati dağıtmak ve gündemi kendi istediği yöne çekmek. Amerikan medyası, Trump’ın gösterişli söylemlerini ve kışkırtıcı hareketlerini sansasyonel bir şekilde ele alırken perde arkasında gerçekleşen daha önemli politika değişikliklerini gözden kaçırıyor. Trump kaos yaratarak ve abartılı iddialarda bulunarak dikkatleri başka yöne çekerken gerçek hamleleri gözden kaçırıyor.

BLÖF MÜ GERÇEK Mİ? Trump’ın politikalarını değerlendirirken onun ne dediğine değil ne yaptığına bakmak gerekiyor. Örneğin, Çin ile ticaret savaşı konusunda sık sık sert açıklamalarda bulunuyor. Ancak iş uygulamaya geldiğinde belirli lobilerin ve özel çıkar gruplarının isteklerine göre adım atıyor. Aynı şey ekonomi ve sosyal politikalar için de geçerli. Söylemi kaotik ve öngörülemez olabilir, ancak yönetimdeki temel çizgisi hala servet sahiplerini ve büyük şirketleri korumaya yönelik.

DEMOKRASİ AŞINMASI Trump’ın sürekli bir kriz ve tehdit ortamı yaratması, demokratik kurumlar üzerinde ciddi bir aşınma yaratıyor. Herkes onun en son açıklamasını tartışırken hukuk devleti ve yönetim normlarında aşamalı bir erozyon yaşanıyor. Medyanın ve analistlerin sorumluluğu, Trump’ın her kaotik çıkışını sansasyonel bir haber olarak sunmak yerine yönetimin perde arkasında neler yaptığına daha fazla ışık tutmak olmalı.



“KÜRESEL TİCARET DEĞİŞİMİ TÜRKİYE İÇİN FIRSAT”

TEDARİK KAYMASI
Özellikle ABD-Çin ticaret savaşı ve stratejik sektörlerde korumacılığın yükselmesi, uzun yıllar küresel üretimin merkezi olan Çin’in tek başına bu rolü sürdürmesini zorlaştırıyor. Küresel şirketler, alternatif lokasyonlar arıyor. Ancak küresel ticarette değişen dinamikler nedeniyle geleneksel ihracata dayalı büyüme modelini sürdürmek eskisi kadar kolay olmayacak. Türkiye’nin üretim kapasitesini ve lojistik avantajlarını öne çıkarması şart.

BÖLGESEL ENTEGRASYON Tek bir pazara bağımlı olmak artık her zamankinden daha büyük bir risk. ABD ve Çin arasındaki gerilim ticaret bloklarını yeniden şekillendiriyor. Türkiye’nin Avrupa, Orta Doğu ve Asya’daki ticaret ağlarını güçlendirmesi gerekiyor. AB ile yakınlaşmak ve yeni pazarlara açılmak büyük önem taşıyor. Türkiye, ihracat pazarlarını çeşitlendirerek riskleri minimize etmeli.

MAKRO EKONOMİK GÜVEN Şirketler yalnızca düşük maliyetlere değil, istikrarlı piyasalara da yatırım yapar. Yatırımcı güveni olmadan uzun vadeli büyüme sürdürülemez. Türkiye’nin önceliği, enflasyonu kontrol altına almak olmalı. Öngörülebilir politikalar, sermaye girişlerini artıran temel faktörlerden biri. Avrupa Birliği gibi büyük ticaret ortaklarıyla ilişkileri güçlendirmek, yeni ticaret anlaşmalarını yakından takip etmek ve Asya-Pasifik’teki gelişmelere adapte olmak Türkiye’nin elini güçlendirebilir.



Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Yorum Yaz