Hem mühendis olarak görev yaptığı hem genel müdür yardımcısı olduğu hem
de genel müdür olarak şirketin başında bulunduğu dönemlerde, çok kritik
kararların içinde yer aldı. O, şahit olduğu en önemli iki dönem noktası
olduğunu söylüyor. Bunlardan biri 1975 yılında, o zamanki genel müdür
Fahir İlker'in liderliğinde alınan karardı. O tarihe kadar metal büro
eşyası üreticisi olan, sacdan her türlü mamulü üreten Arçelik, alınan bu
kararla artık beyaz eşya üreticisi oldu. İkincisi önemli karar ise
bizzat Hasan Subaşı'nın genel müdür olarak şirketin başında bulunduğu
dönemde alındı. Bu, ülkenin serbest ekonomiye geçtiği yıllarda, danışman
şirketlerin şiddetli satın önerilerine rağmen Arçelik'in yola devam
etme kararıydı. Bu kararla markaya ve teknolojiye büyük yatırım yapıldı,
ihracata başlanarak global marka olmak yolunda ilk adımlar atıldı.
Hasan Subaşı ile Arçelik'i bugünlere taşıyan bu önemli kararların perde
arkasını konuştuk. Subaşı, şirketin geleceğini şekillendiren süreci
şöyle anlattı:
En önemli karar
Arçelik'in tarihinde iki tane önemli kavşak var. İşe metal büro eşyası
üreticisi olarak başladı. Ondan sonra elindeki sac şekillendirme,
boyama, finishing teknolojilerini değerlendirerek birçok alana girdi.
Küvet, ordu için miğfer, matara, biçerdöver gibi sacdan birçok mamul
üretildi. 1959 yılında ilk çamaşır makinesi, 1969'da da buzdolabı
üretimi başladı. 1975'te Fahir İlker Bey genel müdürken önemli bir karar
verdi. Arçelik artık sadece büyük beyaz eşya üretecek, bunun dışında
sattığı şeyleri dışardan alıp pazarlayacaktı. Şirketin stratejisini
konuşurken dönemin koşullarını, o dönemde hükümetin politikalarını da
dikkate almak lazım. Biliyorsunuz, Türk hükümeti Demokrat Parti'ye kadar
devletçi bir yaklaşımdaydı. Her şeyi devlet yapardı. Demokrat Parti'den
sonra 50'lerden başlayarak karma bir anlayış başladı. Özel sektörü
çekmek için korumalar ve teşvikler devreye girdi. 80'li yılların
ortasından itibaren ise liberal ekonomi başladı.
Danışmanlara direndik
Arçelik ilk 15 yılında korumalı dönemin koşullarına göre stratejisini
belirledi ve ona göre yönetildi. Özal'ın döneminde ise artık külahını
önüne koyup düşünmesi gerekiyordu.O dönemde McKinsey, Bain&Company
gibi dünyaca ünlü çok sayıda danışman şirket devreye girdi. Geliyorlar
ve dünyanın her yerinde korumalar kalktığı zaman mahalli pazar liderleri
pazar paylarını önemli ölçüde kaybeder diyorlardı. Biz de o zaman
yöneticiler olarak, aslında bunun çok daha iyisini yapabileceğimizi,
koruma var diye böyle yaptığımızı, kendimizi yeni duruma da
hazırlayabileceğimizi söylüyorduk. Hiç unutmuyorum bir tartışmada şu
örneği vermiştim: "100 metreyi 10 saniye koşup birinci oluyorsam neden
14 saniye için kendimi zorlayım ama ben 10 saniyede de koşabileceğime
inanıyorum. Beni 10 saniyede koşanların arasına koyarsanız, hemen olmasa
da hazırlanıp 10 saniyede koşabilirim." Fakat tabii buna ikna edebilmek
zordu. İngilizce konuşanın ağırlığı her zaman daha fazladır. Ayrıca o
zaman onların prezantasyon teknikleri de bizden çok daha ileriydi. Çok
gitti geldi ama sonunda biz satmayacağız ve bu işe devam edeceğiz
denildi.~
2 önemli atılım
Fakat bu noktada bir dönüm noktasına daha gelindi. Satmayacağız, peki ne
yapacağız? Bunu bir ortakla mı yapacağız, kendi başımıza mı? Eğilimimiz
ortakla yapalım yönünde oldu. General Electric'ten Electrolux'e o
zamanın bütün büyük firmalarıyla gittik konuştuk. Bu konuşmalar 4-5 yıl
aldı ve ortaya şu çıktı: Kontrol hissesini almadan hiçbir yabancı şirket
Arçelik'e ortak olmayacak. Koç Ailesi de çoğunluk hissesini vermek
istemedi. Bu noktada 3 şeye ihtiyaç vardı: Birincisi marka. Arçelik'in
yurtdışında tanınan bir markası yoktu. Beko ile başlamıştık ama Beko'yu
alt seviyeden pazara soktuğumuz için premium marka olamazdı. Arçelik'i
zaten Batılılar telaffuz edemiyordu, Arçelik'i de kullanamayacaktık.
Ortaklık da olmadığına göre yurtdışında marka yaratmak ya da satın almak
gereksinimi vardı. İkincisi teknoloji lazımdı. Artık kimse bize lisans
da vermemeye başlamıştı. Teknolojiyi başka herhangi birinden
alamayacağımıza göre kendimiz üretmeliydik. 1990 yılında AR-GE'yi
kurduk. İşin başına da General Electric'den Refik Üreyen'i getirdik.
Refik, çok samimi arkadaşımdı ve ona sık sık sorardım, "Refik bu AR-GE
nedir, ne yapacağız" diye. Özellikle AR-GE'nin getirisini götürüsünü
hesaplamakta ilk başlarda hep zorlandık. AR-GE'nin ne olduğunu önce
Arçelik'in başındaki kişi, hatta üstelik bir mühendis olarak benim bile
anlamam zor oldu. Haliyle Koç Ailesine de bunu tam olarak anlatmak zor
oldu.
Yurtdışına ilk adımlar
Aynı şekilde ihracatta da benzer bir sıkıntı yaşadım. Ben şuna
inanıyordum: Arçelik, Türkiye pazarının yüzde 100'üne bile sahip olsa
küresel rekabete giremez, büyümesi lazım. Yurtdışına çıktığın zaman da
bir alay dezavantajın var. Malın tanınmıyor, markan tanınmıyor. Bugün
gibi değil, Made in Turkey etiketini saklamak durumunda kalıyoruz.
Sonuçta ihracattan zarar ediyoruz. Koç yönetimi kâr odaklı olduğu için
bu durumu mali grup sürekli buluyor, yüzümüze vuruyor. "Bugün
ihracatımız yüzde 10, bu kadar zarar ediyoruz. Hasan bunu yüzde 50'ye
çıkaracağım diyor, o zaman kim bilir ne zarar ederiz" diyorlar. Ben de
"Hayır bu buraya çıkarsa bu zarar kalmaz" diye anlatmaya çabalıyorum.
İşte böyle itişe kakışa ihracata başladık.
ARÇELIK'I YÖNETMEK BUGÜN DAHA ZOR
Bugün Ar��elik gibi bir şirketi yönetmek daha zor. Ama şunu da kabul
etmek lazım, benim eğitimde ve iş hayatımdaki imkanlarım, bugünkü
yöneticilerin imkanlarının çok altındaydı. Ben rakiplerin üretim
adetlerini bulmak için kitaplar okumak, pahalı raporlar satın almak
zorundaydım. Şimdi bir tıkla iş bitiyor.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?